Değişen dünya düzeni ve Türkiye

Necmettin Özdin / Siyaset Bilimci
25.02.2017

Hala bir geçiş dönemindeyiz. Bu dönem, realist bir pozisyon almayı Soğuk Savaş ve sonrası dönemin uluslararası kurumlarına bağlı kalmayıp Astana görüşmelerinde olduğu gibi çok taraflı oynamayı gerekli kılmaktadır. Aynı şekilde, İngiltere Başbakanı Theresa May’in ziyareti ile atılan ticari ve özellikle de stratejik adımlar da bu anlamda not edilmelidir.


Değişen dünya düzeni ve Türkiye

Soğuk Savaş sonrası Amerikan liderliğindeki geçiş dönemi olan “tek-kutuplu dünya düzeni” sona ermiştir. Günümüz dünyası artık ekonomik ve ticari ilişkilerin ülkeleri birbirine bağlayan ve dış politikalarında ortak hareket etmelerini sağlayan bir dönem değildir. Bu ekonomik ve ticari ilişkilerin uluslararası ilişkilerdeki rolünü küçümsemek anlamına gelmemektedir. Aksine, bugünün konjonktüründe ekonomik ilişkilerin üzerine inşa edilecek olan daha girift ve çok yönlü stratejik ilişkilerin tesisi yeni bir dünya düzenine geçildiği böylesi bir dönemde daha sağlam bir pozisyon almayı sağlayacaktır. Geldiğimiz nihai noktayı şöyle tanımlayabiliriz: Soğuk Savaş sonrası dönemde Amerikan liderliğindeki tek-kutuplu düzenin global düzeyde istikrar üretemediği bir yapı ve çok-kutuplu uluslararası düzensizliğe karşı bir denge arayışı.

1945-1991 yılları arası Soğuk Savaş döneminde güç dengesi dönemin iki süper gücü Rusya ve ABD’nin başını çektiği iki kutuplu bir yapı ile sağlanmıştı. Nükleer silahlar ve karşılıklı caydırıcılık üzerine inşa edilmiş iki kutuplu bu sistem tarihsel anlamda istikrarlı bir dönemi işaret etmekteydi. Bu dönemin sonunda, “Liberal Dünya Düzeni” tüm uluslararası kurum ve değerleri ile ABD liderliğinde galip gelen taraf olmuştu. Liberal dünya düzeninin zaferi ile sonlanan Soğuk Savaş sonrası dönemde Amerika uluslararası ekonomik ve siyasi örgütlenmeler, karşılıklı özel ilişkiler ve demokrasi söylemi ile dünya siyasetinde liderlik rolüne soyunmuştur.

Soğuk Savaş sonrası dönemde gerek Demokrat (Clinton, Obama) gerekse Cumhuriyetçi (Baba ve Oğul Bush) başkanların dış politika elitlerinin söylemlerindeki ince farklar dışında ana gündemlerinde herhangi bir değişiklik olmamış ve nihai amaç olarak “küresel Amerikan hegemonyası” stratejisi ile tek-kutuplu bir dünya düzeni hedeflenmiştir. 

Güç ve otorite boşluğu

Bazı stratejisiler, Soğuk Savaş sonrasında ABD liderliğinde tek-kutuplu olarak başlayan uluslararası sistemin uzun bir süre istikrarlı bir şekilde devam edeceğini iddia ederken, bazıları tek-kutuplu bu dönemin bir ara dönem olacağını ve belli bir süre sonra diğer büyük güçler tarafından dengeleneceğini söylemiştir. Geçen 20 yıllık dönem zarfında Amerikan’ın liberal hegemonyası bir itiraz ve bunun doğal sonucu olarak karşı bir dengeleme ile karşılaşmamıştır. Bunun sebebini ise, diğer büyük güçlerin kendilerine yönelik direkt bir jeopolitik tehdit ve güvenlik problemi ile karşılaşmamasında aramak gerekmektedir.

Örneğin, 11 Eylül olaylarının akabinde Amerikan’ın uluslararası terörizme karşı ilan ettiği savaşa diğer büyük güçler Çin ve Rusya’nın herhangi bir itirazı olmamış, aksine terörizme karşı stratejik işbirliği geliştirilmiştir. ABD’nin Afganistan müdahalesinde BM Güvenlik Konseyi ve NATO’nun 5. Maddesi işletilmiş, Afganistan ile birlikte Özbekistan ve Kırgızistan gibi Orta Asya ülkelerinde askeri üsler açılmıştır. Arkasından Irak müdahalesi, Saddam rejiminin devrilmesi ve yeni bir “devlet inşası” süreci yaşanmıştır. Her ne kadar Rusya’dan bu müdahale için bazı itirazlar gelmişse de nihai olarak Saddam rejimi devrilmiş ve sonrasında bölgenin en öncelikli güvenlik sorunu haline gelen DEAŞ gibi terör örgütlerinin oluşmasına ortam hazırlayan güç ve otorite boşluğu oluşmuştur.

