‘Değişim’ düşüncesini değiştirmek

Mehmet Akif Çeç - Yazar
14.04.2019

Gelenek bize Kur’an’ı, kendi aklı, epistemolojisi, metodolojisi ve paradigmal düzlemi içerisinde en doğru ve en sahih okuma ve anlama yöntemlerini gösteren, belirleyici ve çevreleyici bir kılavuzdur.


‘Değişim’ düşüncesini değiştirmek

İki asırdır “değişim” denildiğinde, Müslüman intelijansiyanın zihninde ekseriyetle, İslam tarihinin olağan akışına yapılan olağandışı, harici bir müdahalenin doğurduğu sonuçların olağanlaştırıldığı bir sürecin anlaşıldığını söylemek mümkün. Müslüman intelijansiya “değişim” olgusunu tek yanlı ve tek yönlü bir bakışla, iki asırdır, salt verili değişim üzerinden okumaya, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. Değişim kavramıyla iki asırdır,  özellikle ve spesifik olarak modernitenin ürettiği yeni durumlar ve meseleler anlaşılmakta; değişim kavramı/olgusu da tıpkı yeni/lik kavramı/olgusu gibi nerdeyse moderniteyle eşanlamlı bir okumaya tabi tutulmaktadır. Yani değişim kavramı önce, yanlış temellendirmelerle, tamamen olumlu bir içerikle yeniden üretilmekte, daha sonra da bu yeni içeriğiyle, moderniteyi temellendirme ve meşrulaştırmada kullanılan anahtar kavramlardan birine dönüştürülmektedir. 

İlerlemeci tarih görüşü

Müslüman intelijansiyanın yaşanmakta olan değişimi okuyuş biçimi ile modern bir zihnin okuyuş biçimi arasında temelde bariz farklar olduğunu söyleyebilmek zordur. Müslüman intelijansiya da tıpkı modern bir birey gibi, değişimi, zihnine yerleşmiş seküler-ilerlemeci tarih görüşünün perspektifiyle okumakta ve dolayısıyla değişimi; ilerlemenin insanlık tarihini getirdiği olağan sürecin ürettiği zorunlu, olağan sonuçları olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşım, İslam tarihine olağandışı bir müdahale olarak yansıyan verili değişimin olumlanması ve onaylanması gibi paradoksal bir sonucunu da beraberinde getirmektedir.   

Müslüman intelijansiyanın değişimi pozitivist argümanlarla meşrulaştırma çabası başlangıçtan beri içine düştüğü ciddi temellendirme yanlışlarından biridir. Pozitivizme her ne kadar ideolojik ve fonetik olarak karşı durmakla birlikte, iki asırdır, pozitivizmin yerine, neredeyse onunla eşanlamlı olarak ikame edilen “bilimsellik” kavramını problemsiz ve de büyük bir tutkuyla benimseyen, bilgi ve bilime tamamen modern paradigma içinden ve pozitivist epistemolojiyle bakan Müslüman intelijansiyanın, sosyal olayları/olguları okuyuş biçimi de aynı şekilde modern paradigmanın ve ona bağlı sosyal bilimlerin bakış açısından bağımsız değildir. Modern paradigmanın, fizik dünyayı anlamak ve izah etmekte kullandığı “doğa bilimleri”nin yöntem ve teorilerinin, aynı şekilde sosyal bilimler için de, sosyal dünyayı anlama ve izah etmede geçerli olduğuna dair pozitivist inanç, Müslüman intelijansiyanın zihninde de baştan beri önemli bir yer işgal etmekte, böylelikle fizik dünyadaki değişimlerle sosyal dünyadaki verili değişimler arasında illiyet ilişkisi kurularak, yaşanmakta olan değişim izah edilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede pozitivist “doğa yasaları” kavramı da “adetullah/sünnetullah” kavramlarına dönüştürülerek, iki asırdır yaşanan, harici şartların ürettiği ve dayattığı olağandışı değişim, kainattaki olağan değişimin yani sünnetullahın “doğal/olağan” bir parçası ve gereği olarak okunabilmektedir. Sosyal dünyada yaşanan değişim olgusunun, doğada yaşanan fiziki değişimle ilişkilendirilerek okunması; sosyal değişimlerin de tıpkı fiziki değişimler gibi doğa yasalarına/ “sünnetullah”a tâbi bir olgusal gerçeklik olarak ele alınması, doğal olarak, yaşadığımız değişimin doğallaştırılması, olağanlaştırılması ve normalleştirilmesi sonucunu doğurmakta; böylelikle verili değişim, dünyanın/hayatın mutlak, zorunlu, “olumlu” bir gerçeği ve gereği olarak kabul görmektedir. Bu konuda kullanılan önerme silsilesi en yalın haliyle şu şekilde kurulmaktadır: “Kainatta/doğada her şey, ilkelden mükemmele doğru sürekli değişim (hareket/eylem/oluş) halindedir, bu doğa yasalarının (adetullah) bir gereği olarak zorunlu ve kaçınılmazdır, buna bağlı olarak hayatın, sosyal dünyanın değişmesi de doğanın bir parçası olarak ‘doğal’ bir olgudur yani sünnetullahın bir gereğidir, dolayısıyla değişimden kaçılamaz ve değişime direnilemez, değişimden kaçmak doğaya/doğa yasalarına karşı çıkmak anlamına gelir, o halde yapılması gereken değişimi kabullenmek ve teslim olmaktır.” Bu noktada Herakleitus’un meşhur nehir metaforu da, fizik teorisinden sosyal teori üretme başarısının argümanlarından biri olarak ayrıca imdada yetişmektedir. Modernist-tarihselci-reformist düşüncenin arka-planında, değişim olgusunu ve buna bağlı olarak iki asırdır yaşanmakta olan verili değişimi mutlak, zorunlu ve meşru gören, böylece modernitenin getirdiği değişimlere ayak uydurmayı sünnetullaha uymakla eşdeğer sayan bu yanlış temellendirmelerin inşa ettiği zihnin yer aldığını söylemek yanlış olmaz.   

