Darbeler karşısında edebiyat ve sanat

Hüseyin Su - Yazar
19.09.2015

Siyasalözne olduğunun bilincinde olmayan hiçbir yazarın ve sanatçının, varlığı, varlığın oluşunu ve bütün boyutlarıyla insanı kavraması mümkün değildir. Siyasal (açıdan da bir) özne olmayan, olamayan hiçbir sanatçıdan, yazardan, böylesine bir kavrayışı beklemek doğru olmaz. Çünkü hem böyle bir sanatçı hem de onun sanatı, soy sanatın asıl yatağının dışında bir yerlerde durmaktadır


Darbeler karşısında edebiyat ve sanat

Darbelerle birlikte yaşanan toplumsal sürecin edebiyata ve sanata yeterince yansımadığı, yansıdığı kadarının da bir taraftan bakıldığında yetmediği, edebiyatın, sanatın apolitik bir yerde durduğu, bu nedenle dilsizleştiği, egemen güçlerin edebiyatçıları ve sanatçıları sindirdiği, hatta kullandığı; diğer taraftan bakıldığında ise devrimlerin ve darbelerin yol açtığı toplumsal sorunlara ilgi duyan edebiyatın ve sanatın, tatmin edici bir dili ve yolu bulunamayan ‘siyasal edebiyat ve sanat’ sorunuyla malûl olduğu için bir türlü başarılamadığı konusu her türlü vesileyle gündeme geliyor ve tartışılmaya devam ediyor.

Kanaatimce her iki bakış açısı da önemli ölçüde doğruları ve kaygıları dile getiriyor. Evet, birer özne olmaları itibariyle sanatçılar, yazarlar, aydınlar, entelektüeller, akademisyenler, bilim ve din adamları, iş adamları, gazeteciler, toplumsal dinamikleri belirleyen, etkileyen ve yönlendiren bütün toplumsal kişiler ve kesimler, böyle zamanlarda dilsizleşip toplum karşısında gönüllü ve rütbesiz birer cuntacıya dönüşebiliyorlar; bu doğru. Diğer taraftan, bütünüyle sanat, edebiyat, yazı ve söz ölçülerinin, değerlerinin, kaygılarının bir yana bırakılarak her şeyin hemen birer silâha dönüşmesi ve sadece bir araçtan ibaret görülmesi beklenebiliyor, istenebiliyor; bu da doğru. Her iki durumda da söz ve yazı, ne yaparsa yapsın anlamını ve işlevini yitiriyor, güçsüzleşiyor.

Evet, yazarların ve sanatçıların, gerek sahih edebiyat ve sanat kaygısıyla, gerekse iktidar gücü karşısında düştükleri yerli yersiz korkuları ve çeşitli hesaplar yapmaları nedeniyle apolitik bir dile ve duruşa sahip oldukları doğrudur. Bu iki duruma da hem Türk edebiyatından hem de dünya edebiyatından her iki kaygı ve korkuyla malûl sayısız örnek gösterilebilir.

Edebiyat ve sanat, kendisini var eden ana dinamikleri ve temel ölçütleri itibariyle elbette politik gündeme teslim olmamalı. Doğrudan doğruya bu gündemi ele aldığında bile, her zaman politik gündemi aşan ve aynı zamanda da enine boyuna gündemi kuşatan, biçimlendiren bir dilinin ve düşünsel, siyasal paradigmasının, bakış açısının olması gerekir. Bunu başaramadığında, edebiyat da sanat da güncel medyaya dönüşür. Böylesine bir ‘politik gündeme teslim olmamak’ şeklindeki haklı kaygı, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde edebiyatın ve sanatın dilini, hünsa (cinsiyetsiz) bir dile de dönüştürememeli. Çünkü en zor koşullarda bile söylenmesi gereken doğruyu, hakikati, sorunu en güzel, en etkili ve hiçbir gücün susturamayacağı bir dille, hiçbir zaman silinemeyecek bir biçimde söylemek, ancak edebiyatın ve sanatın başarabileceği bir şeydir.

