Darbeciliğin ektiği terör tohumları

Prof. Dr. MAZHAR BAĞLI Yıldırım Beyazıt Ünv. Öğretim Üyesi
23.02.2013

Bugün Kürt meselesinden bağımsız ve farklı bir şekilde hissedilen ve birçok başka dinamiklerle bağlantılı olan terör meselesinin tohumu 1960 darbesinde atılmış, filizlenen bu tohumların kök salması 1980 darbesiyle sağlanmış ve 28 Şubat darbesi ile örgüt artık bölgenin bir parçası haline gelmiştir/getirilmiştir.


Darbeciliğin ektiği  terör tohumları

Türt meselesinin mazisi bugün var olan etnik milliyetçilik referanslı hareketten çok çok eskilere dayanır. Esasında bu meseleyi çözümsüzlüğe sürükleyen yapı iki taraflı bir mekanizmadır.

Mekanizmanın bir tarafında örgüt ve bileşenleri vardır diğer tarafında ise örgütün de temelini oluşturan Türkiye’deki darbeler ve darbeciler vardır. Bu iki yapı ister birbiri ile organik bir ilişki içinde olsun ister olmasın, bu sorunun kendi doğasının dışına taşınmasını, nitelik değiştirmesini ve hepsinden de önemlisi toplumsal antropolojiye zarar verecek bir hale getirilmesini birlikte gerçekleştirmişler. Dünyadaki diğer etnik sorunlardan farklılaşan yönü de budur, çözümün zorlaşmasının asıl nedeni de... Var olan etnik sorunları çözmenin temel adımlardan birisi olan demokratikleşmenin tek başına yetmemesinin nedeni de bu sorunun artık toplumsal bir boyut kazanmış olmasıdır. Peki nasıl bu hale geldi? Bu serüveni sanırım pek çok kişi biliyor ama kimi somut örnekler üzerinden anlatmak konuyu değerlendirmek açısından daha sağlıklı bir yol olabilir. Hatırlanacaktır, 1960 darbesinden sonra cuntacıların bu alandaki en önemli politikalarından birisi de Kürtlerin kendi kimlikleri ile yeni sürece, yani demokratikleşen devlete entegre olmaya başlamalarını durdurmaktır. Bu konuda çok önemli bir kapı aralamış olan ve bölgeye tek partiden çok daha farklı bir pencereden bakan, halkı güçle değil merhametle ve demokrasi ile kazanmak isteyen, devlet ile millet arasındaki bariyerleri kaldırmaya çalışan DP geleneğini bitirmektir ki Sivas kampının arkasında da bu refleks vardır.

İlk operasyon Sivas Kampı

Kürt meselesini sivil siyaset alanında tutacak ve dönüştürecek potansiyele sahip olan aktörlerin bir an önce toplum dışına çıkarılma operasyonudur da aynı zamanda. DP’ye oy veren ve onun politikalarını tercih eden herkesin ama özellikle de Kürtlerin bu tercihi yapmaya pişman edilmesinin bir başka dildeki adıdır 1960 darbesi. Darbenin temel hedefi Menderes ile birlikte yönetime kısmen dahil olduğunu düşünen Kürtlere haddini bildirmektir. Onları kimliklerinden arındırmaktır. Darbecilerin baş aktörlerinden birisi olan Cemal Gürsel’in Diyarbakır’da halka hitap ederken: Kürt olduğunu söyleyenin “yüzüne tükürün” ifadesini kullanırken sıradan bir ret düşüncesi ile konuştuğunu sanmak büyük bir saflık olur.