Buraya kadar her şey normal seyrinde işledi. Takip eden yıllarda ise eski Sovyet coğrafyasında yeşeren “renkli devrimler” eliyle ülkelerde yönetim değişiklikleri gerçekleşmeye başladı. Demokrasi ve insan hakları söylemi ile “fonlanan” ayaklanmalar Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan gibi ülkelerde iktidarları yerinden etti. Putin, tüm bu yaşanan olaylardan rahatsızlığını 2007 Münih konuşmasında yüksek sesle dillendirmiş, tek kutuplu dünya düzeninin asla kabul edilmeyeceğinden bahsederek çok kutuplu bir dünya düzeninin ilk sinyallerini vermiştir. Gürcistan ve Ukrayna olaylarında ise, askeri güç kullanarak bu söyleminde ne kadar ciddi olduğunu ve taviz vermeyeceğini açıkça göstermiş oldu.

Orta Asya’yı “Balkanlaştırma” hedefinde gerçekleşen “renkli devrimler”den Orta Doğu bölgesinin mahrum kalması düşünülemezdi. Nitekim 2011 yılı geldiğinde Tunus’ta ilk kıvılcımı çakılan ve “Arap Baharı” olarak kodlanan yeni bir dalga tüm bölgeyi etkisi altına altı. Halk ayaklanması olarak başlayan süreç sonrasında Batılı istihbarat ve demokrasi elemanlarının faaliyet alanına dönüştü. Bunun sonucunda, Mısır’da seçilmiş bir hükümet düşürüldü ve peşinden Libya müdahalesi geldi. Libya örneğinde Obama yönetimindeki ABD, Birleşmiş Milletler mekanizmasını işleterek yola çıkmış, fakat daha sonra NATO’yu devreye sokarak Libya’da bir oldubitti yönetim değişikliğine gitmiştir. Derken sıra Suriye’ye gelmişti ki, Putin Suriye’yi stratejik ve jeopolitik olarak son kale olarak konumlandırdı ve bütün askeri ve siyasi imkânları ile Suriye konusuna müdahil oldu. Suriye, Türkiye için başından beri siyasi çıkarlardan bağımsız insani bir konu olarak konumlandırılırken, Rusya ve ABD maalesef Suriye krizini güç mücadelesi için bir sahne olarak kullanmaktan çekinmedi.

Yeni düzen arayışı

Bugünkü uluslararası sistemi ve aktörler arasındaki ilişkileri belirleyecek olan Soğuk Savaş döneminin katı bloklaşmaları değildir. Brexit ve Trump yönetimi Trans-Atlantik dünyasında bir kırılmayı ve Amerikan liderliği ile devam ettirilmesi mümkün olmayan tek-kutuplu uluslararası yapı yerine yeni bir düzen arayışını işaret ediyor.

Trump yönetimi AB projesine sıcak bakmamakta ve bu anlamda İngiltere’nin Brexit kararını desteklemektedir. İki ülkenin liderleri Çin’e karşı hemfikir durumdalar. Çin’in ekonomik dev bir güç olarak tüm Batı pazarlarını istila ettiği görüşündeler. Çin, her iki ülkeye devasa miktarda (ABD ile 650 milyar dolar; İngiltere ile 80 milyar dolarlık ticaret hacmi) mal ihraç etmektedir. Çin’in bu ekonomik gücünün nihai olarak askeri ve siyasi bir güce dönüşmesi için attığı adımlar her iki ülkeyi stratejik olarak birbirine yaklaştırmış durumdadır.

İngiltere, Çin’e karşı ABD için vereceği desteğe karşılık olarak, Rusya konusunu gündeme getiriyor ve Putin yönetimine uygulanan ambargolar konusunda taviz verilmemesini talep ediyor. Bu noktada, İngiltere bir eliyle Çin’i diğeri ile de Amerika’yı tutarak bir denge arayışında iken, Trump yönetimindeki Amerika ise aynı şekilde bir eli ile İngiltere’yi yanına çekerken diğer elini de Rusya’ya uzatmakta. Nihai durumda, bildiğimiz güçler dengesi üzerine kurulan girift ilişkiler ağı görüntüsü veren bir uluslararası düzen resmi ortaya çıkmaktadır.