Esasen sahih bir okumaya tabi tutmak gerekirse; bir üst ilkeden menkul ya da yüksek bir gayeye matuf olmaksızın, soyut bir olgu olarak değişim, değişmez mutlak bir değer değil, bir değerle ilişkisi nispetinde değerlenebilecek ve değerlendirilebilecek bir olgudur. Değişim; ontolojik bir temele, sahih bir paradigmaya, epistemik bir zemine, kolektif bir irade, bilinç ve gayeye bağlı olmaksızın tezahür ediyorsa, bu, olağan ve olması gereken meşru bir değişim değildir. İslam toplumu açısından bir değişimin meşru olabilmesi ya da meşru bir değişimin olabilmesi için, bu değişimin İslam geleneğinin bünyesi içinde, sahih İslami paradigmanın ilkeleri doğrultusunda cereyan ediyor olması gerekliliği vardır. Hz. Peygamberden bugüne İslam ümmetinin icma ve ittifakıyla tevatüren tevarüs ederek gelen paradigmal bütünlük, tutarlılık ve sürekliliği ifade eden büyük hakikat sistemi olarak geleneğin kendine özgü varlık, alem, insan, hayat tasavvuru kapsamında ortaya çıkan değişim, meşru bir değişimdir. Gelenekten bağımsız olarak ortaya çıkan bir değişim, bünyeye yapılan harici bir müdahale anlamına gelir, ki bu ancak dönüşüm ya da başkalaşım (metamorfoz) olarak ifade edilebilir. Demek ki, meşru bir değişimin olabilmesi için sahih bir geleneğin de olması zorunluluğu vardır. Bu olağandışı, harici değişimlere yani modernitenin yıkıcı- tahripkar müdahalelerine karşı geleneğin kendini koruma refleksiyle ortaya koyduğu direnç, modern toplumlardaki muhafazakarlık, tutuculuk, gericilik, yobazlık, değişim karşıtlığı gibi kavramlara karşılık gelen bir tanımlama değildir. Modern toplumlarda muhafazakarlık, eskiye/geçmişe ait olanı öylece dondurmayı ve saklamayı ifade eder. Oysa gelenek kendi dinamikleri ile kendini yenileyen, kendi değişimini gerçekleştirerek kendini sürekli üreten devingen bir yapıdır. Gelenek, değişkenlik ve dinamizmi temsil ettiği düşünülen moderniteye karşın, statikliği ve donukluğu temsil eden bir olgu değildir. Doğru konumlandırma; geleneğin, moderniteninkinden farklı ve kendine özgü bir değişim yaklaşımına sahip olduğudur. Dinamik bir İslam medeniyeti inşa etmenin yolu, modernitenin ürettiği ve dayattığı değişimleri ithal etmekle değil, kendi değişimini gerçekleştirebileceği sahih İslam geleneğini yeniden inşa etmekle mümkün olabilir ancak. 

Hangi sabit, hangi değişken? 

Değişim meselesini sahih bir zemine oturtmak maksadıyla sıkça başvurulan “sabit ve değişken”, “değişim ve süreklilik” şeklindeki dikotomiler üzerine kurulan temellendirmeler, bugün artık kullanışlı argüman olma vasfını yitirmiştir. Esasen, değişimi Kur’an ve sünnet zemini üzerine temellendirmeyi amaçlayan bu ayrıştırmaların, bugün daha çok modernistlerin işine yaradığını söylemek mümkündür. Kur’an ve sünnetin sabiteleri oluşturduğu önermesine dayalı bu temellendirme; modernist zihnin, bunların dışında kalan bütün alanları, her türlü değişime ve dolayısıyla müdahaleye açık, geniş ve elastiki bir seküler “değişkenler” alanı olarak ele almasına da fırsat sağlamaktadır. Yani bu ayrıştırma, modernist tezlere alan açmaya yarayan “din ve dünya”, “din ve gelenek” şeklindeki diğer seküler ayrıştırmaların da bir bakıma temellendirilmesi işlevini görmektedir. 