Karşısındaki kitlenin Kürt olduğunu bile bile böyle bir ifadeyi kullanmasının çok özel bir nedeni olması gerekmez mi? Kürtlere hitap ederken onları ‘aşağılamanın’ psikopatça bir duygu ile salt bir hakaret için ya da muhatabının zekası ile alay etmek için yapıldığı söylenebilir ama asıl neden etnik kimlik üzerinden siyasi bir yapının bir an önce tesis edilmesi/ettirilmesidir. Daha doğrusu bu projenin tohumlarını ekmektir. Aslında hitap ettiği kişileri etnik olarak “Kürt” görmediğinden dolayı bu ifadeyi kullanmıyor, muhataplarının etnik olarak “Kürt” olduğunu tabi ki biliyor ve bu varlığı nasıl yok hükmünde gördüğünü bizzat onlar üzerinden onlara dayatarak uyanacak olan etnik bilincin yönünü ve niteliğini belirlemek istiyor.
1980 darbesi ise ekilen bu etnik faşizmin tohumlarının filizlenmesi, ama özellikle de “gürleşerek” filizlenmesi için yapılmış bir operasyon oldu. Elbette bu ülkede bir Kürt meselesi vardı ve elbette bu sorun etnik bir milliyetçiliğe de dönüşecekti. Bu işin doğal işleyişidir. Ama işin bugünkü haliyle içinde akla hayale gelmeyen pek çok unsurun yer etmiş olması ve hepsinden de önemlisi kanlı bir yapıya dönüşmüş olması bu operasyonların özel çabaları ile olmuştur. Bu yapının içinde “kişi dışı” bir Kürtçülüğün, Kürtlere özgü somut kültürel ve toplumsal değerlerden çok daha önemli bir konumda olmasının nedeni de budur. Kenan Evren, daha sonraları “hata” olarak ifade ettiği “Kürtçenin yasaklaması” üzerinden darbe dönemi ile ilgili bir itirafta bulunuyor gibi görünse de durum esasında “cambaza bak cambaza” hokkabazlığına benzer bir şekilde dikkatleri bu alandaki asıl işleyişten başka bir yere çekmektir.

Bu dönemde dağa çıkanlar, okullarda Kürtçe konuşamayanlar değil zindanlarda işkence ile dışkı yedirilenler ve onların arkadaşları oldu. 12 Eylül darbesi için “cezaevlerinden dağa eleman gönderme operasyonudur” denilirse kim buna itiraz edebilir ki? Sadece ve sadece Kürt olduğu için tutuklanıp işkence gören birisinin dağa çıkmayacağı, ya da ileride nasıl bir ruh haline sahip olacağının bu sistem açısından hesap edilmemiş olmasını varsaymak son derece safça bir yaklaşım olur.

Tezgahı AK Parti bozdu

Her şey bir plan içinde yürütülmüştür. Ki bana göre bu planı ilk kez bozan siyasi hareket AK Parti oldu ve bundan dolayı da her iki kesimin de ortak hedefindedir. Zaten 2004 yılında örgütün tekrar kanlı eylemlere başlaması bu iki kesimin ittifakı ile olduğu bilinmektedir.

12 Eylül darbesinin eksik bıraktığını tamamlayacak olan iki operasyon daha var: zorunlu göç ve 28 Şubat post modern darbesi.

Önceleri PKK içinde olan ve daha sonra asıl işleyişi görüp bu yapıdan ayrılan ya da bu yapıyı yakından tanıyıp Kürt etnisitesinin hakları ile ilgili çalışmalarına farklı bir platformda devam ettiren pek çok yazar-çizerin üzerinde ittifak ettiği konulardan birisi de şudur; Abdullah Öcalan ta başından beri PKK gibi bir örgütlenmenin Kürtler arasında kolay bir şekilde kök salmayacağının farkındaydı. Çünkü Kürtler kır kökenli bir kavimdirler ve bu yapının kırsal alanda tutunmasının çok zor olduğu bilinmekteydi. Bu ideoloji (Marksist PKK ideolojisi) ancak metropollerin periferisinde yer edinebilir. O halde Kürtlerin zorla metropollerin periferisine sürgün edilmesinin de bu amaç için olduğunu söylemek komplocu bir yaklaşım olmayacaktır. 1990’larda köylerin yakılmasını bir de bu açıdan okumak gerekir.
Burada bir parantez açıp örgütün metropollerin periferisinde nasıl tutunduğu ile ilgili örnek bir merkez olan Mersin’e, burada yaşanan bir olay üzerinden bakalım. Malum, Mersin cuntacıların ve halk düşmanlarının bu coğrafyadaki farklılıkların hangi dinamikler üzerinden birbiri ile çatıştırabileceklerinin kurgulandığı bir merkezdir. Türkiye’deki bütün kesimler burada var hem de Türkiye’deki siyasi eğilimin oranı ölçüsünde... Halkın kimi refleks ve duyarlılıklarını somut olarak ölçmek ve izlemek için özel bir proje ile bu yapının oluşturulduğunu düşünenlerden birisiyim.

