Toplumsal ilişkilerin çıkar arzuları ve beklentileri etrafında şekillendiği bir zeminde aile kurumunun saf ahlaki, manevi değerler üzerinde yükselmesini beklemek tam anlamıyla irrasyoneldir. Böyle bir dünya elbette yok. Daha açıkçası bir ayağı "olan"ın, diğer ayağı "olması istenen"in üzerinde duran varlıklar olarak aile kurumu da yaşadığımız paradoksal gerçeklikten nasibini alıyor.
Ali K. Metin / Şair, Yazar
Aile kurumuna ne kadar nesnel bir yaklaşım içinde olabileceğimizden emin değilim. Nesnel olmak gerekir mi o da ayrı konu, ancak istesek de bunu kolay kolay başaramayacağımızı tahmin etmekteyiz. Yazı icat olmasaydı insanlık ne olurdu sorusuna vereceğimiz cevapların birer spekülasyondan ibaret olacağı ne kadar yadsınamazsa bu da biraz öyle. Fazladan bir yönü daha var: Dini, ahlaki ve toplumsal açılardan içselleştirdiğimiz bir değere veya kuruma dışarıdan bakabilmemiz neredeyse gayr-i kabil bir mahiyet arz ediyor. Değerlerin akıl yürütme biçimlerimiz üzerindeki belirleyici etkisini belki de en somut haliyle aile konusunda görebiliriz. Evrensel bir kurum, bir sosyal yapı olan ailenin bizatihi hedef alınması en azından çağımız koşullarında pek öyle söz konusu olamayacaktır. Engels'in aileyi sömürü ve iktidar ilişkilerini teşekkül ettiren ilk sosyal yapı olarak tespit etmesini burada bir yere koymak gerekir mi, yoksa bir safsatadan ibaret deyip geçmeli miyiz diye sorduğumuzda, gerek bilimsel gerekse siyasal açıdan kıymet-i haiz bulsak bile pratik düşünce ve hayat açısından bunun bir anlamının olmadığı malum. Platon'un, Devlet'inde aileyi ortadan kaldırmaya yönelik getirdiği yaklaşımların Aristo tarafından gerçek dışı bulunması da meseleyi aslında hangi bağlamda, ne yönüyle tartışmamız gerektiğine dair bir fikir verebiliyor. Aile kurumunun muhafazakar ve seküler kesimler arasında bir tartışma alanı olduğu muhakkaktır. Ancak bunu ailenin varlığına ve muhafazasına değil, daha ziyade aile anlayışına ve değerlerine ilişkin bir tartışma olarak görmemiz doğru olur. Aile değerleri etrafındaki eleştiri ve çatışma noktalarının bizzat aile kurumuna yönelik bir saldırı şeklinde yorumlanması esas itibariyle muhafazakar reflekslerin bir yansımasını ortaya koymaktadır.
Medeniyetin temeli
Bütün sosyal, siyasal kurumlar gibi ailenin de kusursuz bir yapı olmadığını pekala söyleyebiliriz. Öyle dahi olsa, bu vakıa, aile kurumunun insanlığın en önemli başarılarından biri olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ailenin, insanlığın toplum haline gelmesi ve bir medeniyet birikimini gerçekleştirmesindeki kritik rolünü tarihsel gerçeklikler bize sanıyorum yeterince faş ediyor. Yabanıl daha doğru ifadeyle "ilk(s)el" hayat tarzında hala devam eden toplulukların aile hayatını "olması gereken" ilişki biçimleriyle düzenleyememiş olmaları, ailenin sadece cinsel hayatın düzenlenmesine indirgenemeyecek "nitelik" ve "değerler"le tekamül ettiğini ifade etmektedir. Le Play'in söz konusu gelişmeyi "baba otoritesi"nin kurulmasına bağlayarak toplumsal/kamusal aklın aile sayesinde neşvünema ettiğine dikkat çekmesi bu bakımdan son derece açıklayıcı niteliktedir. "Başka hiçbir toplumsal güç, baba otoritesi kadar hiçbir art niyet taşımaksızın kendini yönettiği kişilerin mutluluğuna adamaya eğilimli değildir. Bu içgüdüsel eğilim toplumların gelişimiyle daha da bir incelir, soylulaşır fakat çöküşün ortasında bile varlığını sürdürür" (F. le Play, Heretik y., 2017).
