Darbeciler darbe millet anayasa yapar!

Dr. Mücahit Küçükyılmaz
4.03.2017

Türkiye’deki darbe girişimlerinde kötü bir sicile sahip olan CHP, Yenikapı ruhunu taşıyabilseydi, bugün yeni anayasaya da ruhunu veren sivil siyasetin içerisinde yer alacaktı. Ancak bu yük muhtemelen bünyeye ağır geldi ve ana muhalefet, HDP, PKK, FETÖ, DHKPC ve marjinal sol ile birlikte hayır cephesinde yer aldı.


Darbeciler darbe millet anayasa yapar!

Halk oylaması sürecini bir cümleyle ifade edersek, Cumhuriyet tarihinde çok partili demokratik hayatta ilk kez siviller bu kapsamda bir anayasa değişikliği yapıyor. 27 Mayıs 1960 Darbesi ile başlayan ve 12 Eylül 1980 ile devam eden darbecilerin anayasa yapma geleneği, görünen o ki, bir gelenek değil su-i misal olarak tarihte yerini alacak. Bugüne kadar anayasada yapılan değişiklikler, yürütme kanadı darmadağın edilmiş parlamenter sistemimizin neredeyse ayrılmaz bir parçası haline gelen darbe girişimlerinin ardından gerçekleşti. Bunlar genellikle, darbecilerin işler normale dönerken kendilerini garanti altına alma çabasının ürünü olarak ortaya çıktı.

Anayasayı millet yapıyor

Bugün Türkiye yine bir anayasa değişikliği sürecini yaşıyor, ancak bir farkla; bu kez 15 Temmuz işgal ve iç savaş teşebbüsünde bulunan darbeciler değil, onları hezimete uğratan millet anayasa yapıyor. Ne var ki, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, terör örgütü PKK’nın doğal uzantısı HDP hariç, 7 Ağustos günü Yenikapı’da bir araya gelen siyaset, bu anayasa yapım sürecinde tam anlamıyla bütünlük sergileyemedi. Eğer 27 Mayıs 1960, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007, 17-25 Aralık 2013 gibi darbe girişimlerinde kötü bir sicile sahip olan CHP, Yenikapı ruhunu taşıyabilseydi, bugün yeni anayasaya da ruhunu veren sivil siyasetin içerisinde yer alacaktı. Ancak bu yük muhtemelen bünyeye ağır geldi ve ana muhalefet, HDP, PKK, FETÖ, DHKPC ve marjinal sol ile birlikte hayır cephesinde yer aldı. Pek çok CHP’liye acı verse de, bugünün gerçeği bu maalesef… Mesela Almanya’da yapılması planlanan “Berlin hayır diyor” başlıklı ve afişi PKK renkleriyle tasarlanmış bir toplantıya CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker, HDP İzmir Milletvekili Müslüm Doğan ve ÖDP’li Alper Taş birlikte katılıyor. Berlin’in, Brüksel’in, Londra’nın, Paris’in, Tel Aviv’in hayır demesini matah bir şey sanan ve Türkiye’yi başka başkentler üzerinden ayar verilecek bir ülke gibi görenlere pek yakışan bir başlık olmuş. Aynı Almanya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbe karşıtı mitinge telekonferans yöntemiyle katılmasına yasak koyarken ve Almanya’da miting yapmasını engellemek için harekete geçerken, neden kendilerine kucak açıyor, idrak edebiliyorlar mı acaba? Hiç sanmıyorum. Zaten 2002’den beri her seçimde neden yenildiklerini de bu yüzden idrak edemiyorlar. CHP ve HDP, milletin ilk kez sivil siyaset eliyle inşa etmeye çalıştığı yeni sistemin karşısında olmak bir yana, mevcut sistemin restorasyonu yönünde de tek bir yapıcı adım atmış değil. Madem, başkanlığa karşısınız ve parlamenter sistemin devamından yanasınız, o halde onun düzeltilmesi ve darbelere karşı kırılgan yapısının giderilmesi konusunda tekliflerde bulunun. Yapıcı öneride bulunmak şöyle dursun, cumhurbaşkanlığı sisteminin gelmesi halinde ülkenin tek adamlığa gideceği, eyaletlere bölüneceği, diktatörlük, saltanat vb diye uzayıp giden bir umacı listesiyle halkın huzuruna çıkıyorlar. Bakalım, gerçek öyle mi?  