 Trump yönetimi, içeride Obama yönetimi sürecince Demokrat Parti pratikleri olan sağlık reformu, sosyal devlet harcamaları ve finansal regülasyon gibi bazı uygulamaların terk edildiği, yerine Cumhuriyetçilerin savunduğu savunma ve yüksek altyapı harcamalarında artış, iş dünyasına yönelik vergi indirimi ve finansal sektörün daha da serbestlik kazanacağı bir dönemi işaret etmektedir. Trump yönetimi ilk iş olarak Obama yönetimin Çin’e karşı bir hamle olarak kurguladığı Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması’nı (TPP) iptal etti. Bu dönemde, ABD ve Çin’in karşılıklı hamleleri ile başlayan, diğer gelişmiş ülkelerin de (Hindistan, Japonya, Rusya, İngiltere) katılımı ve alacakları pozisyon ile birlikte şekillenecek olan küresel ticaret kurallarının yeniden yazılacağı daha sert günler beklemeliyiz.

Trump’ın kabinesindeki kilit isimler iş dünyası seçkinlerinden milyarderler ve emekli generallerden oluşuyor. İç politikaya yönelik atılan tüm adımlar (göçmen karşıtlığı gibi) Amerika’nın ekonomik olarak liderliğinin yeniden tesisini amaçlayan pragmatik açılımlardır. Kabinedeki stratejik, askeri ve ekonomik dengelerin de gösterdiği gibi dış politika ekibinin Amerika’nın dünya liderliği görevinden vazgeçeceğini bekleyemeyiz. Fakat diğer yönetimlerden farklı olarak bu yeni dış politika elitlerinin büyük güçler politikasını ve güçler dengesini yeniden kurgulayacağını ve bu noktada özellikle İngiltere ile Kıta Avrupası’nın, Rusya ile büyük Avrasya bölgesinde bir denge politikası takip edeceğini bekleyebiliriz.

Önümüzdeki dönemde, Avrupalı liderlerin Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin düşünecek epeyce vakitleri olacaktır. Çünkü AB bu dönemde kendi iç meseleleri (yükselen ırkçı söylem ve ekonomik problemler) ile ilgilenirken küresel meselelerle herhangi bir varlık gösteremeyecektir. Büyük hesaplaşmasının ise küresel ekonomik güç olarak Çin’in askeri ve siyasi olarak da gücünü gizlemediği Asya-Pasifik bölgesinde olacağını Trump yönetimi açıkça ifade etmektedir.

 Günümüz dünya siyaseti bir önceki yüzyıldan farklı olarak güçler dengesi mekanizmasının henüz tam olarak oturmadığı ve dolayısıyla tam bir düzenden bahsedemediğiniz uluslararası sistem görünümündedir. Bu yüzyılda gerek ABD, gerekse Rusya ve Çin gibi büyük güçler için en öncelikli tehdit uluslararası güçler dengesinin olmayışıdır. Ukrayna, Libya ve en son olarak da Suriye krizleri tamamen büyük güçler arasında gerçekleşemeyen mutabakat ve bunun neticesinde uluslararası dengenin sağlanamamış olmasının sonuçlarıdır.

Uluslararası ilişkilerde aktörler arasındaki ekonomik işbirliği ve karşılıklı bağımlılık güvenlik ve jeopolitik kaygılar söz konusu olduğunda aktörler üzerinde bağlayıcı bir rolü olmayabiliyor. Ekonomik çıkarlar, siyasi ve jeopolitik hesaplar söz konusu olduğunda heba edilebiliyor. Çünkü uluslararası politika rasyonel aktörler olan devletlerin güvenlik, güç ve hayatta kalmak gibi daha hayati konularda birbirlerini yakından takip ettikleri ve ince hesapların eksik olmadığı bir sahne görünümündedir.

Hala bir geçiş dönemindeyiz ve bu dönem, realist bir pozisyon almayı bir önceki dönem olan Soğuk Savaş ve sonrası dönemin uluslararası kurumlarına bağlı kalmayıp Astana görüşmelerinde olduğu gibi çok taraflı oynamayı gerekli kılmaktadır. Aynı şekilde, İngiltere Başbakanı Theresa May’in ziyareti ile atılan ticari ve özellikle de stratejik adımlar da bu anlamda not edilmelidir.

Hâlihazırda, büyük güçler arasında karşılıklı pozisyonların netleşmiş olduğu bir dünya düzeninden bahsetmek mümkün değildir. Böylesi bir uluslararası sistemde, Türkiye için en uygun strateji realist bir duruş ve bunun gerekliliği olarak da sabit bir pozisyondan imtina etmek ve hatta olabildiğince kaçınmaktır.

[email protected]