Demokrasi kültürü ve kamusal alanlar diyalektiği

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
26.08.2022

Bugün sermayenin devlet üstü karakteri, devletlere ve oradan toplumsal yapılara müdahale edecek boyutlara gelmiştir. Darbelerin görünürdeki failleri değişse de bu asıl fail değişmez. Ortaçağ'ın Kilise mutlakçılığı yerini özellikle Fransız İhtilali'nden bu yana artan bir şekilde amaca ulaşmak için her yolu mübah gören sermaye merkezli mutlakçılığa bırakmıştır.


Demokrasi kültürü ve kamusal alanlar diyalektiği

Öncelikle demokrasi bir seçme, ayırt etme işidir. Tabii ki kim, neden ve nasıl seçiliyor soruları cevaplandığında anlam kazanan bir iş bu. Burada seçilen, devlet aygıtının yönetimi için(elbette milleti yönetmek için değil) halkın liyakatlı gördüğü aday, seçilme amacı, devlet aygıtını milletin hakimiyetini gerçekleştirecek doğrultuda yönetmek ve nasılına gelince de öncelikle seçenekler karşısında milletin özgür iradesi ile tercihini yapıyor olması demokrasi işinin olmazsa olmazıdır. Elbette bu ifadeler rejimin cumhuriyet olarak kabul edildiği bir ortamın demokrasisine dair. Demokrasinin bir kültür işi olması onun cumhuriyeti cari kılacak ürünler verebilen ortamında açığa çıkar. Bu doğrultuda işlevselleşemeyen bir sistem adı her ne olursa olsun demokrasi değildir.

Bir kültür alanı

Demokrasinin bir seçme eyleminde odaklanması öncelikle seçeneklerin olmasına bağlıdır. Seçeneğin olmadığı bir ortamda seçimden söz edilemez. Seçenekler arasından seçme eylemi ise bu seçeneklerin tartışıldığı, her birini savunanların savunuları ve karşıtların itirazlarının kamuoyunu açığa çıkartacak bir ortamda gerçekleşebilmesine bağlıdır. İşte hakimiyetin tesisine ilişkin devlet aygıtının şekil ve esas yönleriyle birlikte yönetimini mümkün kılacak normatif ortamı içeren bu tartışma ortamlarının söylem kapsamları o söylemin tartışıldığı alan olarak kamusal alana dönüşür. Dolayısı ile demokratik bir ortam, çoklu kamusal alanların var olabildiği bir ortamdır ve onun kültürü bu ortamlarda tohumlanan fikirlerin seçenek olarak kendini ifade ediyor olmasına bağlıdır. Siyasi ve hukuki normların, yetki veren ve kısıtlayan nitelikleri yönüyle yaşamsal alana dair izdüşümlerinin, orada yaşayanlarca tartışılması demokrasi kültürünün esas faaliyetini oluşturur. Aksi takdirde demokratik alan, süreklilik içeren bir kültür alanı olmaktan çıkarak bilinç dışına itilmiş bir ritüele hapsolur. Özellikle cumhuriyet olmadan demokrasiden söz edilse de, demokrasi olmadan cumhuriyetten söz edilemez.

Toplumsal ve siyasi tartışma zemininde oluşan kamusallık, demokratik siyasetin temelini oluşturur. Temel haklar ve özgürlükler konusuyla temellenen demokratik siyasi faaliyetin ana konusu da bu çerçevede temel haklar ve özgürlüklerin ne olduğu ve bunların ne anlama geldiği üzerinde şekillenir. Toplumsal ve kendini oraya ilişkilendirmek zorunda olan siyasi normların temeli buraya yani temel hak ve özgürlükler konusuna dayanır. Neyin hak olduğu üzerinde konsensüs oluşmadan toplumsal olanı ikna edecek, hakkı korumayı amaçlayan bir hukuk sistemine de ulaşılamaz. Bu anlamda normların geçerliliğine ilişkin tartışma ortamları kamusal ortamlar olarak ortaya çıkar ve demokratik bir ortam bu kamusal alanların çeşitliliği ile doğru orantılıdır. Dolayısı ile bir kamusal alandan söz edebilmek için insan topluluğunun yaşamsal bir alan üzerinde gezinmesi, günlük rutinleri peşinde koşuşturması yeterli değildir. Bunun için yaşamsallığın düzenini tesis edecek toplumsal ve siyasal olana ilişkin iletişimsel bir ortam gerekir ve böyle bir ortam kamusal alana dair bir söylemin konusu olabilir. Dolayısı ile tüm toplumu ayrışma fobisi ile tehdit ederek düşünmeyi imkansız kılan tek bir kitle haline getirmeye çalışan totaliter sistemlerde bir kamusal alandan söz edilemez.

