12 Mart komutanlarından Muhsin Batur, “Darbe suç olsaydı, biz yargılanırdık” demişti. Batur’un sorusunu sanki bugün İkitelli ağaları soruyor: “Darbeye destek suç olsaydı, yargılanırdık.” Eğer 28 Şubat bir darbeyse ve yargılanıyorsa, 28 Şubat’a katılan medya da yargılanmalıdır.
Dr. MURAT YILMAZ/ Siyaset Bilimci/ [email protected]
1999 seçimlerinde milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın TBMM’de yemin etmesinin Bülent Ecevit’in önderliğinde bir grup tarafından başörtüsü yüzünden engellenmişti Gülerce’nin bu engellemeyi, aksi halde darbe olurdu şeklinde değerlendirmesi ve meşrulaştırması üzerinde durmak gerekiyor. Üzerinde durulması gereken ilk husus, bunun bir tür suç duyuru olmasıdır. Çünkü burada engellenen bir darbe teşebbüsünden bahsediliyor. Bu iddia yeni ve soruşturulması gerekiyor.
‘FAYDALI GAZETECİ!’
Türkiye darbelerle ve darbecilerle yüzleşiyor, hesaplaşıyor. Balyoz davasının neticelenmesiyle 326 üst düzey subay ve generalin ağır bir cezaya mahkum edilmesi, askeri müdahale ve bürokratik vesayet döneminin sona erdiği güçlü bir şekilde ilan etmiş oldu. Ancak Balyoz davası kararları açıklandıktan sonra Balyoz davasında “faydalanılacak gazeteciler listesi”nde yer alanlar başta olmak üzere, darbe dönemlerinin faal medya organları ve mensuplarının Balyoz kararları aleyhine bir kampanya başlattıkları görüldü. Türkiye’de darbe döneminin bittiği ve demokratikleşmede gecikmeler yaşandığı için AK Parti’nin eleştirildiği bir dönemde, Balyoz davası kararlarına karşı başlatılan kampanya demokrat ve sivil çevrelerde soğuk duş etkisi yarattı.
Balyozcuların nedamet getirmeden kendilerine komplo kurulduğu yalanlarına, 2002 sonrası darbe teşebbüslerini bilen ve hatta bu istikamette yazılar yazmış kimi gazetecilerin katılması, kimilerinin de bildiklerini anlatmayarak sessizce Balyozcuları desteklemesi, ister istemez darbeciler sadece askerlerden mi ibaret ve medyanın darbelerdeki rolü ne, sorusunu tartışmaya açtı. Medyanın darbe sürecinin hazırlanması ve darbenin icrasında üstlendiği rol, bugünlerde 28 Şubat darbesinin incelendiği Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’ndaki sorgulamalarla gündeme oturmuş durumda.
Bir dergiyle 27 mayıs
Devam eden 28 Şubat davasıyla beraber pandoranın kutusunun açıldığı darbe-medya ilişkilerinin tarihini hatırlayarak konuya girmek yerinde olacaktır. Halihazırda çeşitli darbe ve darbe teşebbüsleri etrafında yürüyen bir çok dava ve soruşturma var. Balyozda bir sivil memur dışında sivilin yargılanmaması dikkat çekiciydi.
Ancak Balyoz iddianamesinden anlaşıldığı kadarıyla eksik teşebbüsün tamamlanması safhasında, “faydalanılacak gazeteciler”le müşterek mesai de yer alıyor.
9 MART KARARGAHI
Türkiye’deki darbelerin sadece askerlerin işi olmadığı “darbelerin anası” 27 Mayıs 1960 darbesinden itibaren biliniyor. Geçenlerde Kurtul Altuğ, Ulusal Tv’de basının önemini ve halihazırdaki basının yetersizliğini anlatmak üzere, “Biz bir dergiyle 27 Mayıs’ı hazırlamıştık” diyordu. 27 Mayıs’a basının katkısının bir dergiden ötede olduğunu biliyoruz. 27 Mayıs’tan sonra darbe içinde darbe yapmak ve bir tür Baas rejimi kurmak isteyen 14’lerin, sonradan basında çok önemli yerlere gelecek isimlerle bir gazete kurdurdukları ve kendileriyle hareket etmeyen basını 14’lerden Muzaffer Özdağ’ın “Doğudaki ağaları sürdük, sıra Babıâli ağalarında” sözüyle tehdit ettiği biliniyor. 14’lerin bu tehditleri karşısında CHP ve Babıâli ağaları, darbecilerin diğer kanadını destekleyince 13 Kasım’da sürülen 14’ler oldu.
Üzerinde durulması gereken bir husus da Hüseyin Gülerce’nin Ecevit’in yaptığı haksız ve hukuk dışı bu fiili durumu meşrulaştırması ve “darbecilerin elinden bir kozun alınması” olarak görmesidir. abıâli ağaları öyle güçlüydü ki, darbecileri arasındaki fraksiyonları dahi tasfiye edebiliyordu.
Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerinde gazetecilerin rolü malum ama bu teşebbüsler yargılanırken de ne basın ne de Aydemir’in sivil ortakları yargılandı. 12 Mart’tan önce yapılması düşünülen 9 Mart darbesinin de karargâhlarının bir takım dergi ve gazeteler olduğu biliniyor. Ancak 9 Mart yargılamaları, ordu içindeki tasfiye ile sınırlı tutulduğu için bu hikayeleri yıllar sonra Hasan Cemal başta olmak üzere dönemin aktörlerinin hatıralarından öğrenebildik. 12 Eylül 1980 darbesinde basının rolü nedense sadece darbe sonrası şakşakçılığıyla ele alındı, alınıyor. Halbuki asıl rol, 12 Eylül öncesi dönemin kudretli generallerinden Bedrettin Demirel’in ifadesiyle “ihtilalin olgunlaşması” sürecinde aranmalıdır. 12 Eylül öncesinde siyasi kutuplaşmanın artışında ve ihtilali olgunlaştıracak özel harp operasyonlarında ve psikolojik harpte basının rolü, hala anlaşılabilmiş değildir. Bu dönemdeki yaygın terör olayları, basının rolünü maskelemiştir.
Türkiye’nin örtülü bir darbe yaşadığı 1993 yılında medyanın rolü de, bu bakımdan kayda değerdir. Darbe silsilesi içinde medyanın asıl olarak, rolünü ballandıra ballandıra oynadığı dönem 28 Şubat sürecidir. 3 Kasım 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, orgeneraller arasında yapılan toplantılarda Özden Örnek’in Darbe Günlükleri’nde anlatıldığı üzere İlker Başbuğ’un “Halk 28 Şubat sürecinde olduğu gibi hazır değil” demesi bu bakımdan anlamlıdır. Daha sonra bugün Ergenekon’da yargılanan bir takım generallerin medya patronlarıyla görüşmelere başlaması ve bugün yargılanan internet andıcıyla medyanın yönlendirilmesi faaliyetleri hep “28 Şubat başarısı” sebebiyle yaşanan yoldan çıkmalardır. Bu bakımdan darbelerde basının rolü ele alınırken, bilhassa 28 Şubat süreci üzerinde durulması isabetlidir.
‘Halk darbeye hazır değil’
28 Şubat süreci, bugün yargı ve yasama tarafından soruşturuluyor. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonun 28 Şubat Alt Komisyonu, dönemin medya patronlarını ve yöneticilerini komisyona davet etti. Dönemin medya patron ve yöneticilerinin açıklamaları, kamuoyunun hafızalarını tazelerken tartışmayı da yeniden başlattı. Çünkü darbeler içinde kamu vicdanını en çok rahatsız edenlerin başında, 28 Şubat ve bu süreçte basının rolü geliyor.
28 Şubat’ta, ordu içi dengeler ve ABD’nin askerlere doğrudan darbe yapmadan, anayasal kılıflar içinde dolaylı bir darbe yapın anlamına gelecek mesajı dolayısıyla klasik darbe formatının dışında bir müdahale yaşandı. Bu yüzden 28 Şubat bir tür post-modern darbe olarak adlandırıldı. Aslında 28 Şubat’ta da ordu siyasete müdahale etti, yani siyaset yaptı. Farklılığı anlayabilmek için evvela siyasetin basit fakat evrensel tanımını hatırlamak faydalı olacaktır. Siyaset zor ile rızanın toplamından oluşur. Şartlara ve diğer aktörlere göre, bu iki unsurunun şekli ve oranı değişebilir. Ancak ne tamamen zordan ne de tamamen rızadan ibaret bir siyasetten bahsetmek mümkündür. Bu bakımdan sadece zor unsurunun kullanıldığı klasik darbelerde de, halkın çoğunluğunun veya bir kesiminin ikna edilmesi hayati önemdedir. Zaten medyanın rolü de, bu noktada gündeme gelmektedir. Halkı ikna etmek için yapılan psikolojik harp, özel operasyonlar ve kontrgerilla faaliyetleri medyanın desteği olmadıkça işe yaramaz. Hatta medya ve medyanın bir kısmı, darbecileri desteklemek yerine onlarla mücadele ederse, bu operasyon ve faaliyetleri teşhir ederek tam aksine darbeciler aleyhine bir kamuoyu oluşturmak da mümkündür. 28 Şubat süreci bu bakımdan da sonraki dönemlerde, 2002 sonrasında darbecilerle mücadele ederken dikkate alınan bir örnek olmuştur.