Sanat her şeye nüfuz eder

Yazar hiçbir koşulda diline, dilinin gücüne olan bu inancını yitirmemeli. Aksi takdirde daha baştan, siyasaya ve darbeler de dâhil her tür edebiyat ve sanat dışı etkinin gücüne ve sonucuna yenilmiş demektir. Çünkü sanat ve edebiyat, her sorunu ‘varlık’ bütünlüğü ve bağlamında, yaratılış, oluş ve uyanış (künfeyekûn) duyarlığıyla ele alır ve ne denli büyük, karmaşık olursa olsun o soruna nüfûz etmeye çalışır; eder de. Hiçbir korku ve kaygı, bu güçlü bilinci ve dikkati sönümlendiremez, önünü kesemez. Sanat ve edebiyat, tabiatı icabı topluma arkasını dönemez, toplumun dışında bir yerde hiçbir biçimde var olamaz. Kuşkusuz, araçsallaşmış bir sanat ve edebiyattan söz etmediğimizi ayrıcabelirtmeye bile gerek görmüyoruz.

Kuşkusuz bu bağlamda şunu eklemekte yarar var: Aidiyet bağını, bir sanat ve edebiyat bilinci olarak dokusunda, dilinde, duyarlığında göremediğimiz hiçbir sanat ve edebiyat çabası; yazar ve sanatçı, sahih değildir.

Bütün bu tartışmalar, kuşkusuz yalnızca Türk edebiyatının gündemi ve sorunu değil. Dünya edebiyatında da hem askerî darbelerden hem de siyasal ve kültürel devrimlerden sonra sanatın ve edebiyatın, toplumsal alt üst oluşları, siyasal baskıları veya siyasadan uzak nesneleşmeleri ne derece ve nasıl değerlendirdiği, yeni eserlere bu dönemlerin ve durumların nasıl yansıdığı, yansıyanların da ne kadar birer sahih sanat ve edebiyat eseri olup olamadığı tartışılmıştır. Örneğin, hem teknik hem de insanî boyutları itibariyle Gorki’nin Ana adlı romanı mı, yoksa Dostoyevski’nin Budala romanı mı daha başarılı bir edebiyat eseridir? Bu soruyu, edebiyatı ve sanatı araçsallaştıran politik, devrimci bir kaygıyla mı, yoksa bu kaygıları da kuşatan bir edebiyat, sanat, dil kaygısıyla mı cevaplayacağız?.. Kuşkusuz bir sanat ve edebiyat eserini ‘eser’ yapan, başarılı kılan onun konusu, malzemesi değil, dili, üslûbu, tekniği gibi edebiyat, sanat ölçütleriyle birlikte, ‘varlığın anlatılışı’ karşısında takındığı tutumu, durumudur. Buradan bakınca, kuşkusuz Budala’nın Ana’dan daha iyi bir roman olduğunu söylemek gerekecektir.

Sonuçta şuraya geliyoruz doğal olarak: Darbe dönemlerindeki her tür haksızlıkları, zulümleri, işkenceleri, devrimler dönemindeki siyasal, toplumsal çalkantıları en gerçekçi ve bütün trajik boyutlarıyla birlikte anlatan bir roman, öykü, şiir, tiyatro, resim, müzik, heykel gerçek bir sanat eseri olabilir mi? Sadece bu gerçekleri anlatmak yeterli olabilir mi? Böyle bir eseri edebiyat ve sanat ölçütlerine vurduğumuzda bu açıdan bir düzey belirtiyorsa cevabımız kuşukuz, evet; değilse hayır olacaktır! İlya Ehrenburg’un o çok bilinen üçlüsü; Paris Düşerken, Fırtına, Dipten Gelen Dalgaadlı romanları ancak böyle bir açıdan değerlendirildiğinde bir anlam ifade eder. Değilse, yalnızca siyasal bir okumanın ardına düşmüş oluruz. Türk edebiyatından benzer bir eser olarak Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan ve Kutsal Barış adlı eserlerini de bu bağlamda anabiliriz.

