Darbe engellenince Batı neden üzüldü?

Halil İbrahim Doğan / Viyana Üniversitesi
6.08.2016

Avrupa aydınlanmış(!), iki dünya savaşı geçmiş, NATO kurulmuş ve 21. yüzyıla erişilmiş... Böyle bir dünyada hala Türk düşmanlığından bahsedilebilir mi? 15 Temmuz darbe girişimi, bu sorunun zihinlerdeki karşılığını netleştiriyor.


Darbe engellenince Batı neden üzüldü?

Bu yazının amacı, Avrupa’nın kendi değerleri içerisinde tutarlı şekilde sürdürdüğü Türk düşmanlığının darbe teşebbüsündeki yansımalarını konu etmektir. Avrupa’nın savunduğu değerlerden(!) Türk düşmanlığı uğruna nasıl da vazgeçtiğini anımsatmaktan ibarettir. Avrupa-Batı kavramının zihinlerdeki müphemliğini bir kenara bırakarak Papa II. Pius’un 15. yüzyılda ortaya koyduğu ve bugüne kadar geçerliliğini koruyan kavramı merkeze almaktır. 

Darbe teşebbüsünden sonra bir takım çevreler böyle bir olay karşısında Batı’nın takındığı tavrı anlamlandıramasa da sergilenen tavır bizi hiç şaşırtmadı. Bu tavır, sadece belirli bir süre dahi Batı kamuoyunu ve basınını takip eden herkesçe malumdur. Hükümet, muhalefet, üniversiteler, STK’lar, medya ve birçok kurumun sözleşmişçesine Türk karşıtlığında birleştiklerini söylemek abartılı bir yaklaşım olmasa gerek. Bu tavrın Batı içerisinde tutarlı bir tavır olduğunu da belirtmemiz lazım. Tarihsel olarak kendini Türk-Müslüman karşıtlığıyla tanımlayan Avrupa’nın yaklaşımının dostane çerçevede olmasını beklemek zaten safdillik olurdu.

Saddam’laştırma politikası

Tarihsel temellere geçmeden önce dediklerimizin daha iyi anlaşılması adına Türkiye aleyhine özellikle 6-7 senedir Avrupa’da yürütülen sistematik yıpratma sürecinden bahsetmek gerekir.  “One Minute” hadisesinden sonra Türkiye, hükümet ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan şahsında alenileşen kara propaganda, Türkiye’nin söylemleriyle doğru orantıda olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin söylemlerinin coğrafi sınırları aşacak şekilde evrildiği, Türk tarihine atıfların çoğaldığı, milletle bütünleşme, değerlere sahip çıkma gibi kıpırdanışların olduğu bir yapıda manipülasyonlar daha da kesifleşmiştir. Özellikle bu son dönemde uygulanan yöntem Türkiye’yi Irak’laştırma, Erdoğan’ı ise Saddam’laştırma amacı gütmektedir. Böylelikle Türkiye’ye yapılacak olası operasyonların da psikolojik zemini kendiliğinden oluşacaktır. Nitekim darbe gerçekleşseydi DAEŞ’e destek veren, gazetecileri, akademisyenleri hapse tıkan zalim bir diktatör(!) asker tarafından devrilecek, Türk halkı özgürlüğüne kavuşacaktı. Bu da Batılı elitler, siyasiler ve medya eliyle oluşturulan zemine birebir uyacaktı. Ama bu gerçekleşmedi. Bu, onların zihinlerindeki yerini, Erdoğan’ın bunu fırsat bilip, otoriterliğini artırıp, muhaliflerini ortadan kaldıracağı düşüncesine bıraktı. Nitekim Cumhurbaşkanı darbeye Allah’ın bir lütfu benzetmesi yapmış, bu Batılı anlayışla “İyi ki oldu ve bunu fırsata çevireyim” şeklinde yansıtılmıştır.

Yukarıda bahsettiğimiz durumu Irak Savaşı öncesinde de görmüştük. Irak işgali öncesi birçok asılsız haberle işgalin altyapısı hazırlanmış, Batı komu oyunun karşı çıkamayacağı bir durum yaratılmıştı. Yıllar sonra gelen itiraflarla bunların aslında bir yalan, yapılmak istenen işgal için kamuoyunun ikna süreci olduğu anlaşıldı, lakin iş işten çoktan geçmişti. Aynı senaryo Türkiye ve Erdoğan için de uzun bir süredir uygulanıyor. Batılı liderler otoriterleşme tehlikelerine dikkat çekiyor ve bunu açıkça dile getiriyor, Erdoğan’a diktatör demekten çekinmeyen ve Hitler’le özdeşleştiren medya bu sürece son sürat destek veriyor. Zaten hafızalarda yüzyıllardır taze tutulan Türk-Müslüman karşıtlığı, İslamcı(!) bir yönetime karşı kanalize edilince ikna sürecine gerek dahi kalmıyor. Her ne kadar ‘İslami’ kavramı Ak Parti için resmi olarak hiçbir yerde kullanılmasa da Avrupa basını ve kamuoyunda Ak Parti’nin ismi tutucu-İslami partidir ve Erdoğan onun lideridir. Bu kavramın bilinçli bir şekilde kullanıldığını ve istisnasız bütün büyük medya kuruluşlarının bu konuda mutabakata vardığını belirtmek gerek. Bu bilinçli sistematik algı operasyonunun devam ettiği Batı medyasında darbe teşebbüsünün şu şekilde görüldüğünü, en azından güçlü şekilde ima edildiğini söyleyebiliriz; Zalim bir diktatör tarafından yönetilen Türkiye’de halka özellikle laik ve Kemalist kesime, Kürtlere, Ermenilere, Hıristiyanlara karşı büyük bir baskı uygulanıyordu. Bu baskıyı Erdoğan her zaman bir düşman vasıtasıyla yapıyordu. Bir takım ekonomik vaatlerle kandırılmış halk kitleleri, koyun gibi diktatör ne derse zaten onu yapıyordu. Nasıl olsa cahil halk her zaman denileni yapardı. Son dönemin düşmanı ise aslında masum bir imam olan Fetullah Gülen’di. Gülen, daha önce beraber çalıştığı Erdoğan’ın hedefine oturmuş, o kadar gücü olup olmadığı belli olmayan biriydi. Erdoğan başkanlık sistemini getirmek, imajını tazelemek ve muhalifleri daha rahat sindirmek için darbeyi planladı. Nitekim her kurumda şimdi bir cadı avı başlamış durumda. Hedef sadece bu dini lidere inanmışlar değil, Erdoğan’ın bütün muhalifleri...