Değişimi, tarihin ve ilerlemenin ürettiği kaçışı olmayan bir zorunluluk olarak okuyan ve meşrulaştıran modernist zihnin bu bakış açısına göre, değişim “asıl”, sabiteler ise adeta “füru” durumuna düşürülmektedir. Değişimin esas/veri olarak alındığı ve tüm sabitelerin/değişmezlerin bu verili değişimin yönüne ve seyrine uygun biçimde yorumlandığı, sabitelerin fonksiyonunun değişkenleri onaylamaya indirgendiği, sabitelerin değişkenlere uydurulduğu böylesine zihinsel yabancılaşma ortamında “sabit ve değişken” temellendirmesi ne işe yarayabilir ki? Adeta sabitelerle değişkenler yer değiştirmiş, sabiteler değişkenleri değil, değişkenler sabiteleri belirlemeye başlamıştır. Celal Nuri’nin “Değişmeyecek tek hüküm; zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi hükmüdür” formülasyonunda ifadesini bulan tam da budur; değişkenlerin (zamanın) “belirleyen”, sabitelerin “belirlenen” durumuna indirgenmesi. 

Kur’an’ın sabite olarak konumlandırılmasına, temelde kimsenin bir itirazı söz konusu değildir. Her ne kadar bu ifade ortak bir sabite üzerinde ve ortak bir zeminde anlaşıldığı izlenimi uyandırsa da esasen burası derin ayrışmanın ve çatışmanın da başladığı yerdir. Özellikle modernist zihnin, Kur’an’ın sabite olmasıyla kastettiği, Kur’an’ın “lafzi” kısmıdır; anlama ve yorum boyutu ise neredeyse sonsuz ve sınırsız bir “değişkenlik” alanı kapsamında görülmektedir. Bununla İslam ümmetinin 14 asırlık kolektif bilinci, paradigmal bütünlüğü yapısöküme uğratılarak, seküler paradigmaya ait “yeni” okuma ve anlama yöntemlerine de alan açılmış olmaktadır. Sahih bir İslami paradigmadan yoksun, ithal akıl, epistemoloji ve metodoloji ile malül modernist zihinlerin tamamen öznel değerlendirmelerine, ideolojik bakış açısına, hatta heva ve hevesine göre değişkenlik arz eden göreli, sübjektif yorumlar çoğulculuğu içerisinde Kur’an’ın sabite oluşu ne anlam ifade edecektir? Tarihselciliğin aşırı yorumcularından H. Hanefi’nin, bugün artık sabite kalmadığına dair iddiasını, Kur’an ve sünnetin her türlü anlamaya ve dolayısıyla müdahaleye açık hale getirilmek istendiği şeklinde anlamak mümkündür. En temel sabitemiz olan Kur’an’ın yenilikçilik, tarihselcilik, modernistlik adı altında,  zamanın ruhuna uydurulması gerekçesiyle gökle irtibatının kopartılarak hermenötik, arkeolojik deneylerin laboratuar nesnesi olan tarihsel bir text konumuna indirgenerek her türlü indi ve keyfi yorum ve anlamaya açık hale getirilmesi karşısında hangi sabiteden söz edeceğiz? O halde, sabite ile doğrudan Kur’an ve sünneti değil; Kur’an ve sünnetin, bindörtyüz yıllık paradigmal bütünlük, turarlılık ve süreklilik içinde kolektif bilinçle (icma) üretilen ve tevatüren tevarüs eden sahih anlama ve yorumlama biçimlerinin toplamı olan “gelenek”i anlamalıyız. Gelenek bize Kur’an’ı, kendi aklı, epistemolojisi, metodolojisi ve paradigmal düzlemi içerisinde en doğru ve en sahih okuma ve anlama yöntemlerini gösteren, belirleyici ve çevreleyici bir kılavuzdur. Kur’an ve sünnete yeni bir yorum yapılacaksa bile, bu yorum, bu paradigmal bütünlükten kopmadan ve onun tutarlılık ve süreklilik alanı içinde olmalıdır. Bu sebeple ayaklarımızı basmamız gereken sabite burasıdır. O halde, “değişken”in karşısına “sabite” olarak koyacağımız şey, Kur’an ve sünnetin lafzi kısmı değil, Kur’an ve sünnetin sahih İslami paradigmaya dönüşmüş hali olan “gelenek”tir. Dolayısıyla değişim olgusunu gelenekten bağımsız ele almak ve sahih bir temellendirmeye kavuşturmak mümkün değildir. Geleneğin olmadığı yerde, sabiteler de değişkenler de yerli yerine oturmamaktadır. 

[email protected]