Darbeler dönemi bitti mi?

Dr. CENGİZ YAVİLİOĞLU/Erzurum Milletvekili, Darbe ve Muhtıraları Araş. ve İn. Kom. Üyesi
13.10.2012

Halkın tercihlerini özgür bir şekilde kullanamadığı bir yönetimi demokratik olarak nitelendirmek imkansızdır. Demokratik bir ülke yönetiminde sivil iradenin ortakları olmamalıdır. Eğer ortaklar varsa, düşük yoğunluklu da olsa darbe devam ediyor demektir.


Darbeler dönemi bitti mi?

Son zamanlarda, demokratikleşme sürecinde yaşanan gelişmelere bağlı olarak, bazı entelektüeller, eski paşalar, gazeteciler de dahil olmak üzere toplumun bir kesiminde Türkiye’de bundan sonra artık bir daha darbe ol(a)mayacağı şeklinde bir kanaat oluşmaya başladı. Başka bir kesimde ise, darbelerin gerekçelerinin henüz ortadan kalkmadığı gerekçesiyle bu düşüncenin “eksik bir doğru” olduğu yönünde düşünceler devam etmektedir. Tabi ki bu düşüncenin oluşmasının haklı ve önemli gerekçeleri bulunmaktadır. Her şeyden önce Türkiye’de artık darbeciler yargılanmakta, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini yapanlar yargı önüne çıkarılmaktalar. Bir kısım emekli ve muvazzaf askeri personel, darbeye teşebbüs (Balyoz) suçundan yargılandı ve ceza aldı. TBMM, demokrasiye müdahale niteliği taşıyan 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisanı araştırıyor. Cumhuriyet tarihinde ilk defa sivil irade (Meclis) kararlı bir şekilde darbelere karşı tavır aldı. Ergenekon gibi darbeye zemin hazırlayacak girişimlerin yargılama süreçleri de devam ediyor. Diğer taraftan 2003 sonrasında yapılan; 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile yargı başta olmak üzere devlette daha demokratik bir yapının sağlanması, DGM’lerin kaldırılması, işkenceyi önleyecek düzenlemelerin yapılması, faili meçhul cinayetlerin üzerine gidilmiş olması, bilgi edinme yasası ile vatandaşların kendisine veya devlete ait bilgilere rahat ulaşması, düşünceyi ifade etmenin önündeki engellerin önemli kısmının kaldırılması, anadilin kullanımına yönelik yasakların azaltılması, MGK’da sivilleşmenin artırılmış olması, askerlerin askeri suçların dışındaki suçlarda sivil mahkemelerde yargılanmalarının sağlanması, vatandaşlara insan hakları ihlallerinden dolayı Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınması, liselerde okutulan Milli Güvenlik derslerinin kaldırılması gibi düzenlemeler de “bir daha darbe ol(a)mayacağı” fikrini kuvvetlendirmiştir.

Yargı, Meclis ve hükümet alanlarında yaşanan/gerçekleşen bütün bu süreçler, sivil alanı genişletip darbe dönemine ait anayasal-yasal düzenlemelerle özgürlükleri sınırlandıran uygulama alanlarını daraltmaktadır.

Türkiye’de darbe şartları azaldı

Daha demokratik toplum ve devlet olma çabaları çerçevesinde yukarıda sıralanan alanlarda yaşanan çok önemli gelişmelere rağmen “acaba darbeleri tekrar yaşar mıyız?” diye bir endişeden tamamen kurtulduğumuzu da söylemeyiz. Bu endişeye neden olan hususların temelinde, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde oluşturulan yasal, kurumsal, toplumsal, ekonomik ve politik yapının, sınırlı bir dönem için değil sürekli veya uzun süreli kurgulanmış olmalarıdır. Uygulamalar bu kurgunun önemli bir yaşam alanı bulduğunu göstermektedir. Gerçekten de darbe ve muhtıraların sonrasının en önemli ortak özellikleri; süreli değil sürekli olmalarıdır.

Mesela; Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin politik alan (hükümet) karşısındaki konumu, etkisi ve hükümet kararlarındaki belirleyicilikleri; MGK ve MGK Genel Sekreterliği tarafından oluşturulan ve hükümetlere buna göre politika yapmaları ve karar süreçlerini oluşturmaları tavsiye edilen “milli” strateji belgeleri; Askeri İç Hizmet Kanunları ve bu kanunların devletin huzur ve düzenini sağlamada askere yetki vermesi, böylece müdahalenin kanuni meşruiyetinin sağlanması; Askeri Ceza Kanunu başta olmak üzere, askeri alanı özerkleştiren asker - sivil yargı ayrılığının yaratılması (28 Şubat sürecinde bu ayrılığın neden olduğu büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır); Anayasada hak ve özgürlüklerin sınırlandırılarak, kamu kurumlarının yetkilerini, üniversitelerde olduğu gibi, temel hak ve özgürlükleri daraltacak şekilde genişletmeleri; Askeri okullara alınacak öğrencilerde, adaylar arasında eşitliği bozan bilgi-beceri dışında başvuru şartlarının ve uygulanan kuralların olması; Askeri okullardaki eğitim-öğretim müfredatının demokrasinin gerektirdiği sivil-asker ilişkisini oluşturmaya yeterli katkı sağlayamaması; Bazı şirketlere piyasa rekabetini bozan ve haksız fırsat yaratan istisnai konum ve muafiyet kazandırılması; Askeri harcamalara yönelik denetimlerin, diğer kamu kurumlarından farklılık arz etmesi; Hatta Anaya Mahkemesinin, esastan verdiği bazı kararlarda da gözüktüğü gibi, Meclisin (halkın) tercihlerine müdahale etmesi; Anayasa ve yasalarla düzenlenmesi gereken hususlarda, Anayasa Mahkemesinin ve Yargıtay’ın halkın egemenlik hakkını gasbetmek suretiyle, özgürlükleri daraltıcı içtihatlarda bulunmaları; (1960 Darbesi sonrasında oluşturulan Senato’nun da aynı şekilde siyaset kurumu üzerinden halkın tercihlerini düzenleyici ve denetleyici bir rolü vardı ve seçilmişlerin yetki ve sorumluluk alanlarını daraltmaktaydı.)

