Osmanlı bilgin ailelerinin çocukları da bu mesleği tercih etmiş ve başka alanlarda çok görülmemesine rağmen bir ulema aileleri silsilesi teşekkül etmiştir. Çandarlızadelerden başlayarak Taşköprizadeler, Kemalpaşazadeler, Ebusuud-zâdeler, Celalzadeler, Dürrizadeler, Bostanzadeler ve Çivizadeler gibi epeyce uzayıp giden liste bir süre sonra çocukları için bazı imtiyazlar elde ederek tarihimize beşik ulemalığı diye geçen bir kavramı da bize miras bırakmıştır.
Mustafa İsen / Yazar
Bir kısmı kucaklarda olmak üzere arabaya yerleşmiş aile efradı ile hafif engebeli arazi üzerinde tatlı kıvrımlarla seyreden yolda devam ediyor seyahatimiz. Her zamanki gibi geçilen yerlerin coğrafyasına ve tarihine ait hoş anekdotlara şarkılar, ilahiler eşlik ederek. Birden, yolumuz üzerinde bayağı heybetli bir dağ beliriyor, altındaki Babadağ tabelası ile birlikte. Eteğindeki cepte yörenin marka değeri kazanmış yoğurdu, biberi, karpuzu yanında diğer sebze ve meyveleri pazarlanıyor, bölgenin üreticileri eliyle. Ama bizim tercihimiz fevkalade lezzetli haşlanmış yerli mısır. Özellikle ufaklıkları ve gençleri memnun ettikten sonra dağa tırmanmaya başlıyoruz. Kısa bir süre sonra da tabelanın yönlendirmesiyle ana yoldan ayrılıp daha orman yolu özellikleri taşıyan bir yöne sapıyoruz. Bu dev kayın, gürgen ve meşe denizi içindeki yol uzun sürmüyor. Önce küçük bir cami minaresi beliriyor, yaklaşınca da ormanlar içinde bir bahçe. Arabayı park edip tazimle ilerliyoruz. Önümüzde biri heybetli, diğeri normal boyutlarda iki mezar. Doğu Marmara'yı bize fethedip emanet eden Osmangazi'nin silah arkadaşı Akçakoca'nın ve yanındaki meçhul arkadaşının türbeleri önündeyiz. Şimdi ebedi uykusunu uyuduğu, Kandıra ile Karadeniz arasındaki Babadağ, öylesine bölgeye hakim bir noktada ki kuzeye baksanız, neredeyse Ukrayna karşınızda, Güneye dönseniz Uludağ göründü görünecek. Batıda Üsküdar, doğuda Düzce'ye kadar her yer ayaklar altında...
Kurucu babalar
Hep dikkatimi çekmiştir, Anadolu'nun hemen her tarafında bu tür kurucu baba türbeleri görüntü itibarıyla son derece sade ama halkın muhayyilesinin onlara biçtiği ululukla mütenasip olarak daima birkaç metre uzunlukta bir cesametle çıkarlar karşımıza ve çoğunluk yüce dağ başlarında. Akçakoca da öyle. Fatihalarımızı okuyup erken dönem Osmanlı alplerini yad ediyoruz. Ben fırsattan ve hazır uyanmış ilgilerinden yararlanarak bir tarih diskuru çekmekten de geri kalmıyorum küçük dinleyici grubuma. Her halde ilk dönemlerde tamamen güce dayalı bir mücadele içinde toplumun rol modelleri bileği güçlü bu kahramanlardı. Osmanlı'nın kuruluş yıllarını düşünün, belki bir Edebalı ismi var ama onun dışında hatırladıklarımızın tümü Akçakoca'ya ilaveten Karamürsel, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Gazi Mihal gibi alpler. Akçakoca'yı ve onun sonrasını ele alalım mesela: Osman Gazi'nin silâh arkadaşlarından olan Akçakoca muhtemelen Anadolu Selçukluları döneminde uç bölgelere yerleştirilmiş Türkmen boylarına mensup bir aşiret beyi. Osman ve Orhan Gazi döneminde Sakarya ve İzmit yöresine akınlar yapmakla görevlendirilmiş, bu yüzden türbesi de Kandıra yakınlarındaki sözünü ettiğim tepede. Peki onun çocukları, yine alp olarak mı devam etmişler hayatlarına, ya da diğer arkadaşlarının çocukları? Eğer bir değişim olduysa ne zaman ve nasıl oldu? Merak ettiğim konular bunlar ve o konudaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Fetih sonrası vakıflar
Bu erken dönem gazi ailelerinin akıbeti hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değilsek de Akçakoca Bey´in oğlu olan İlyas Çelebi'nin biraz daha farklı bir meslek tercih ettiğini biliyoruz. O, örneğin Gebze´nin fethinde bulunmuş ardından da oranın şehre dönüşmesinde büyük rol oynamış. Ailenin fethin ötesinde bu kez vakıflar kurarak fetih sonrası yerleşime ve imara yönelik yaklaşımlar içinde olduğu anlaşılıyor. Ama asıl torunu Fazlullah daha farklı bir meslek değişikliğine giderek önce medrese eğitim görmüş, ardından da Gebze'nin ilk kadısı olmuş. Buradan anlaşılıyor ki artık yeni nesillerce tercih edilen meslekler daha çok ilmiye ağırlıklı bir tablo göstermektedir. Bunun tekil örnek olmadığı, erken dönem alplerinin çocuklarının sonraki görevlerinin ağırlıklı olarak yönetim ve ilmiye merkezli bir seyir takip ettiği dikkat çekmektedir.