Zorunlu göçlerin etkisi

1990’larda köyleri yakılan ve zorla coğrafyalarından koparılan Kürtlerin ilk göç ettikleri merkezlerden birisidir aynı zamanda Mersin. Göç edenlerin doğal olarak bir değişim yaşamaları ve yeni hayatlarına uygun bir yaşam tarzı ve ideoloji sahibi olmaları beklenir. Toplumsal değişimin temel kuralı da budur zaten. Tam da bu esnada, bu göçü planlayanların hesaba katmadığı bir gelişme olur. Şırnak’ın Cizre ilçesinden Şeyh Seyda ailesinden birisi Mersin’de Göç-Der adında göç edenlerin sorunları ve bahsi geçen bu yeni yaşam biçimine uyum konusunda yardımcı olacak bir dernek kurar. Derneğin faaliyetleri ağırlıklı olarak geleneksel ve kültürel değerlerin korunmasıdır. Doğu’dan göç edenler yoğun bir ilgi gösterirler ve dernek, göç konusunda kurulan ilk sivil toplum kuruluşu olmasından dolayı da hem iç kamuoyu hem de dış kamuoyu tarafından dikkatle izlenir. Ancak her iki tarafın da hesaplarına uymayan bir düşüncenin ve siyasi tavrın gelişmesini sağlayan bu dernek ciddi rahatsızlıklara neden olur ve 28 Şubat sürecinin başlaması ile operasyonların yapıldığı ilk merkezlerden birisi olur ve çok kısa bir süre sonra dernek el değiştirir, ya da değiştirilir.

Bu konunun daha net anlaşılması için Mersin’deki seçimlerin sonuçlarına kaba bir göz atmak yeterli olacaktır. 28 Şubat’tan önce hiçbir varlık gösteremeyen kim siyasi çevrelerin bu post modern müdahaleden sonra nasıl palazlandıkları açık bir biçimde gözlemlenebilir. Keza çok benzer bir durumu Hakkarili bir dostum da bana anlatmıştı. “Devrimci birisi olarak Hakkari’deki yoğun muhafazakarlaşmadan duyduğum endişe Çevik Bir’in post modern darbesi ile dağıtıldı ve daha durumu tam olarak anlayamamıştım ki örgüt geldi ve buraya yerleşti” demişti. Ona göre BÇG’nın asıl hedefi bölgenin sahip olduğu temel sosyolojik dokunun değiştirilip örgüte uygun bir zemin haline getirmekti ki bu projenin devamında söz konusu çevrenin bölgedeki dindarlaşmaya karşı laik-askeri bürokrasi ile işbirliğine hazır olduğunu deklare ettiği hatırlanacaktır.


Bugün Kürt meselesinden bağımsız ve farklı bir şekilde hissedilen ve birçok başka dinamiklerle bağlantılı olan terör meselesinin tohumu 1960 darbesinde atılmış, filizlenen bu tohumların kök salması 1980 darbesiyle sağlanmış ve 28 Şubat darbesi ile örgüt artık bölgenin bir parçası haline gelmiştir/getirilmiştir.
Bütün bunların bir “hata” sonucu veya “cahillikten” kaynaklandığı söylenebilir mi?

[email protected]