Güven ilişkisi
Aile, gücünü esasen dayandığı bu fedakarlık ve güven ilişkisinden almaktadır. Belki de hiçbir -sosyal- kurum, ailenin oluşturduğu içsel ve ontolojik bağları bu düzeyde bir dayanışmaya inkılap ettirme kuvvesine sahip olmamıştır. Aile kurumu, belli ki, cinselliğin, sosyal-ekonomik dayanışma ihtiyacının ve ahlaki değerlerin oluşturduğu güçlü sacayağı sayesinde evrensel bir güce ve devamlılığa kavuşmuştur. Bu sacayağı ailede birbirini tamamlayan ve geliştiren bir niteliğe sahiptir. Le Play'ın bahsettiği boyutuyla "baba otoritesi" burada tarihi gelişmelerin kendisine biçtiği rolü oynamış, otorite olgusu-öznesi bütün paradoksallığıyla birlikte diğerkamlığın ve ahlaki gelişmenin itekleyici bir unsuru olmuştur. "Baba otoritesi tüm bu nitelikleriyle uygarlığın ezeli ve ebedi temelidir" (Age, 101) der Le Play.
Sacayağı ve değişen aile
Paradokslar yani madalyonun başka yüzü elbette vardır, Engels'in dediği üzere aile bir tarafıyla devlete giden sömürü ve iktidar ilişkilerini hazırlayan bir zemin olabilir, ancak bu durum insanlığın aileden vazgeçmesini gerektirmez. Dahası, ailenin tarihi süreç içerisinde oynadığı rolün ilanihaye devam edeceğini, sömürü ve iktidar ilişkilerinin aile hayatının tözsel bir gerçeği olduğunu göstermez. Tarihin bu anlamda insanlığa kendisini dikte ettirme gücü ve yeteneği yoktur. Nitekim ailenin sosyal işlevleri tarih boyunca sabit kalmamış, yapısal değişimler yoluyla giderek daha insani ve ahlaki bir zemine doğru taşınmıştır. İnsanlık (veya medeniyet) değerleri açısından yaşanan gelişmeler aile hayatı üzerinde etkilerini doğrudan ve dolaylı olarak göstermiştir. Bugün aile ile bireyin karşı karşıya getirilmesi ilk bakışta aileye yönelik bir saldırı veya tehdit olarak gözükse de bu hiç gerçekçi ve doğru bir algılama biçimi değildir. Aileyi değişime zorlayan bir süreçten bahsedebiliriz, değişime ilişkin dinamikler yer yer gayri ahlaki eğilimlerle kesişiyor da olabilir, ancak aileyi asli çerçevesinden dışarıya kaydıracak bir savrulma tehlikesine kolay kolay ihtimal verilemez. Toplumsal, ahlaki değerlerden yaşanan çözülmelere koşut olarak aile kurumunu ilgilendiren bazı olumsuzlukların kısmi şekilde kendisini gösteriyor olması bizi yanıltmamalı. Ailenin üzerine oturduğu doğal, sosyal ve "ahlaki" (saygınlık, onur, sevgi arzusu çerçevesinde bir "ahlaki"lik) temelli sacayağı, kadim ve insani yapısı dolayısıyla varlığını kaim hale getirmeye muktedir gözükmekte. Yaşadığımız modernleşme sürecinin var olan aile yapılarını bazı aile değerleriyle birlikte ister istemez değiştirdiği bir gerçek. Geniş aileden çekirdek aileye doğru bir dönüşümü yaşarken ebeveyn-çocuk ilişkileri başta olmak üzere akrabalık ilişkileri açısından hiçbir şeyin değişmemesini beklemek insanın tabiatıyla bağdaşmayacaktır. Bu değişimin iyi veya kötü şeklindeki değerlendirmesini ise sadece aile kurumuna ve ilişkilerine bakılarak yapamayız. Burada değerler planındaki değişmeyi hem birey hem de toplum açısından daha bütüncül bir bakışla ele almak gerekir. Çekirdek ailenin içerdiği zafiyetlere istinaden geniş aile modelini geri getirme önerisi sadece anakronik değil absürttür, tarihin dışından gazel okumaya benzer. Dahası aile kurumunun özündeki kadim ve evrensel değerlerle tarihsel, kültürel ve ekonomik yapıları eşdeğer kılmak anlamına gelmektedir. Oysa geniş aile de çekirdek aile de kendi tarihsel-toplumsal gerçekliği içinde ayrı ayrı değerli kabul edilmelidir. Bunları içinde bulunduğu makro yapıdan ayrıştırarak değerlendirdiğimizde bir tür toplum mühendisliği perspektifiyle hareket ediyor, gerçekliği ideolojik kalıplarla etiketlemeye başlıyoruz. Çekirdek aileyi modernleşmenin bir ölçütü haline getirirken, aslında modernleşme süreçlerini belli bir modernleşme tarzıyla özdeşleştirmekten başka bir şey yapmıyoruz. "Çoklu modernlik" süreçlerinin yaşandığı bir dünyada bunun elbette reddedilmesi gerekiyor. Yapılan araştırmalar, Türkiye'de halen yüzde 13-14 düzeyinde geniş aile yapısının devam ettiğini gösteriyor. Bunu modernleşme süreçleri için bağımsız ve kesin bir kriter olarak ele almanın doğru olmadığını biliyoruz. Ancak modernleşme tarihimiz bize çekirdek ailenin neredeyse kaçınılmaz bir sonuç olduğunu ihsas ediyor. Buna karşılık bireyselleşme süreci, çoklu modernlik olgusuna bağlı olarak aile yapısından epey bağımsız bir şekilde kendi yolunda gitmektedir. Bireyselleşmenin salt aile yapısı ve değerleriyle koşullu/kayıtlı bir gerçeklik zannedilmesi bizi pek tabii yanlış sonuçlara götürür.
