Dedemin rüyasındaki Türkiye

Ömer Beyoğlu / Yazar - Yönetmen
1.02.2014

Dedim ya, dedem tipik bir Türk olarak, tarafını belli etmeyen adamı sevmezdi. O ‘paralel devlet’ yapılanmasını görmedi, zaten görmesi de gerekmezdi. Onun gördükleri ta en başında ona da, bize de yetmişti.


Dedemin rüyasındaki  Türkiye

Dedem Mustafa Kemal’i sevmezdi. Ona hiç ‘Atatürk’ demedi. İsminin geçtiği ortamlarda gerilir, saklı tutmak zorunda bırakıldığı öfkesinin yüküyle ezilirdi. Kandil geceleri TRT ekranlarında okunan dualara ailecek ‘âmin’ derken, söz Mustafa Kemal’e rahmet dilemeye gelince canı sıkılır, ‘hay senin hoca diye...’ diye söylenir, televizyonu kapatıp sinirinden bir sigara daha içerdi. 

Dedem İstiklal Marşı’nı işittiğinde sessizce dinlerdi. Mehmet Akif’i nedensiz severdi. Dedemin bize anlattıklarıyla okulda öğrendiklerimiz birbirinden farklı şeylerdi. O, resmi söylem tam olarak neyin nesidir muhtemelen hiç dinlemedi. Biz çocukken rejim aleyhine açıktan kötü hiçbir şey söylememişti ama söylemek istediklerini ‘bir sırrı emanet eder gibi’ bize bir şekilde öğretmişti. 

Ona göre Türkiye bizimdi, Türkiye Müslümanların gözbebeğiydi ve fakat Türkiye çileliydi. Dedemin bildiği ‘Şeyh efendinin rüyasındaki Türkiye’ idi.  

Dedem bu toprakların tarihinden tevarüs edilmiş bir sorumlulukla anlardı her şeyi. O Şii, Sünni bilmezdi. Çünkü ona göre bütün Müslümanlar Sünni idi. Mesela Humeyni İslam devrimi yapıp, nurlu yüzü ve sarığıyla dünyaya meydan okuduğu için bizdendi. Ama onun Irak’la yaptığı savaşı da anlamaz, yadırgar, bir şey diyemediği için de üzerine konuşmayı sevmezdi. Ona göre Müslüman adam Müslüman’la kavga etmezdi.  

Diğer yandan Malcolm X’e de ‘sadece Amerikalı olduğu için’ şüpheyle yaklaşır, ‘X’ harfinden huylanır ama namazımı kılmaya devam ettiğim halde onu sevdiğim için hiç olmazsa ses etmezdi. Ben orta birinci sınıfta iken maalesef ne Humeyni’nin, ne de Malcolm X’in hikâyesini ona tam anlatamamıştım ama onun bildiği bir şey vardı ki batıldan bize bir hayır gelmezdi. Dedem için mesele ne Malcolm X’di, ne de Humeyni’ydi. O tipik bir Karadenizliydi ve tarafını belli etmeyen adamı sevmezdi. 

Kimseye sövdürtmem!

Dedem 70’lerin sonu, 80’lerin başında bir süre kamyonculuk yapmış biriydi. Bütün Anadolu’yu gezmiş, Trabzon’dan İran’a çok defalar sefere gitmişti. O yıllar İran İslam devriminin rüzgârı da Müslümanların yaşadığı yerlerde güçlü bir etkiyle hissedilirdi. 

Bir gün Tahran yakınlarında devrim muhafızlarından birkaçı ile konuşurken, içlerinden birinin Mustafa Kemal’e küfrettiğini söyledi.  Dedem, muhafıza bir şey diyememiş ama çok şaşırmış, durumu garipsemişti. Kendisi de Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi ama bu ‘yabancı’ kimin nesiydi? Kim olarak ‘bizim adama’ sövebilirdi? Derdi ki ‘hayatımda bir gün Mustafa Kemal aleyhine söz edildiğinde rahatsız olacağım hiç aklıma gelmezdi’. Biri, bizden birine kızıp sövecekse bu nasıl elin adamı olabilirdi? 

Dedem hak ve batılı, yerli ve yabancıyı, dost ve düşmanı, Türk ve gâvuru birbirinden ayırmanın ne demek olduğunu, bu toprağın insanına mahsus bir ferasetle bilirdi. Bunları birbirinden tefrik etmeyi de namazın şartlarından biri gibi kabul ederdi. O milletinden tevarüs ettiği asaletin sahibiydi.

Dedemin adı Hüseyin’di. Bana Ömer ismini dedem verdi. Benim 10 aylık çocuğumun adı ise Ali, Ruşen Ali.  Bilmiyorum, bana dedemden ne tevarüs etti ama Iraklıların Amerikan askerini ellerinde çiçeklerle karşılamaları ve bunun bir hediyesi olarak Saddam’ın cesedini tekmelemeleri benim çok zoruma gitmişti. Putin’in dahi rahatsız olduğu Kaddafi’nin linç görüntüleri ise hiç konuşulacak gibi değildi. Dedem gibi, benim için de mesele ne Saddam idi, ne de Kaddafi.

