Değişime direncin arka yüzü...

Avni Özgürel / Gazeteci - Yazar
21.09.2013

AK Parti hakiki manada iktidarı 27 Nisan muhtırasının sabahında devraldı. Muhtıraya gösterilen direnç, 86 yıllık oligarşik sistemi temellerinden sarstı. Bu direnç Ali Balkaner’in “Biz herşeyi belirleyen 18 aileyiz, bütün havuz bizim elimizde” dediği sistemin temel taşlarını yerinden oynattı.


Değişime direncin arka yüzü...

Gerçek şu ki, Türk demokrasi tarihinin dönemeci ve Ak Parti’nin hakiki manada iktidarı 2007 senesi Nisan ayının 28’inde başladı.. Hatırlanacağı gibi söz konusu tarihten bir gün önce gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı resmi internet sitesinde bir muhtıra/bildiri yayınlamıştı.. Ve bu baş kaldırı karşısında hükümet demokrasiden yana kararlı bir tavır sergilememiş olsa bugün bambaşka şeyleri konuşuyor olurduk.. 

2007 Nisan’ında pek çok şey, ama en önemlisi milletin karşısına kader diye konulan duvar yıkıldı aslında... Ve Turgut Özal’ın işaret ettiği, 28 Şubat müdahalesinin kaçınılmaz hale getirdiği kökten değişim o gün başladı... 

Oligarşinin kırılan çarkları

Gerçekte ‘İnönücülük’ diye nitelendirilmesi gereken ancak üzerine Atatürkçülük/ Kemalizm etiketi yapıştırılmak suretiyle dokunulmazlık kazandırılan düzendi çözülmeye başlayan.. Oligarşinin yani asker, bürokrat, yargıç, büyük sermaye ve peşlerine takılı gazeteci- siyasetçi halkasından oluşan dar çevrenin çıkarlarını, tercihlerini ‘ koruma- kollama’ üzerine kurulmuş çarkların kırılmaya başlamasıydı olan..

18 büyük ailenin havuzu

Geçmiş bir asırlık dönemin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik kabullerini, alışkanlıklarını alt-üst eden; saygınlarını, seçkinlerini, muteberlerini tedirgin eden bir şeydi değişim... ‘ Güç Odakları’ydılar... İktidarları tayin edegelmiş, millet varlığının üzerine kene misali abanmış, finanstan basına her sektörü; ordudan yargıya tüm toplumsal katları kontrol etmeye, edemediğini ezip yok etmeye alışmış öğütücüydü sözünü ettiğimiz... Yurt Bank’ın sahibi Ali Avni Balkaner’in bankasına BDDK, ardından TMSF’nin el koyması üzerine tutuklanıp çıkarıldığı mahkemede öfke krizinin etkisiyle “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı (İMKB) manüpile eden kişi bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır” demek suretiyle işaret ettiği tabloydu çöken..

Dar çevrenin çıkarlarını koruma üzerine kurulu çarkın halk yararına döner hale gelmesi ihtimalinin sayıca fazla ehemmiyeti olmayan bir grubun dışında herkesi memnun edeceği düşüncesinin gerçeği yansıtmadığı işte bu noktada ortaya çıktı.. Pek çok kişinin düzenini söz konusu çıkar çevresi çekirdeği etrafında oluşan halkalara göre kurduğu ortaya çıktı... Dış görünüşte çatışan grupları dayanışma çizgisine getiren bir ‘derin denge’ oluşturulmuştu... Ve perdenin gerisinde teröristle güvenlik görevlisi; mafyayla siyasetçi; bankacıyla batakçı; hakimle sanık; polisle hırsız yanyana duruyordu.. 

Günün birinde değişimin kaçınılmaz hale geleceğinin farkındaydı aslında herkes... Ancak Titanic misali son gün, son gece, son saniyeye kadar alabildiğine keyfini  sürmek istiyorlardı vurgunun.. 

İbreyi çeviren el bombası

Ve eğlence bitiverdi ansızın.... 2006 senesi Mayıs’ında bir hafta arayla Cumhuriyet Gazetesi önünde pimi çekilen bomba, Danıştay Başkanlığı’nda bir Danıştay üyesinin ölümü dört üyenin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının ‘ İslami’ çevrelerce gerçekleştirildiği propagandası almış başını giderken ibre beklenmedik anda tersine döndü... 

Bir ihbarla Ümraniye’de ele geçen bombalar üzerinden kurulan bağlantı söz konusu saldırıların devlet içinde çöreklenmiş çetenin marifeti olduğu gerçeğini gözler önüne serdi... 

Sonrası çorap söküğü gibi geldi...

Darbe planları, suikast hazırlıkları, internet- sosyal medya üzerinden örgütlenmeler.... Ne varsa ortalığa döküldü... Kimler yoktu ki halkada... Genelkurmay başkanından gazete yazarına; tefeciden üniversite hocasına kadar ne ararsanız..

Ülkenin sinir düğümü ayrılıkçı Kürt hareketine kadar uzanıyordu aslında çengel... Kaç kere Türkiye’nin önüne gelmişti şiddetin son bulması, kanın dinmesi ümidi.. Ama her seferinde ‘ Terör örgütüyle anladığı dilden konuşuruz sadece’ türünden sözüm ona milliyetçi gösteriler yapılarak geri itilmişti eller.... Gerçekte saldırıların sürmesi, şehit cenazelerinin gelmeye devam etmesi, bu tablo üzerinden siyaseti baskılayıp kontrol etme imkanının elde tutulmasıydı istenen.... 1999’da Abdullah Öcalan’ın talimatıyla örgüt Türkiye içindeki silahlı unsurlarını Irak’a çekme kararı alıp harekete geçtiğinde ‘ Hepsini çekmeyin bakarsınız bir gün lazım olur’ diyen de; gruplar halinde çekilen unsurları pusuya düşürüp kırıma uğratmak suretiyle örgütü aldığı karardan pişman hale getiren de aynı kişilerdi...

Ak Parti’nin değişim- statükoyu muhafaza sarkacında tereddüt edip etmediğini düşünmek bile abes bence... Eminim ki, Tayyip Erdoğan’a ‘ Böyle gelmiş böyle gider, tekere çomak sokmazsan kimsenin ayağına basmazsan gününü gün edersin’ telkinleriyle gelmek isteyenler olmuştur.. Ancak şurası gerçek ki Erdoğan açısından seçenek olarak dahi statükoya oynamak yoktu... 

Nitekim öyle de oldu.... Ve demokratikleşme/ açılım diye adlandırılan, ardı ardına açılan ‘ paketlerde’ yansıyan zorlu süreç böyle başladı.... Tabii tepkiler de... 

Değişimin gizli gücü MİT

Burada bir parantez açıp Türkiye’nin güvenlik bürokrasisindeki değişime işaret etmekte yarar var... Özellikle de güvenlik bürokrasisinin en kritik halkasına yani Milli İstihbarat Teşkilatı’na... Hakan Fidan’ın göreve gelmesinden önce Emre Taner döneminde yeniden organize olmayı yani hafiye teşkilatı olmaktan çıkıp gerçek manada istihbarat örgütü olmayı başarmıştı MİT.. Daha da önemlisi Türkiye 21. Yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan demokratikleşme hedefini gerçekleştirilip ülke bütünlüğünü güçlendirecek adımlar atmadığı takdirde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu analizini yapabilmişti..   

Türkiye’nin ve bölgenin içinde bulunduğu koşulları tahlil edip Abdullah Öcalan’ın ve PKK yönetici kadrolarının önüne ‘Silahlı mücadeleyi sonlandırma’ önerisini taşıyan güvenlik bürokrasisi sonunda hedeflenen amacı projelendirmeyi başarmıştı... Başarmıştı başarmasına ama görüşme tutanaklarının, belgelerin basına sızdırılması, ortaya çıkan sakil tartışma ortamında MİT müsteşarı ve onun üzerinden başbakan Tayyip Erdoğan’ın soruşturulup yargılanma tehditlerinin göğüslenmesi bahasına; tasfiye edilecekleri endişesine kapılan terörist unsurların eylem için yüreklendirilmesinin önüne geçilmesiyle gerçekleştirilmişti bu...

Bugünün Türkiye’si demokrasi penceresinden bakıldığında dünün Türkiye’siyle kıyaslanmayacak noktada elbette... Ve düne göre daha az endişeli.. İhtiyatlı bir şekilde ‘daha az..’ diyebiliyorum.. Zira siyaset üzerindeki kontrol olanaklarını kaybeden ‘dar çevre’nin bir kanadı göründüğü kadarıyla geri çekildi... Silahlı kuvvetlerin görev sınırları içinde kalmayı içine sindirdiği; demokratik sistemin seçilmiş kadroların tercih ve iradesine dayandırdığı çizgiyi zorlamanın hem orduya hem ülkeye zarar vereceğini gördüğü anlaşılıyor...  Buna karşılık geçmişte TSK’ni de önüne katıp sürükleyen  statüko selinin sivil unsurlarının her vesileyle, bulduğu her fırsatta hoşnutsuzlukları kamçılamak, rahatsızlıkları kışkırtmak suretiyle hala ‘ ben buradayım, yıkılmadı, ayaktayım..’ deme gücünü koruduğunu da görüyorum..

Bu sancı ne zaman biter, ne zaman yoğun bakımdan ‘normal servis’e geçeriz derseniz sanırım onun için önümüzde bir on sene daha var... Yani 2023 yılı bunun için gerçekçi bir hedef... Kürt ve Alevi meselesinde herkesin kendisini içinde hissedeceği anayasal çerçeve ortaya çıkarmayı başardığımız, terörden yılmış kuşakları rehabilite edip üretime, bilgide rekabete yönlendirmeyi başardığımız gün çıtayı aştığımızı söyleyebiliriz...