Bu konuda elde çok sayıda örnek olmakla birlikte en karakteristik olanı Kemalpaşazade'ye aittir: Asıl adı Şemseddin olan Kemalpaşazade, II. Bayezid'e Amasya'da lalalık yapan büyükbabası Kemal Paşa'ya nisbetle bu unvanla anılır. Babası Süleyman Çelebi de askerlik mesleğine mensuptur. Kemalpaşazade temel eğitimini tamamladıktan sonra aile büyüklerinin yolunu tercih ederek askerlik mesleğine intisap eder. Mesleğinin gereği olarak II. Bayezid'in seferlerine katılır. Bu seferler için sadrazam başkanlığında Filibe'de yapılan bir toplantıda içeri giren genç bir mollanın bütün devlet ileri gelenlerini yarıp protokolde sadrazamın yanına oturması çok dikkatini çeker.
Bilime yöneldi
Kemalpaşazade, o dönemin efsanevi kahramanı akıncı beyi Evrenosoğlu'nun bile önüne oturan bu genç mollayı ve görevini çok merak edip sorunca onun Filibe'de müderris Molla Lutfi olduğunu öğrenir. Osmanlı'da bilim insanlarına gösterilen bu itibardan çok etkilenerek meslek değiştirip bilim yoluna yönelir. Sebebini soranlara da kahramanlıkta bir Evrenosoğlu olamayacağını ama bilim yolunda onun üstünde yer alan Molla Lutfi olabileceğini düşünerek askeriyeden ilmiye sınıfına geçtiğini söyler. Sonrasında da Osmanlı ilmiyesinin en yüksek makamı olan şeyhülislâmlığa kadar yükselir. Bu alanda öylesine başarılı olur ki ölümüne Kemal'le birlikte ilim de öldü manasına gelen Arapça tarih düşürülür.
Gelibolulu Âlî, Âhî'den söz ederken onun ticaretle uğraştığını ama başta padişah olmak üzere o dönem yöneticilerinin bilime gösterdikleri alaka ve teşvikler dolayısı ile bu alana yöneldiğini anlatır. Osmanlı biyografi kitaplarında bu tarz çok sayıda örnekle karşılaşılır.
Yetim Alî Çelebi de bunlardan biridir ve babası gibi kendisi de yeniçeri iken ayrılıp bilim alanına yönelmiştir.
Osmanlı bilgin aileleri bu konumlarını elde ettikten sonra genelde çocukları da bu mesleği tercih etmiş ve başka alanlarda çok görülmemesine rağmen bir ulema aileleri silsilesi teşekkül etmiştir. Çandarlızadelerden başlayarak Taşköprizadeler, Kemalpaşazadeler, Ebusuud-zâdeler, Celalzadeler, Dürrizadeler, Bostanzadeler ve Çivizadeler gibi epeyce uzayıp giden bu liste bir süre sonra çocukları için bazı imtiyazlar elde ederek tarihimize beşik ulemalığı diye geçen bir kavramı da bize miras bırakmıştır. Bunlardan ayrıntılı bilgiye sahip olduğumuz Ebusuud-zâdelere şöyle bir bakacak olursak ailenin kökeninin 15. yüzyılın başında yaşamış olan Uluğ Bey'in doğancıbaşısı İmameddin Mehmed Kuşçu'ya kadar dayandığı görülür. Onun Ali Kuşçu ve İskilipli Şeyh Fahreddin Mustafa Yavsı olmak üzere iki oğlu vardır ki bunlardan ikincisi Ebussuud Mehmed Efendi'nin baba tarafından, Ali Kuşçu ise anne tarafından dedesidir. Ebussuudzadeler, Osmanlı Devleti'ne bir şeyhülislam yetiştirmiş, bunun yanında aile fertleri ilmiye sınıfında çeşitli makamlara ulaşmışlardır. Bir başka ünlü ulema ailesi olan Sunullah-zâdeler de Mustafa Yavsı Efendi'nin soyundandır. Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin en büyük oğlu olan Mehmed Efendi (1525-1564), müderris ve kadı; Şemseddin Ahmed Efendi (1538-1563), müderris; küçük oğlu olan Mustafa Efendi (1557-1599), Sahn müderrisi, İstanbul kadısı olmuş, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği yapmıştır. Gelenek devam etmiş, torunlardan Abdülvâsi Efendi müderris; Mehmed Efendi (1589-1639), müderris, kadı ve Rumeli kazaskeri olmuştur. Uzak torunlardan Sadık Mehmed Efendi (1621-1672), müderris ve kadılık, onun oğlu Abdülbaki Efendi (ö. 1706) müderrislik; Rahmî Efendi (ö. 1788) Selanik kadılığı yapmıştır. Görüldüğü gibi ulema aileleri kendi çocuklarını da bu mesleğe yöneltmişler, hatta onların önünü açacak düzenlemeler yaparak kendi çocuklarını bu konuda avantajlı hale getirmişlerdir.