İlk olarak, tek adamlıktan başlayalım ve CHP ile HDP’nin anladığı dilden konuşalım. Faraza bugün Türkiye Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Muhsin Yazıcıoğlu, Turgut Özal gibi milletin gönlünde taht kurmuş liderlerin önerdiği tarihlerde başkanlık sistemine geçmiş olsaydı, Tayyip Erdoğan ülkeyi 15 yıldır yönetiyor olabilir miydi? En fazla 2 dönem, yani toplamda 10 yıl yönetebilirdi; süresi de 2012’de bitmiş olurdu. Hoş, millet seçtikten sonra demokratik rejimde bir kişinin ülkeyi kaç yıl yönettiğinin hiçbir sorun teşkil etmemesi lazım ki, bu da ayrı bir hakikat… Bu çerçeveden bakınca, parlamenter sistem de pekâlâ “tek adamlık” olgusuna açık görünüyor. Gerçek şu ki, kendi halkı ve onun tercihleriyle kavgalı olan kişiye hiçbir sistem yaramaz!

İkinci olarak, dünyada onlarca farklı kombinasyon mümkünken, Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin federasyona ve sonrasında bölünmeye yol açacağı iddiası var. Bunu söyleyenler, ABD sistemini tek örnek sayıp onun bire bir kopyalanacağı algısından hareket ediyor. Oysa ısrarla vurguladığımız şey şudur: Türk tipi başkanlık, yani Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin temel niteliği onun üniter bir sistem olmasıdır. Almanya federal parlamenter sisteme, Rusya federatif bir yarı başkanlığa, Fransa üniter bir yarı başkanlığa, İngiltere monarşik bir parlamenter sisteme ve Güney Kore de bizdeki değişiklik önerisine benzer şekilde üniter başkanlık sistemine sahiptir. O halde, demek ki, farklı örnekler ve sentezler mümkündür. Rejimin Anayasadaki tarifi olan demokratik cumhuriyeti değiştirmek hiç kimsenin aklına dahi gelmediğine göre, bize uygun olduğu düşünülen bir sistemi halka sormanın ne gibi bir sakıncası olabilir?

Erdoğan değil Türkiye için

Üçüncü olarak, değişikliğin Erdoğan için yapıldığı iddiası dolaşıyor. Bunu söyleyenlere, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu anki sistemde idari olarak yapmak isteyip de yapamadığı ne var?” diye sormak lazım. Bürokratik atamalar, Meclis’ten geçecek kanunlar… Bunların hepsi, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın yürütme gücünü şu anki durumda uyumlu bir biçimde paylaşması sayesinde birer soruna dönüşmüyor. Ancak Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde bütün bu konular başbakan ile doğal kriz alanları oluşturuyordu. Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında sağduyulu yaklaşım sergilemesi büyük bir kriz çıkmasını engelledi, fakat mesela Şubat 2001’de Başbakan Ecevit’in soğukkanlılığını kaybederek Cumhurbaşkanı ile yaşadığı tartışmayı kamuoyuna ilan etmesi Türkiye’yi felakete sürükledi. 12 Eylül Anayasası’nın aşırı güçlerle donattığı cumhurbaşkanlığı ve yürütme erkini onunla paylaşan başbakanlık arasında ileride benzer çatışmalar yaşanması mevcut sistemin doğası gereği muhtemel görünüyor. Dolayısıyla sistem değişikliği Erdoğan için değil, Türkiye için yapılıyor ve mezkûr iddia bir yönüyle, 1930’da Serbest Fırka’yı kurdurarak demokrasiyi getirmek isteyen Atatürk’e “Bu değişikliği kendisi için istiyor” demek kadar abesle iştigaldir. Erdoğan da, tıpkı Atatürk gibi, kendisinden sonrasını düşünmekte, bu çift başlı yürütme gücünün felakete yol açmasından endişe etmektedir.