Darbeler ve roman

‘23 devrimlerinden itibaren yaklaşık yüz yıllık tarihinde, dolaylı ya da doğrudan sürekli siyasal, askerî darbeler ve müdahalelerle boğuşmak zorunda kalan bir toplum olan Türkiye’nin edebiyatı ve sanatı da söz konuşu tartışmaları hep yapageldi; ne yazık ki bu tartışmanın hakkını tam olarak verebildiğimizi söyleyemesek de. Batılılaşma süreciyle birlikte edebiyatımız her zaman siyasanın müdahalesiyle malûl olsa da özellikle Cumhuriyet döneminde uzun süre ‘parti edebiyatı’ işlevi gördü. Yahya Kemal’in, şairin ve yazarın devletin, iktidarın gücünü kullanabileceği, bu güce yaslanabileceği bir alanda bulunması gerektiği anlamındaki düşüncesi ve bu kanaatini doğrulayan tercihi, Yahya Kemal’den çok daha ileride birer ‘kurşun sanatçı’ olarak siyasal mevzilerde yer alan çok sayıda yazarın ve sanatçının sanat dışı duruşu, duruşsuzluğu bu bağlamda anılabilir. Edebiyatımızda gerek devrimlerin, gerekse darbelerin yol açtığı çalkantıları konu edinen edebiyat ve sanat eserlerikuşkusuz az değil. ‘Parti edebiyatı’ düzeyindeki örnekleri dışarda tutarsak, hem bir hesaplaşmayı hem de sanat ve edebiyat eseri olmanın hakkını verebilen örnekler ne yazık ki çok az. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat süreçleri üzerine de yazıldı çizildi; yeteri kadar olmasa da... Daha önemlisi de yazılıp çizilenlerin, birer edebiyat ve sanat düzeyini gözetenlerin çok daha az olmasıdır. Örneğin, 28 Şubat’ı en yoğun yaşayan ve kitap medeniyetinin mirasçısı olan çok geniş bir toplum kesiminden, edebiyat eseri niteliğinde Ahmet Kekeç’in Yağmurdan Sonra adlı romanının dışında dişe dokunur kaç eser var? Konumuz bağlamında Türk romanı denilince, hem sakıncasız hesaplaşması hem de roman tekniği ve dili açısından son derece başarılı bir örnek olarak Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına adlı romanını anmak isterim.

Bir kez daha vurgulamakta yarar var; sanat ve edebiyat eserine toplumsal tarih, siyasal tarih, devrim tarihi, sosyolojik veriler ve siyasal çıkarımlar gibi farklı disiplinlerin, farklı beklentilerini karşılamak açısından yaklaşamayız. Bu tür bir beklentinin, hiçbir sahih edebiyat ve sanat eserinden karşılık bulması mümkün değildir.

Bununla birlikte bir resim, roman, öykü, şiir de bu tür disiplinlere yeni ufuklar açabilir ve aynı zamanda bunların açtığı ufuklardan beslenebilir; ancak bunu bir sanat eseri olarak ve kendince yapar. Sanat eseri, varlığında, doğasında siyasayı kaçınılmaz bir biçimde içkindir; sanatçı da öyle, hiç kuşkusuz siyasal bir öznedir.

Şu cümlemi bir kez daha yinelemek isterim: Siyasalözne olduğunun bilincinde olmayan hiçbir yazarın ve sanatçının, varlığı, varlığın oluşunu ve bütün boyutlarıyla insanı kavraması mümkün değildir. Siyasal (açıdan da bir) özne olmayan, olamayan hiçbir sanatçıdan, yazardan, böylesine bir kavrayışı beklemek doğru olmaz. Çünkü hem böyle bir sanatçı hem de onun sanatı, soy sanatın asıl yatağının dışında bir yerlerde durmaktadır.

[email protected]