Yukarıda kısa özetini verdiğimiz mantık sınırlarını zorlayan ifadeler Batı kamuoyunda kabul gören, medyada yer alan en azından güçlü şekilde ima edilen ifadeler.

Türklere karşı bir anti tez!

Peki neden? Neden Batı’da böylesine bir tavır söz konusu? Neden kamuoyunun kahir ekserisi böyle düşünmekte?

Avrupa’nın Türkiye ile ilgili her durumda olduğu gibi son olaylardaki tavrının en önemli nedenlerinden biri de tarihi Türk-Müslüman düşmanlığıdır. Yüzyıllardır süregelen bu düşmanlık Erdoğan ve onun temsil ettiği değerler nezdinde tekrar görünür hale gelmiştir. Schopenhauer’un dediği gibi dünya bir istençten ibarettir ve biz sadece tasarımlarımızı başkalarına sunabiliriz. Tasarımlarımız, idrak edebilen canlının idrak biçimi olan zihni işlevlerdir. Bu meyanda Batı’nın kendi kurduğu dünyasında Türklere-Müslümanlara yaklaşımı bellidir. Tarihsel temelleri itibariyle bu bakış açısı değişmeyecek mahiyettedir.

Papa VI. Clemens (1291-1352) gibi Türk karşıtı önemli kişiler olsa da Papa II. Pius’la (1405-1464) beraber öncesinde pek bir şey ifade etmeyen Avrupa kavramı ortaya çıktı. Bu kavram Türklere karşı, bir anti tez olarak ortaya atıldı. Ötekileştirmenin (othering) sonucu olan bu kavram, biz-siz ayrımında, biz Avrupalılar yani “siz Türklerden ayrı olanlar” manasına gelmektedir. Türklere karşı Haçlı Savaşlarını ateşli bir biçimde savunan II. Pius, Epistola ad Mahumetem adlı eserinde, Türk-Müslüman kavramlarını aynı manada kullanmakla kalmaz, Türkleri, Hristiyan Avrupa’nın düşmanı pozisyonuna yerleştirir. Özellikle İstanbul’un fethinden sonra yaşanan travmanın etkisiyle baş düşman Fatih Sultan Mehmet’e gönderilmeyen mektubu yazan ve Hıristiyanlığa davet eden de Papa II. Pius’tur. II. Pius’un hala Batı’da önemli bir hümanist olarak görüldüğünü de burada belirtmek gerek. 

Karl Jaspers’in (1883-1969) dediği gibi; Kendimizi (Batılı olarak) anlamak, gerçekte ne olduğumuzu yeniden tanımak, belki gizlenmiş, gözden kaçmışlarla beraber tekrardan kendimizi tanımayı becermek, her şeyden önce yabancı/diğer aynasının bize bir bilinç sağlamasıyla mümkün olacaktır. Jaspers ayrıca Doğu-Batı ayrımını yaptıktan sonra Konstantinopol’un 15. yüzyıla kadar imparatorluk ve kültür olarak Batılı sayılabileceğini bu tarihten sonra İslam’ın gelişi nedeniyle oradaki formun değiştiğini dile getirir. Aynı şekilde tarihçi Prof. Dr. Dieter Mertens (1940-2014) “Asya-Afrika gibi coğrafi tanımlamalardan ziyade dini-politik betimleme olarak ‘Türkler ya da inançsız Muhammed’, Avrupa kavramının karşıt kavramı olarak daha fazla mana ifade etmektedir” der. Türklere karşı kazanılan İnebahtı Deniz Muharebesi, 2. Viyana Kuşatması gibi zaferlerin bugün hala birer Katolik bayramı olarak kutlandığını ve Türk’ün kendi deyimleriyle atadan miras bir düşman olarak tanımlandığını da ekleyelim. Avrupa aydınlanmış(!), ihtilal-i kebir gerçekleşmiş, iki dünya savaşı geçmiş, NATO kurulmuş ve 21. yüzyıla erişmiş bir dünyada hala bunlar konuşulur mu? Bilemem ama tarihi dikkate al(a)mayan bir millet bugüne dair ne söyleyebilir?

[email protected]