Atatürk partili cumhurbaşkanıydı!

Aslında bugün öngörülen sistemin cumhurbaşkanına parti üyeliği imkânı tanıması, onu Atatürk, İnönü ve Bayar dönemindeki sisteme yaklaştırıyor. Bilindiği üzere, partili cumhurbaşkanlığı sistemi, kendilerini II. Cumhuriyet’in kurucusu olarak gören 27 Mayıs darbecileri tarafından kaldırılmıştı! Şimdi 27 Mayıs Anayasası’nı hasretle ananlar, Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığını kaldırmanın ne büyük tehlike olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor. Peki, soralım o halde: 1961’den sonra gelen cumhurbaşkanlarının hangisi tarafsızdı? Ya da 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı, tarafsız olduğunu söyleyip kenara çekilseydi, şimdi nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk? Veya o gece, halkın seçtiği Erdoğan değil de, eski tarafsız cumhurbaşkanlarımızdan birisi olsaydı, böyle bir çağrı yapabilir miydi; yapsaydı da millet ona güvenip darbecilere meydan okumaya çıkar mıydı? O halde, tarafsızlık konusunda zihinleri netleştirmek gerek: Tarafsız olduğunu iddia edip gizlice taraf olan biri yerine, tarafını açıkça ortaya koyanı tercih etmek daha ahlaki bir tavırdır. Değil mi ki, pek çok Batılı demokraside gazete ve televizyonlar tarafsızlık masalı anlatmaktansa, açıkça siyasal görüşünü ifade eder ve böylece vatandaşı yanıltmamış olurlar. Bizde de siyasette benzer bir yaklaşım anayasal güvenceye alınmış oluyor. Hem, seçilmiş bir siyasetçi tarafsız olmaz; o elbette milletin tarafında olacaktır!

Koalisyon tarihe karışıyor

Öte yandan, koalisyonun tarihe karışması az bir nimet midir? Türkiye’de, başkanlık sistemine en çok benzeyen dönem olan hâkim parti deneyimleri, hem geniş meşruiyet zeminine sahip olmaları, hem de güçlü icra performansı sergileyebilmeleri sayesinde istikrarı ve hızlı büyümeyi getirdi. Hatta koalisyon döneminin günahlarını temizleme şerefi, hatalarını telafi etme şansı onlara nasip oldu. İşte, parlamenter sistemde hâkim parti döneminde kısmî olarak elde edilen ve aritmetik dengelere bağlı olan istikrar, başkanlık sisteminde tabii olarak mevcuttur. Zira bu sistemde Cumhurbaşkanı, doğrudan halk tarafından ve her halükarda yüzde 50’nin üzerinde bir oyla seçilecek. Ayrıca, 12 Eylül Anayasası’nın layüs’el/sorgulanamaz cumhurbaşkanlığı mantığı da kaldırılmış olacak. Mevcut anayasaya göre, Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetle yargılanabiliyor ve zaten vatana ihanetin cezası da kanunlarda açık biçimde tanımlanmış değil! Fakat yeni değişiklikle Cumhurbaşkanı’na cezai sorumluluk getiriliyor; TBMM üye tam sayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir, beşte üçünün gizli oyuyla soruşturma açma kararı verilebilir. Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen cumhurbaşkanı seçim kararı alamazken, üçte ikilik gizli oyla yüce divana sevk edilebiliyor.  Bunların dışında, mevcut sistemde Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’ne 14 üye atarken, değişiklikle birlikte 12 üye atayabilecek; HSYK’ya ise TBMM şu an hiçbir atama yapamazken, öngörülen sistemde 7 üye atayabilecek.

Bütün bunları bildikten sonra, seçilme yaşını 25’ten 18’e düşüren ve Meclis’i feshetmesi halinde kendi görev süresinin de sona ermesini kabul eden bir cumhurbaşkanının tek adamlığa gideceğini iddia etmenin izah edilebilir bir tarafı yoktur.

Ha, Tayyip Erdoğan milletin gönlündeki “tek adam” olabilir, o apayrı bir konu. Onu size açıklamaya bu sayfalar yetmez. 

[email protected]

Dr. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar