Deha estetiğinin temelleri

Murat Güzel / Açık Görüş Kitaplığı
28.04.2018

Schelling’in 1801 sonrasındaki özdeşlik felsefesi döneminin bir ürünü olan Sanat Felsefesi kitabı estetik teoride deha estetiği olarak bilinen yaklaşımın temellerini göstermesi bakımından ilginçtir. Türkçe’de az tanınan bu Alman filozofun ve Alman idealizmi olarak adlandırılan felsefi akımın fikri ufuk ve boyutlarını sergilemesi bakımından Sanat Felsefesi önemli bir eser.


Deha estetiğinin temelleri

Felsefede Kopernik devrimini gerçekleştirdiğini iddia eden Immanuel Kant’ın bu devriminin dayanak noktası elbette numen-fenomen (kendinde şey ile görüngü) arasında yaptığı o ünlü ayrımdır. Bilginin deneyimle başlamasına karşın bütünüyle deneyimden kaynaklanmayacağını vurgulayan Kant’ın bilginin ortaya çıkışında özneyi bilginin içerikleri bakımından bağımlı ve pasif, formu bakımından ise aktif ve kurucu kılan epistemolojik yaklaşımının getirdiği çıkmaz, yani öznenin bir fenomen olarak zorunlu doğa yasalarına ve nedenselliğe tabi ama diğer yandan bir numen olarak da bu neden-sellik zincirinden bağımsızlaşarak yeni bir nedensellik başlatabilme kapasitesine sahip olmasından kaynaklanır. Kant, numen ile fenomen teori ile pratik, real ile ideal arasında açtığı bu uçurumu amaçsallık ile güzellik deneyimi, organik doğa düşüncesi vb. yollarla gidermeye uğraşsa da bu birliğin gerçekliğini gösterememiştir.

Öznenin kendiliği

Kant sonrası ortaya çıkan ve Alman idealizmi olarak anılan felsefi girişimin özünde Kantçı sistemin açmazını giderecek, bu sistemi bütünleyecek şekilde aklın birliğini yeniden tesis etme teşebbüsü yer alır. Fichte, Schelling ve Hegel ile anılan Alman idealizminin bu isimlerinden her biri çıkmaza kendi felsefi hareketleriyle bir çözüm arar. Fichte çözümü öznenin kurucu niteliğini radikalleştirip numen-fenomen ayrımını geçersizleştiren bir hamleyle cogito’nun tüm tasarımlara eşlik etmesinin Kant tarafından kabul edilmesine de yaslanarak ‘öznenin kendiliğindenliği’ni felsefenin mutlak ilkesine dönüştürmekte bulmuştur. Ancak bu çözümün de kendi içinde çeşitli sorunlar barındırdığı görülür.

Genç yaşlarında Fichte’nin etkisi altında kalan Schelling, bu sorunlardan en önemlisini, ‘öznenin kendiliği’ olarak koyutlanan felsefi ilkeyi çeliş-kili görür ve “Hiçbir şey kendiliğinden bir şey olarak vaz edilemez; yani koşulsuz bir şey çelişkidir” diyerek mutlak-benin ben olmayana bağımlılığı sorunuyla uğraşır.

Schelling bu yoldaki felsefi düşünümleri sonucu sonradan Hegel’e de ilham verecek olan ve özbilincin tarihini 1800 tarihli transandantal idealizm sistemine ulaşır. Schelling 1801’de kaleme aldığı felsefi sistemimin sunumu ile de Fichte’den tamamen bağımsızlaştığını ilan ederek kendi özdeşlik felsefesini başlatır. Transandantal idealizm sisteminde sanatı felsefenin bir organı ilan eden Schelling, özdeşliğin gerçekliğini kanıtlayabilmek için özdeşliği evrensel bir şekilde nesnelleştiren sanatta mutlağın nasıl tezahür ettiğini göstermeye çalışır. Schelling’e göre sanat, bilgi-eylem, zorunluluk-özgürlük, bilinçli-bilinçsiz eylemlerinin ayrımsızlığıdır. Schelling böylelikle Kant’taki teori-pratik, numen-fenomen ayrımını kapatmış olur. Schelling için sanat Kant’taki gibi mutlağı varmış gibi düşünme ve tasarlama etkinliği değil, simgesel anlamda mutlağı var etme çabasıdır. Schelling, bu yüzden, sanatı mutlak ayrımsızlığın tikelde tasarlanması, felsefeyi ise mutlak ayrımsızlığın tümelde tasarlanması olarak değerlendirip tanrı, filozof ve sanatçı arasında kaçınılmaz bir benzerlik olduğunu öne sürer. Bir yerde bu Kantçı deha anlayışının pervasızca dile getirilmesidir. Schelling’in 1801 sonrasındaki özdeşlik felsefesi döneminin bir ürünü olan Sanat Felsefesi kitabı estetik teoride deha estetiği olarak bilinen yaklaşımın temellerini göstermesi bakımından da ilginçtir. Türkçe’de az tanınan bu Alman filozofun ve Alman idealizmi olarak adlandırılan felsefi akımın fikri ufuk ve boyutlarını sergilemesi bakımından Sanat Felsefesi önemli bir eserdir.

13. yüzyıldaki Rönesans: Endülüs

20. yüzyılda yaşamış düşünürler arasında Roger Garaudy’nin yeri ayrıdır. Hakikat arayıcısı kimliğiyle temayüz eden Garaudy; İbn Rüşd, İbn Hazm, İbn Tufeyl ve İbn Arabî gibi İslam medeniyeti içinde şimdi bile dikkatleri üzerine çeken isimleri yetiştiren, deneysel bilimin kurucusu olarak bilinen Roger Bacon’ın, İkinci Syvestre adıyla Papalık koltuğuna oturan Aurillaclı Gerbert’in temel eğitimlerini aldıkları Endülüs’ü medeniyet boyutuyla irdeliyor. 13. yüzyılda, Batı Rönesansı’nın aksi bir istikamete sahip, bütün dînî tekelciliklere rağmen, Tanrı’nın evrenselliği bilinciyle, yani bütün insanlığın Tanrı’sının aynı Tanrı olduğu inancıyla hareket eden bir Rönesans’ın bu Endülüs’te yaşandığı Garaudy’nin temel vurguları arasında. Endülüs’te İslam, Roger Garaudy, çev. Cemil Aydın, Timaş, 2018

Modern felsefenin kültürel tarihi

Batı’da 19. yüzyıldan bu yana klasikleşmiş felsefe tarihi yazımlarının felsefenin kurumsallaşmasına, siyaset ve toplum nezdinde tanınmasına büyük katkı sağladığı iddia edilebilir. Bu haliyle felsefe tarihi yazımlarının kültürel üretimin maddi koşullarını tahlil etmeye çalışan diğer disiplinlere pek açık olmadığını belirten Hollandalı tarihçi Van Damme, son 20 yıldaki gelişmelerden de faydalanarak, 17. ve 18. yüzyıllara odaklanıp bir tarihçinin felsefeye yaklaşımının ana hatlarını yeniden çizmeye uğraşıyor. Aydınlanma düşüncesi vesilesiyle Van Damme,  tarihi felsefenin bir niteliği kılmak yerine felsefi meseleden hareketle başka bir entelektüel tarihin mümkün olduğunu göstermeyi hedefliyor. Hakikate Yelken Açmak, Stéphane Van Damme, çev. Adem Beyaz, YKY, 2018

@uzakkoku