DAEŞ ve Hizbullah arasında sıkışan Ortadoğu

Taner Afşar / Sivil Dayanışma Platformu - Araştırmacı
2.04.2016

Radikalizmden beslenen örgütler, bölgede hüküm sürmüş devletlerin yüzlerce yılın neticesinde oluşturduğu siyaset, ilim ve medeniyet birikimini birinci dereceden tehdit eder haldedir. Ortadoğu’daki şiddet sarmalından çıkış, İslam’ın bin 400 yıllık geleneğinde mevcut olan, medeniyet dilinin diriltilmesi ile mümkündür.


DAEŞ ve Hizbullah arasında sıkışan Ortadoğu

DAEŞ ve Hizbullah; bölgede gündem belirleyen veya gündemin önemli birer parçası olan iki örgüt. Ortadoğu’nun sorunlarına gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşmayı amaçlıyorsak bu iki örgütü iyi tanımamız gerekir. DAEŞ Sünni-Selefi öğretilerden, Hizbullah Şii öğretilerden kayan bulan bir örgüt. En azından iddiaları ve resmi açıklamaları bu yönde. Her iki örgütün de “de facto devletleri” var yani ikisi de birer devlet gibi çalışıyor. DAEŞ bunun ilanını çok önceden yaptı Hizbullah ise Lübnan’da fiili olarak devlet olduğunu herkese ilan etmiş durumda.

Her iki örgüt de aynı coğrafyada farklı motivasyonlardan besleniyor. Hizbullah İsrail’in bölgede gayrimeşru bir şekilde gelişmesinden sonra ortaya çıkarken, DAEŞ’in doğuşunu ABD’nin Irak’a müdahil olması ile başlatabiliriz. ABD’nin, Irak’a müdahil olmasından sonra; Irak iç politikasında Sünnilerin aleyhine değişen bir Şii baskınlığı oluşmuştur. Iraklı Şii yöneticilerin mezhepçi politikalarından dolayı mağdur olan Iraklı Sünni aşiretler ve bu aşiretlerle akrabalık bağları olan Suriye’deki Sünni aşiretler, Şiiler lehine ortaya çıkan değişime tepki olarak silahlanmış, örgütlü bir yapı haline gelmiştir. Bununla birlikte bu iki örgütün de motivasyon kaynaklarını ve hangi nedenlerle savaştıklarını kendilerinden de duymamız gereklidir. Hizbullah; antiemperyalizm çizgisinde İslam dünyasının özgürleşmesi ve ehlibeyt sevgisi üzerinden  faaliyetlerini yürüttüğünü iddia ediyor. Suriye’deki varlık sebebini de bu söylemler üzerinden geliştiriyor.

DAEŞ ise İslam dünyasındaki mürtet, hurafecilere ve kâfirlere karşı İslâm’ın “öze dönüşü” için mücadele ettiğini düşünmekte.

İki uç nokta

Örgütlerin motivasyon kaynakları bu iki aktörün, mezhepsel anlamda iki uç noktada durmasına neden oluyor. Ancak mezhebi yorumlamaların dindeki yerinden ziyade ivedilikle dikkat etmemiz gereken nokta şudur: Bu yorumlar bölge nüfusunu ikiye bölerek çatışmacı bir ortama hizmet etmektedir. Böylece kutuplaştırıcı ve dışlayıcı bir siyasi zihniyet inşasının temelini oluşturmaktadır.

Bölgedeki toplumsal yapıya baktığımızda; Irak ve Suriye Sünnilerinin, Selefi aşırılığı kabul etmeyen kesimlerden oluştuğunu görürüz. Ancak; bölgede yaşayan Sünni ve Şii nüfus küresel sisteme dâhil edilmedi. Bu bölgede yaşayan insanlar adına Batı merkezli, masa başlarında kararlar alındı. Böylece Ortadoğu içerisinde çok geniş bir kültürel, siyasi, ekonomik havzayı elinde tutan nüfus, sistem dışına atılmaya çalışıldı. Meşru yollardan sisteme dâhil olamayan topluluklar kendi güvenliğini ve geleceğini silaha bağlı kıldı. Bu da şiddetten beslenen grupların ortaya çıkışına zemin hazırladı.

Hâlihazırda aynı bölgede sıcak çatışmalara giren, birbirinin dinamizmini besleyen ve aktör konumunda olan bu iki örgüt üzerinden tüm Müslümanlar mezhep savaşı yaşıyor diyemeyiz. Ancak mezhepsel etkenlerin önemli olduğu ve dalgalanmaların yaşandığını söyleyebiliriz.

Söylem-eylem çelişkisi

İki örgütün de söylemlerinin uzağında gerçekleştirdiği eylemleri ve Müslümanlara güvence vermeyen ilişkileri söylem-eylem çelişkisini ortaya çıkarmaktadır.  Yapılan saldırıların bölgedeki İslami referanslı olsun ya da olmasın tüm birikimi yok etmesi endişelenmemiz gereken bir başka önemli noktadır. Bölgedeki ekonomik, beşeri ve siyasi gücün bahsettiğimiz örgütler eliyle pasifize edilmesi şüphesiz gelecek yıllar içinde önemli sorunlara yol açacaktır. Radikalizmden beslenen irili ufaklı birçok örgüt bölgede hüküm sürmüş devletlerin yüzlerce yılın neticesinde oluşturduğu siyaset, ilim ve medeniyet birikimini birincil dereceden tehdit eder haldedir. Sadece Müslümanların oluşturduğu İslam medeniyeti değil İslam öncesi tek tanrılı dinlerden olan Yahudi ve Hıristiyan medeniyeti ile çok tanrılı dinler döneminde oluşan kadim Arap ve Fars medeniyeti de tehlikededir.

Dolayısıyla sorun sadece Müslümanların sorunu olmayıp; din, mezhep ve millet farkı gözetmeksizin herkesin akılcı zeminde katkı sunması gereken önemli bir sorundur.

Müslüman coğrafya kendi toplumsal kodlarını bir siyasal söylem olarak geliştirmedikçe bu tür grupların varlık bulma imkânları devam edecektir. Geçmiş tarihlerde hüküm sürmüş devletlerin siyasi, dini ve toplumsal hafızasının araştırılması ve günümüze kazandırılması çok önemlidir. Bu noktada farklı gelenekleri ve yorumları yüzyıllardır kendi bünyesinde barındıran İslam’ın önemli bir yol gösterici olduğu kanısındayım. Ortadoğu’daki şiddet sarmalından çıkışın formülü, İslam’ın 1400 yıllık geleneğinde mevcut olan medeniyet dilinin diriltilmesinde yatmaktadır. Bu örgütlere meşruiyet kazandıran bütün söylemler yeniden yorumlanmalı ve ortak akıl belirlenmelidir. Ortak akıl belirlenirken, hukuk ve hoşgörü temel alınmalıdır.

İslam coğrafyasının enerjisi, birbiri ile çatışan grupların akıbetleri için harcanmamalı, iç muhasebe yapılıp gelenekten beslenerek geleceğe uzlaşı ve güçlü birliktelikle yürünmelidir.

[email protected]