28 Şubat sürecinde ordu “zor” unsurunu kullanmakta sınırlanınca, Refah-Yol hükümetini dönemin aktif darbecilerinden Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın ifadesiyle “bu sefer silahsız kuvvetlerin” hükümeti devirmesi sağlanmak istenmiştir. Silahsız kuvvetlerin sıklet merkezini ise medya teşkil etmektedir. Ancak buradan medyanın orduda darbe kararı alındıktan sonra, kendisine verilen görev dahilinde darbe sürecine katıldığı şeklinde bir anlam çıkması, medyanın 28 Şubat’taki rolünün eksik bir şekilde anlaşılmasına yol açacaktır. Nitekim Meclis Araştırma Komisyonu’na bilgi veren medya patron ve yöneticileri, “ordu karar vermişti, biz de korktuk ve verilen görevleri yerine getirdik... Kabahat siyasi iktidarındır, dirayet gösterseydi ve direnseydi darbe başarılı olmazdı. Bugünkü gibi bir siyasi iktidar ve Başbakan olsaydı, darbe olmazdı. Tabii bu arada biz de korku icabı bazı yanlış şeyler yaptık. Keşke bunların hiçbiri olmasaydı... Bilhassa birkaç meslektaşlarımıza yönelik Genelkurmay andıcına uyarak onları hedef gösteren yayınlardan çok pişmanız, ayıp oldu” mealindeki açıklamalarla medyanın gerçek sorumluluğunun üzerini örtmeye çalışıyorlar.
Medyanın nefret söylemi
Medyanın 28 Şubat’taki rolünü anlayabilmek için tek parti döneminden itibaren medyanın dönüşümünü, ideolojisini ve sermaye yapısını ele almak lazım. Tek Parti döneminde basın üzerindeki ağır baskılarla dönüştürülmüş ve muhalefet susturulmuştur. Bu baskılar, darbe dönemlerinde de tekrar etmiş ve merkez medya 27 Mayıs’tan sonra kurulan bürokratik vesayet sisteminin ayaklarından biri haline gelmiştir. Vesayet sistemin diğer ayaklarından biri olan Cumhuriyetin ve darbelerin “koruyup kolladığı” büyük sermayenin fiili ortağı haline gelen merkez medya, vesayet sistemini tehdit eden siyasi aktörlere ve toplumsal kesimlere karşı açıkça siyasi ve ideolojik bir mücadelenin tarafı haline gelmiştir.
1990’lı yıllarda Refah Partisi’nin yükselmesi karşısında bu tarafgirliğini 8 sütuna manşet duyuran medya, fiili ortağı büyük sermayeyle beraber, yükselen taşra sermayesi ve onun medyadaki atakları karşısında bir beka sendromuyla bu kesime karşı 28 Şubat sürecinden önce bir nefret kampanyasını yürütmeye başlamıştı. İktisadi kaynakların iktisadi dinamik ve rasyoyla değil, siyasi önceliklerle dağıtıldığı dönemde gelişen büyük sermaye ve medyanın bu nefretinin tarihi, sosyolojik ve iktisadi nedenleri vardı. Tacitus’un sözü bu nefretin gerekçesini ortaya koyuyor. “İnsan doğası gereği, kime zarar vermişse ondan nefret eder.”
Medyanın bu nefret söyleminin darbe teşebbüslerinden önce olduğu dikkate alınırsa, ordunun mu medyaya görev verdiği yoksa medyanın mı orduyu göreve çağırdığı anlaşılabilir. Medya daha 28 Şubat gelmeden ortaya koyduğu nefret söylemiyle 28 Şubat’ın iklimini hazırlamıştı. 28 Şubat süreci başladıktan sonra ise medya ordunun gizli açık emir talimatlarıyla açıkça psikolojik harbin yürütücüsü ve zemini haline geldi.
Genel olarak darbe özel olarak 28 Şubat atmosferi, henüz tam anlamıyla ortadan kalkmış değil. Yer yer muhafazakâr basında da bu istikamette örnekler bulmak mümkün. Bu meyanda Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin Komisyona verdiği ifadede “Ecevit, Merve Kavakçı’ya o çıkışı yapmasaydı belki darbe olacaktı. Darbecilerin elindeki bir kozu almış oldu” sözleri 28 Şubat-medya ilişkilerinin üzerinde durulması gereken bir başka yönünü işaret ediyor... Önce hadiseyi hatırlayalım. 1999 seçimlerinde milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın TBMM’de yemin etmesinin Bülent Ecevit’in önderliğinde bir grup tarafından başörtüsü yüzünden engellenmişti Gülerce’nin bu engellemeyi, aksi halde darbe olurdu şeklinde değerlendirmesi ve meşrulaştırması üzerinde durmak gerekiyor. Üzerinde durulması gereken ilk husus, bunun bir tür suç duyuru olmasıdır. Çünkü burada engellenen bir darbe teşebbüsünden bahsediliyor. Bu iddia yeni ve soruşturulması gerekiyor.