Kamusal alanın çeşitliliği

Demokratik ortamın en önemli unsuru saydığımız kamusal alanların çeşitliliğinin aynı zamanda onun en büyük krizine de dönüşebilme potansiyeli vardır. Sözünü ettiğim tehlike bir kamusal alanın kendisine benzemeyen diğer alanları yok etme üzerinden kurduğu söylemde ortaya çıkıyor.

Özellikle herkesi tek bir kütle haline getirmeyi amaçlayan mutlak doğrucu görüşlerin böyle bir eğilimi vardır. Ortaçağ Avrupa tarihinin kendi içindeki yüz yıl ve otuz yıl savaşları ile zirve yapan algısı buradan kaynaklanıyor. Hristiyan dünyanın uzun süren mücadelesi ile bu mutlaklığın biraz yumuşadığı görülse de kısa sürede 'aydınlanma' sonrası onun yerini ideolojiler aldı ve her biri ideolojik mutlaklıklar üzerinden aynı şeyi yaptı. Bugün de bu algının etkilerinin atlatıldığı söylenemez. Bu açıdan demokratik ortamın herkesin kendini ifade etmesine dayalı ortak bir durumda karar kılmayı öngören yapısının, bunlardan biri veya birkaçının diğerlerinin varlığını ortadan kaldırmaya evrilmesini kontrol edebilmek o kadar kolay görünmüyor.

Devletin gücü

Her biri toplumsal ve siyasal söylemleri ile şekillenen kamusal alanların odağında doğrudan veya dolaylı olarak devlet yönetimi bulunur. Çünkü sosyal ve siyasal ortamın şekillenmesinde devlet önemli bir güçtür. Devlet yönetimindeki algının milleti yönetmeye sapması, sözünü ettiğimiz demokratik risklerin en önde gelenidir. Demokratik algıdan sapmak, kendini başkasına dayatmaya vararak demokrasi adı altında, zıddı olan totaliterliği cari kılacaktır. Yani bu durum bizim için öğretilmiş bir husus değil inancımızın da ilkeleri arasında yer alır." Dinde zorlama yoktur."(Bakara 256) Müslüman tanımının ise, onlar hakikati arayanlardır(Cin 14) ve ayrıca "onlar ki söylenen sözü dinler en güzeline uyarlar"(zümer 18) ifadelerinin anlamı bunu açıkça ortaya koyuyor. Bunun dışında devlet yönetimine ilişkin olarak " Ta ki, güç ve servet sadece zenginleriniz arasında dönüp dolaşan devlet olmasın"(Haşr 7) ifadeleri bu bağlamda ele alındığında bugün demokrasi bağlamında toplumsal ve siyasal olana dair risklerin yeni olmadığı anlaşılıyor. Bu hususta Marks'ın burjuvazi ile devlet ilişkisi benzer gibi görünse de o, bunu mutlakçı bir yaklaşımla genelleyerek devlet aygıtını tamamen dışlamasıyla ayrışır. Kamusal alanların çeşitliliği ile demokrasi, dinde ve elbette ideolojik dinlerde de zorlama olmayan bir ortamda mümkündür. Bu da ancak her kamusallığın savunduğu ve tartıştığı amacın herkes için en iyisi olduğu fikrine dayanır.

Sermaye merkezli mutlakçılık

Bugün kamusal alan çeşitliği ekonomik ve ideolojik olmak üzere iki kategoride yoğunlaşmıştır. Ekonomik amaçla şekillenmiş kamusallık (burjuva kamusallığı) Marks'ın tezinde ileri sürdüğü devlet aygıtını ekonomik ve siyasal çıkarları için kullanmayı amaçlayan ve bu konuda gerekirse her şeyi araçsallaştıran bir karakterle öne çıkar. Günümüz dünyasında en yaygın ve etkin olan budur. Öyle ki bugün sermayenin devlet üstü karakteri, devletleri bile amacı doğrultusunda araçsallaştıracak, kendisine geçit bulmak için devletlere ve oradan toplumsal yapılara müdahale edecek boyutlara gelmiştir. Darbelerin görünürdeki failleri değişse de bu asıl fail değişmez. Dolayısı ile Ortaçağ'ın kilise mutlakçılığı yerini özellikle Fransız ihtilalinden bu yana artan bir şekilde amaca ulaşmak için her yolu mübah gören sermaye merkezli mutlakçılığa bırakmıştır.

İdeolojik kamusallıkta ise bir ideolojinin insanlık için en iyisi olduğu mutlak fikri ön plana çıkıyor. Belki burada ekonomik çıkar ön planda olmasa da farklı olan düşünce ve inançlara karşı düşman tavrı ideolojiler çağı olan 20.yy'ın en belirgin karakteri olarak öne çıktı. Oysa bir fikrin insanlık için en iyisi olduğunu ileri sürmek, kendisi gibi olmayana yaptığı muamele ile gün yüzüne çıkar. Tecrübe edilen ise tam aksi oldu. Elbette bu durum herhangi bir ideolojiyi bilip savunma ile değil, kabileye dönüşüp kendisine benzemeyeni düşman belleyen sürü psikolojisi ile gerçekleşti.

Bu iki alan, asıl olan diğer alanları gölgesine hapsetti. Bunlar, toplumsal yaşam biçimlerinin, kamusal alana dönüşerek neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin kendini ifade edeceği yerel kamusallık alanlarıdır. Yerel kamusallık alanları hemşeri dernekleri olma kategorisini aşamayarak kendi içine kapandı. Diğeri ise yine insanlık için neyin iyi neyin kötü olduğunu araştırma ve düşünme konusu yapan entelektüel ve aydın kesim de bir kamusal alan oluşturamadı. Bunların bir kısmı ideolojik kamuya, bir kısmı burjuva kumusallığına eklemlenerek düşünceyi kamusal alan oluşturacak bir olgu olarak üretemedi. Bunların dışında kalan kesim de adeta bir ambargoya maruz bırakılarak yok muamelesi gördü ve henüz bu tablonun değiştiği de söylenemez. Oysa insanın en belirgin yeteneği olan düşüncenin, muhataplarıyla buluşacağı bir ortam oluşmadan var olması mümkün değildir. Çıkarlarını gerçekleştirme faaliyeti olan çıkara dayalı hesapçılık tek başına yapılabilse de düşüncenin cari olabilmesi ancak muhataplarının çeşitliliği ve niteliği ile mümkündür. Ancak düşüncenin bile hesaplar üzerinden bir yerlere ulaşmak amacıyla ifade edildiği veya muhatabın çıkardan başka bir şeye kıymet vermediği bir ortam entelektüel kamusal alan üretemez.

Yakın geçmişe kadar devletin egemenlik alanını tek tip bir kamusal alan olarak öngören ideolojik kamu, mutlakçı ideolojik görüşünü devlet egemenliği ile pekiştirerek, demokrasinin önündeki en büyük engeli demokrasi adına gerçekleştiren bir yapılanmaydı. Bu iddianın en büyük dayanağı akıl ve bilim ile hiçbir ilgisi olmasa da ne yazık ki akıl ve bilim iddiasıydı. Taraftarları dışındaki herkesi karanlığa gömülmüş, ilkel, empati yapamayan olarak kabul eden bu yapı herkesin yaşam biçiminin onun gerçek dini olduğunu görmezden gelerek radikal dindarlığını örtbas etmeyi ummuş olmalı. Ancak hiçbir şey olduğundan farklı görünemez, tabi ki görme bozukluğu olmayan için. Bilimin aydınlığının her fırsatta kurtuluş parolası olarak haykırıldığı bu yapılanmanın akılda kalan en büyük icraatı kadınların başını açmaya dönük projeler yanında, bilimsel verilere rağmen aklı örten her şeyin mübah sayıldığı takıntılı halidir. Bilimle böylesi paradoksal bir ilişkinin, bilim kilisesi olarak şekillenip dogmalara gömülmemesi elbette kaçınılmazdı. Anlam ilişkilerini koparıp bilimle olan münasebetin bile dogmatize edildiği böyle bir ortamda demokrasi kültürünün (demokratik uygulama ve değerler) üretilmesi elbette mümkün değildir.

Hakimiyet bilinci

Sonuç olarak; devletin egemenlik alanı milletin hakimiyet bilincini aşamaz ve onunla ters düşemez. Elbette bu durum cumhuriyet rejimlerinin olmazsa olmazıdır. Dolayısı ile devletin egemenlik alanı bir kamusallık ifade edemez. Devlet, milletin neyin hak olup olmadığına dair hakimiyet bilinciyle ürettiği normlarla kurulur. Devlet bu normları tartışamaz, cari oldukları sürece onları uygulayan bir güç olarak egemendir. İşte bu yüzden devlet egemenliği millet hakimiyetini aşamaz ve bunu tartışma konusu yaparak kamusallık ifade edemez. Kamusallık, bu alanın millet hakimiyeti bilinci ile örtüşüp örtüşmediğinin, bu alanı oluşturan normların niteliğine ilişkin neyin iyi neyin kötü olduğunun tartışıldığı alanlarda oluşur ve bu alanların çeşitliliği de demokratik kültürü üreterek onu cari kılar.

[email protected]