Hiç şüphesiz son darbe girişimleri de kaynağını, meşruiyetini ve gücünü, yukarıda örneklendirilen anlayış zemininden ve uygulamalardan, kurumsal yapılardan ve kanunlardan almışlardır. İşin ilginç yönü, bazı sivil kurum/kuruluşlarının da benzer anlayışa ve darbeler için meşruiyet arayışlarına sahip olmalarıdır.

Tüm bu nedenlerden dolayı, son Balyoz Darbe Teşebbüsü yargılama sonuçlarına/süreçlerine bakarak Türkiye’de bir daha darbelerin olmayacağını/olamayacağını söylemek biraz zordur. Şurası bir gerçektir ki eskiden olduğu gibi, rahat bir şekilde darbe zemini oluşturulamayacak ve rahat bir şekilde darbe yapılamayacaktır.

Fakat bazı sivil kesimlerde de (partiler, sendikalar, basın, üniversite personelleri, yargı mensupları vs) militarist anlayış değişmeden darbeler tamamen yok olmaz. Zira, darbe yapma düşüncesi taşıyan asker-sivil kesimler, yine yukarıda sıraladığım kaynaklar aracılığıyla sürekli beslenecek zemin ararlar.

Darbe tecrübelerinden elde ettiğimiz bilgiler neticesinde, darbe ihtimalini azaltan dört unsurun bulunduğunu söyleyebiliriz;

1- Darbelere konu edilen toplumsal, siyasal, ekonomik ve güvenlikle ilgili sorunları, halkın egemenliğinin tecellisi olan siyasal alanda (mecliste) tartışmak ve sorunlara sadece bu alanda çözüm aramak. Zira, sadece bu alan halkın egemenliğinin tesis edilebildiği ve halk adına egemenliğin kullanılabildiği yerdir. Dolayısıyla halkın egemenliğine kayıt ve şart konulacak askeri ve sivil başka alanlar oluşturmamak ve güç yaratmamak gerekir.

Kitlesel itiraz imkanı

2- Sivil alanı genişletmek. Bu bağlamda, bireysel hak ve özgürlükleri sınırlandıran, adaletsizlik ve eşitsizlik yaratan hem anayasal ve yasal kurallardan ve hem de devlete ait olan teamüllerden/geleneklerden, kurtulmak önemli bir adım olacaktır. Esas olan özgürlüktür. Özgürlükleri anayasada ve yasalarda tanımlamak ve kayıt altına almak, tanımlanmayan ve kayıt dışı kalanların yasak olduğu sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle sadece yasaklar tanımlanmalıdır. Böylece toplumsal alanı sivilleştirmek daha mümkün olacaktır.

3- Sivil toplum kuruluşlarını (STK) güçlendirmek, toplumsal ve siyasal sorunların çözümüne STK’ları ortak etmek. Kürt sorunu, eğitim (YÖK’ün yeniden yapılandırılması gibi) sorunu, çevre sorunu, anayasanın yeniden yazılması konusu ve bunlar gibi sosyal, ekonomik, siyasal ve güvenlik sorunlarının çözümüne STK’ları ortak etmek, bu kuruluşlar aracılığıyla bütün vatandaşların devlete aidiyet duygusunu güçlendirmesini sağlayabilecektir. STK’lar aracılığıyla toplumsal güven daha kolay oluşturulabilecektir. STK’ların sivil tecrübe aktarımı özellikleri nedeniyle, siyaset (hükümet) aracılığıyla elde edilen sivilleşmeye/demokratikleşmeye dönük kazanımların sürekliliğini de sağlayacaktır. Bu tecrübe aktarımı, darbe ve müdahale dönemlerinde kitlesel itiraz imkanını sunacaktır.

4- Yapılması gereken son husus ise; YÖK, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, üretim yapan birtakım şirketler, kooperatifler gibi, devlete ait olan birçok kurum ve kuruluşu millete ait kılmaktır. Devleti değil, milleti büyütmek, güçlendirmek gerekir. Millet büyüdükçe devlet zaten güçlenecektir. Bütün bu hususlar halk iradesine karşı müdahalesiz/darbesiz özgür bir ortamın varlığını ve sürekliliğini sağlamak için önemlidir. Halkın tercihlerini özgür bir şekilde kullanamadığı bir yönetimi demokratik yönetim olarak isimlendirmek imkansızdır. Nihayetinde demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesi değil, özgür halkın kendi kendisini yönetmesidir.

Sözün özü; demokratik bir ülke yönetiminde sivil iradenin ortakları olmamalıdır. Eğer ortaklar varsa, düşük yoğunluklu da olsa darbe devam ediyor demektir.

[email protected]