Bu değişimi kişiler üzerinden okuyabileceğimiz gibi kurumlar ya da şehirler üzerinden de okuyabiliriz. Burada söz konusu edeceğim yapı akıncı beyleri olacak. Bu beyler kışın kışlaklarda, baharla birlikte ise akıncılarla birlikte savaş meydanlarında kendilerini yüreklendirecek, gazanın faziletlerinden söz edecek manevi fatihlere ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim Evrenosoğullarının kurucusu Gazi Evrenos Bey'in yanında bu manevi hamiliği Bektaşi şeyhi Kızıldeli Sultan yerine getirirken ilerleyen yıllarda, torunu Şemseddin Ahmed Bey'in (ö. 1503) yönetimi sırasında bu iş için İstanbul'dan bir Nakşi şeyhi olan Abdullah İlahî (ö.1491) Vardar Yenicesi'ne bir anlamda transfer edilecekti. Çünkü artık 16. yüzyılın kapısı aralanmış ve hemen her alanda daha klasik bir Osmanlı üslubu görülmeye başlanmıştı. Bu klasikleşme tavrı mimaride, edebiyatta, plastik sanatlarda kendini hissettirmeye başladığı gibi tasavvufi düşünce de benzer bir dönüşüme uğramıştı. Vardar Yenicesi'nde Kızıl Deli Sultan'dan Abdullah İlâhî'ye evrilen Osmanlı tasavvuf anlayışı, 16. yüzyıl ortalarına kadar bütünüyle oturmuş bir tablo sergilemiyordu.
Kültür ve arayış
Bir başka ifade ile hemen her alandaki renkli yapı ve tasavvufî görüntü çeşitliliğini koruyordu. Örneğin bu şehirde adı geçen evrede Mevlevîlik, Gülşenîlik ve Nakşibendîlik arasında yakın ilişki ve geçişler kolaylıkla görülebiliyordu. Ama 16. yüzyıl tasavvuf alanında da daha klasik tarikatların öne çıktığı dönem oldu.
Kuruluşundan itibaren sürekli bir arayış içindeki Osmanlı kültürel yapısı dikkatli bir gözle izlendiğinde kendi içinde hem bir rekabet hem bir yarışma mantığı içinde, dağın başında daha saf bir görüntü izleyen kar topunun bir çığa dönüşüp aşağı doğru yuvarlanırken yolu üzerindeki farklı unsurları içine katarak büyümesi gibi bir yol izlemiş ve sonuçta Kanuni devriyle birlikte daha standart bir görüntü kazanmıştır. Bunların simge isimleri mimaride Sinan, şiirde Bakî, plastik sanatlarda Şeyh Hamdullah olarak tanımlanabilir. Bu tabloyu çok farklı alanlarda daha değişik isimlerle zenginleştirmek mümkün. Ancak bu üslup teşekkül ettikten sonra bir Osmanlı kimliğinden de söz edilir olmuştur. Bu standart üslup uzunca bir süre küçük dokunuşlarla ama temelde önemli bir değişikliğe uğramadan yoluna devam edecektir. Uygarlıklar kemal mertebesine ulaştıkları andan itibaren, bir başka ifade ile arayışlarını tamamladıktan sonra kaçınılmaz olarak bir duraklama evresine de adım atmış mı oluyor? Bunu Osmanlı toplumsal yapısında, bilim, sanat alanlarında ve başka örneklerde görüyoruz.