Paradokslar ve tarihi rol
Her insan bağımsız bir şahsiyettir. Öyle ki, insanı aile, toplum veya devlet adına ikincilleştiren her bakış açısının sakat olduğunu söylememiz bile artık fazladır. Aile, toplum, devlet gibi yapıların her biri insanın huzuru ve güvenliği için birer araçtır. Tabii ki aile, bunlar içinde daha ayrı ve özel bir yerde durur, çok daha temel, ontolojik ve ahlaki bir gerçekliğe sahiptir. Fakat bu yine de insanın asıl unsur olduğu yani kurumların insanın iyiliği ve istikbali için bir araç olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla insanın hayrına olmayan bir yerde kurumların yenilenerek dönüştürülmesi şart hale gelir.
Ailenin kendini yenileyerek sürdürmesi onun aynı zamanda evrenselliğinin de bir kanıtı ve göstergesi olmuştur. Sevgi, şefkat, güven, paylaşma, fedakarlık kapsamındaki değerler, gelişen medeniyet süreciyle beraber aileyi temayüz ettiren mihenk taşları haline gelmiştir. Ancak aile gerçeğini salt bu değerlerle tarif etmeye çalıştığımızda kötü bir romantizm kokusu vereceğimiz aşikardır. Gerçekliğin hiç de bu kadar basit ve pozitif olmadığını biliyoruz. Sadece tarihsel arka planıyla (iktidar ve sömürü ilişkilerine zemin hazırlaması bağlamında) değil, yaşadığımız gerçeklik dünyasında da ailenin girift taraflarının olduğu şüphesiz. Toplumsal ilişkilerin çıkar arzuları ve beklentileri etrafında şekillendiği bir zeminde aile kurumunun saf ahlaki, manevi değerler üzerinde yükselmesini beklemek tam anlamıyla irrasyoneldir. Böyle bir dünya elbette yok. Daha açıkçası bir ayağı "olan"ın, diğer ayağı "olması istenen"in üzerinde duran varlıklar olarak aile kurumu da yaşadığımız paradoksal gerçeklikten nasibini alıyor. Aile hayatı ve maneviyatımız adına yücelttiğimiz değerlerle gerçek dünyanın arzuları, fark etmesek bile birbirine karışıp durmaktadır. O yüzden aile sorunlarının çözümünü sadece manevi, ahlaki plandaki aile değerlerinin güçlendirilmesiyle çözmeyi istemek ham hayal olur. Aile, nihayetinde toplumsal gerçekliğin bir iz düşümünden ibarettir. Toplumsal sorunlardan bağımsız bir mutlu aile tablosu oluşturma hevesi, bizi olsa olsa muhafazakarlık kıskacında bir konformizme ve kolaycılığa götürür.
Ailenin bizatihi sosyal, ahlaki ve manevini işlevini burada göz ardı ediyor değiliz. Gerçekten de aile, insanın ruhsal ve ahlaki açıdan gelişmesinde vazgeçilmez bir rol oynamaktadır. Bu rolü ne eğitim kurumlarının, ne cemaatlerin, ne de medyanın gerçek anlamıyla icra edebilmesi mümkün. Aileyi vazgeçilmez ve evrensel hale getiren büyük sır da zaten burada yatmaktadır. Ancak bu durum sözünü ettiğimiz paradoksu ortadan kaldırmıyor: Bir tarafıyla gerçekliğin daha insani ve ahlaki bir doğrultuda dönüştürülmesi için elzem olan muhtelif, temel kurumlardan biri olarak görevini yapıyor. Böylelikle sadece toplumsallaşmanın değil ahlakileşmenin de vasatını temin ediyor. Dahası gerçeklikle aşkınlık arasında yaşadığımız tarihsel evrimin bir dinamiği olarak büyük rolünü oynuyor.