Dedemin adamları

Çünkü bu nereden bakılırsa bakılsın ‘en azından’ müptezellikti ve hiçbir ‘pratik’ yaklaşımla izah edilemezdi. Çünkü bu topraklara Maraşlı, Urfalı, Antepli gibi insanlar karakterini vermişti. Çünkü onlar Fransız askerlerine kadınlarını teslim etmemenin, mahremini koruyabilmenin, haysiyetin, şerefin bedelini en ağır bir şekilde ödeyebilmişti. 

Dedem memleketin yakın dönem manevi büyüklerini iyi kötü bilirdi. Mahmut Efendi, Mehmet Zahit Kotku, Ömer Nasuhi Bilmen, Said Nursi gibi isimleri zikrederdi. Ara sıra ‘Galiba Adıyaman’da da bir zat-ı muhterem varmış’ derdi.  

Dedem, okuması hızlı olmadığı için çocukken bana Envar’ül Aşıkin de okuturdu, Kara Davut, Marifetname, Kalplerin Keşfi ya da Peygamberler tarihini de... Yanlış hatırlamıyorsam, peygamberler tarihi hariç galiba çoğunu ben de anlamıyordum, dedem de. 

Evimizde Hazreti Ali Efendimizin cenk hikâyeleri ise bitmezdi. Tıpkı Züğürt Ağa filmindeki gibi nice geceler tekrar ederdi... Sadece Hazreti Ali mi? Tamam onun yeri başkaydı elbette ama değil mi ki bir kere başlasın sohbet, pehlivan Hamza da gelirdi, Hazreti Ömer de; yiğit Yavuz Selim de gelirdi, mazlum Abdülhamit de. Ve hatırlayamadığım nice eli öpülesi hazretler, efendiler...   

Dedem Ezan-ı şerifin aslından okunmaya başladığı günü hatırlayınca heyecanlanır, ‘O soyu bozuklar neler etti, millet Ezan’a dahi hasretti, Allah o Menderes’ten razı olsun, onun boynundaki ip bizim de boynumuza geçirilmişti’ derdi.   

Bizim evde yaşı gelen herkes oyunu kime vereceğini bilirdi ve partisinin adı ne olursa olsun oylar Hoca’ya verilirdi. Dedemin gözünde Hoca nazik, Hoca asaletli, Hoca âlim, Hoca yaman herifti... O Hoca’yı hep çok sevdi, aleyhine tek söz etmedi, ettirmedi. Allah ona yardım etsindi. Yolu kılıçtan keskin, yolu engebeli, yolu zalimlerle çevriliydi.

Dedem, Erbakan’ın vefatını göremedi. Eğer onun da darı bekaya irtihal ettiğini görseydi, onun için gözyaşı döker, çokça rahmet dilerdi.

Dedem okumuş bir adam değildi. Kimin neci olduğunu tam anlatamaz ama bu toprağın sahici insanlarına mahsus bir ferasetle hissederdi. ‘Niye dede?’ diye sorsam, ‘boş ver’ derdi, boş verirdi ama kim ‘bizim adamımız’, onu da bilirdi. Müslümanlara mahsus bir sezgiyle, ferasetle bilirdi. 

‘Bunlar alengirli adamlar’ 

Enteresandır, dedem bir kere bile ‘Fethullah Gülen’ ismini zikretmedi. Onu televizyonda görse anlamaya çalışan gözlerle bakar, kuşkulu ifadesini değiştirmez ama bir süre sonra kanalı değiştirirdi. Hoca’ydı, belki âlim de biriydi ama işte ona içi bir türlü ısınmaz, ağlamasından, ‘tuhaf’ isimlerle samimi olmasından hazzetmezdi. Yine de aleyhinde söz söylemezdi, ne de olsa hocadır derdi. 

Ama bir gün haberlerde ‘Vatikan, papalık, diyalog’ sözleri geçince işin rengi değişti. Dedem daha önce neden rahatsız olduğunu fark etti. ‘Bunlar alengirli adamlar, samimi değiller’ dedi. Gâvurla bu kadar samimi olmaları onu çok rahatsız etti. İnsan dediğin gâvura bu kadar gülümser miydi?   

Dedim ya, dedem tipik bir Türk olarak, tarafını belli etmeyen adamı sevmezdi. O ‘paralel devlet’ yapılanmasını görmedi, zaten görmesi de gerekmezdi. Onun gördükleri ta en başında ona da, bize de yetmişti. Aslında feraset her şeyden evvel baştakine gerekti.

Böyle işte... Dedem de her Âdemoğlu gibi yaşadı bu dünyada ve vakti gelince ahiret yurduna göçtü. Kahrını da, çilesini de çekti bu dünyanın, güzel gününü de gördü. Kendi çocuklarını da verdi toprağa, torunlarını da sevdi. Neşesi de çoktu kederi de; bıçkın bir delikanlı da olmuştu, hüzünlü bir dede de...  

Bu toprağın son yüzyıllık tarihinde garip olmaya, garip kalmaya, garip yaşamaya zorlanan ama bu toprağın her sahici yüreğine sahip biri gibi bir sırrı saklı tutan, o sırla anlayan, yolunu bulan, o sırla yalan dünyaya katlanan, o sırla aramızdan ayrılan bir Âdemoğlu olarak bildik bir hikâyeye sahip idi...