Üzerinde durulması gereken ikinci husus ise şu, bu darbenin engellenmesi iddiasıyla yapılan, yani seçilmiş bir milletvekilinin başörtüsü yüzünden yemin etmesinin ve milletvekili olarak görev yapılmasının engellenmesinin hukuki durumudur. Bu durum, bir tür darbe değilse nedir? Darbe tehdidiyle yapılmış bir başka darbe. Ordunun darbe yapması korkusuyla darbeyi taşeron olarak üstlenen DSP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit eliyle yapılan küçük ve sivil bir darbe... Üzerinde durulması gereken üçüncü husus ise, Gülerce’nin Ecevit’in haksız ve hukuk dışı bu fiili durumu meşrulaştırması ve “darbecilerin elinden bir kozun alınması” olarak görmesidir.
Gülerce’nin bu değerlendirmesi, bana 28 Şubat sürecinde Kırıkkale Üniversitesi’nden atılan Alev Erkilet’in hikayesini hatırlattı. Erkilet, bizzat YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün müdahalesiyle üniversiteden atılmıştı. Erkilet Türkiye, Mısır ve İran’daki İslamcı hareketin karşılaştırıldığı başarılı bir doktora tezi hazırlamıştı. Tez kitap olarak yayınlanırken yayınevi kapağına Humeyni’nin de yer aldığı fotoğraflar koymuştu. Nitekim Gürüz katıldığı bir televizyon programında Erkilet’in atılmasını bu kapakla meşrulaştırmaya çalışmış ve böyle kitap kapağı olan kişilerin atılması kaçınılmazdır, demişti. Gürüz’ün kendini böyle savunması anlaşılabilir bir şey. Ancak daha o günlerde bazı muhafazakâr arkadaşların “Bu atmosferde Humeyni kapağa konur mu?” diyerek Erkilet’in atılmasında hatayı, atanlarda değil mağdurda bulan tavrına ne demeli? Bu tavır meşru değil ama belki o günlerin zehirli atmosferinden dolayı anlaşılabilirdi. Zaten Gülerce de ifadesinde “Yanlış atmosferden hepimiz etkilendik” diyor. Peki, ama aradan 14 yıl geçtikten sonra dahi, Merve Kavakçı’ya yapılan açık haksızlığı meşru, Ecevit’i haklı ve üstelik demokrasiyi kurtaran kahraman olarak görmek nasıl izah edilecek? 28 Şubat atmosferinin etkisi hala devam ediyor mu?
Darbe suçsa medya da yargılanmalı
Taraf gazetesinin 28 Şubat’tan 12 yıl sonra 28 Şubat 2009’da yayınladığı bir belgede Genelkurmayın gizli bir genelgesinde medyaya verilen görev teşhir ediliyordu. Çevik Bir imzalı gizli belgede, Milli Görüş Hareketinin 2000’de yüzde 34, 2005’de yüzde 67 oy alarak iktidara gelerek rejimi değiştireceği iddia ediliyor. Dindarlaşmanın irtica ve dolayısıyla tehdit olarak takdim edildiği genelgede laik kesimin aymazlık içinde olduğu ve bu gidişe dur demenin orduya düştüğü ancak ordunun bunu medya ve sivil toplumu kullanarak yapacağı ifade diliyor. Genelkurmayın 28 Şubat sürecinde medyayı bu belgede öngörüldüğü gibi tepe kullandığı bugün biliniyor. 12 Mart darbesinin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, “Darbe suç olsaydı, biz yargılanırdık demişti”. Darbe yargılamaları ve Balyoz kararları darbenin suç olduğunu artık gösterdi. Şimdi 28 Şubat darbesini yapan askerlerin yanında suç ortaklarının yer alması, darbe medya için de bir suç mu değil mi soruna bir cevap teşkil edecek. Eğer bu olmazsa, 28 Şubat yargılamalarından çıkabilecek mahkûmiyetlere karşı Balyoz davası kararlarına karşı olduğu gibi yeni bir kampanya bekleyebiliriz. Muhsin Batur’un sorusunu sanki bugün Babıâli veya İkitelli ağaları soruyor: “Darbeye destek suç olsaydı, yargılanırdık.” Eğer 28 Şubat bir darbeyse ve yargılanıyorsa, 28 Şubat’a katılan medya da yargılanmalıdır. Meclis 28 Şubat Komisyonunda her gün yeni bir ifşaat ve tahlille konu aydınlanıyor ama Yavuz Donat’ın şu sözü meseleyi çok sarih bir şekilde ortaya koyuyor. “Medya desteği olmasaydı 28 Şubat olmazdı.”