Demokrasi, modern Batı’nın neyi olur?

Ali Osman Sezer / Bülent Ecevit Üniversitesi Öğr. Grv.
15.04.2017

Demokrasi değil azınlığı, bir kişiyi bile ihmal etmeden insanlığın haklarını mümkün kılan bir sistem cari olduğunda demokrasidir. Peki böyle bir demokrasi, sahip olmanın kutsallığına yaslanan seçkinliğinden başka ölçüsü olmayan modern Batı’nın neyi olur?


Demokrasi, modern Batı’nın neyi olur?

Modern dünyanın anahtar sözcüğü nedir, sorusu tereddütsüz demokrasi diye cevaplanır. Ancak “Modern nedir?” sorusu bu kadar çabuk ve net olarak cevaplandırılamaz. Habermas tamamlanmamış bir proje diyor modernlik için. Her tür eleştiriye rağmen onun vazgeçilmezliğine gönderme yapan bir tür koruma sağlamış oluyor böylece. Ancak tamamlandığında ne vadedeceği hala merak konusu olsa da şu ana kadar ortaya çıkan, pozitif aklın tanımlarıyla örülmüş tanımlanamaz bir kaostan başka bir şey değildir.

Kavramsal olarak belirginleşmese de, modern sözcüğü Batı’nın teolojik serüveni ile özdeşik bir yere çıkar. Bu, Batı’nın reel yapısından çok, propaganda araçları ile üretilip idealize edilerek olumlanmış bir modern ve bir Batı’dır; Modern Batı. Demokrasi ise modern Batı’nın kendisini tepe değer(mod) olarak seçtiği sorgulanamaz bir kutsala dönüştürülmüştür.

Alain Touraine’nin, kutsalın yerinden uzaklaştırılıp onun yerine aklın geçmesi ile açıkladığı modernlik, dokunulmazlığını icat ettiği kutsallarla, kendini korumaya almadan edememiştir. Öyle ki kendisini böyle bir korumaya almasa, ilk sorulacak sorular “Hangi akıl?” ve “Kimin aklı?” olacak. Ancak bu soruya verilebilecek her cevap bu aklı nesneleştirip riske atacaktır. Bu yüzden bu akıl insani olan tüm duygulardan arındırılmış ve insani tecrübeye gerek kalmaksızın mükemmele ulaşmaya uzanabilecek Descartes’in ileri sürdüğü, Kant’ın da eleştirmeye kalkıştığı modern bilimin öznesi saf akıldır. Öyleyse modernliğin kutsal olandan ele geçirdiği yeri doldurması, insanlığa dair sorularla rahatsız edilmeyeceği dokunulmazlıkla donatılmasına bağlıdır. Bu da aklın insanlık gibi metafizik bir durumla bağını koparması olarak çözümlendi. Modern Batının serüveni bu anlayışla okunduğunda nasıl bir insan tipinin üretildiği ve bu tipin karşısında insanlığa dair beklentilerin neden duyumsanıp algılanmadığı anlaşılıyor. Batı’nın pozitif aklı insanlık gibi bir kavramı pozitif alana dair görmeyip algılayamaz duruma düşmüştür. Böyle bir medeniyetten insanlık adına ne beklenebilir!

Güce dayalı özgüven

Modern dünya Batı merkezli bir medeniyet olarak kendisini dünyanın merkezinde görür. Dünyanın geri kalanına ise bu medeniyete eklemlenerek kurtarılması gereken bir algıyla muamele eder. Her şey için bir tanım, ölçü ve rol üretir. Böylece küresel ölçekte normal olanın ne olduğunu, bu tanım ve ölçütlerle belirlemeyi hak olarak görür. Bu hakkın motivasyonu ise güce dayalı bir özgüvenden ibaret. Bu yönüyle Batı medeniyeti, insanlık için her neye malolursa olsun önüne çıkan bütün itirazlara karşı haddini bildirme gücüne odaklanmıştır.

Albert Schweıtzer “Medeniyetin temeli ve asli niteliği ahlaktır” diyerek Batı medeniyetine kendi içerisinden itiraz eder. Burada söz konusu olan Batı’nın bir ahlakının olmadığı değil, bu ahlakın Makyevel’in prense verdiği ahlak olduğudur. Ahlak bir medeniyetin adalet duygu ve durumunun göstergesidir. Batı’nın adalet duygusu ise sömürdüğünü kendi içinde adil paylaşma esasına dayanır. Kendi dışında kalan dünya için bir adalet anlayışı sözkonusu değildir. Bunu BM başta olmak üzere Batı’nın tüm kurumlarında görmek mümkündür. Bu kurumların yegane müdahalesi icat ettiği aygıtlar üzerinden Batı’nın çıkarlarına hizmet etmektir. Bu aygıtların tamamı Batı dışında kalan dünyayı kaos durumuna sürükleyerek Batı’nın ihtiyaç duyduğu enerjiyi üretecek alevleri körüklüyor.

Ahlak başkasını önceleyen bir sistemdir. Kendisi için istediğini başkasına hak görmemek aslında başkasını insan olarak görmemektir. Batı’nın Afrika ve Amerika yerlilerine yaptığı uygulamalar karşısında insan kalabilmek için onların insan olmadığına ilişkin aldığı kararlarla, insan kalabilme çabası bugün de değişmiş değildir. O gün sömürdüğü toplumların insan olmadığı rahatlığı ile bunu yapan teolojik Batı, bugün modern Batı olarak, farklı araçlar üzerinden bunu sürdürüyor. Bunun için ise ortamı terörize edecek her türlü oluşuma destek verip terör ve çatışmayı adeta sömürdüğü coğrafyaların yönetim biçimi haline getirmenin meşruiyetini savunuyor. Bugün Ortadoğu’da varlık gösteren terör faaliyetlerinin Batı ile ilişki biçimi modern Batı’nın kendi dışındakiyle ilişki biçimini gösteriyor. Bugünkü manzara Batı’nın her türlü desteği verdiği terörü vitrine alarak, bu görüntü üzerinden tüm İslam dünyasını kadraja alıp Makyavelist amaçlarını meşrulaştırmak.

İnsani tüm tecrübelerden arınmış saf aklın demokrasiye yüklediği anlamın da elbette seçkinci ve saf bir demokrasi anlayışı olması kaçınılmazdır. Her şeyin modu olarak kendisini seçmiş olan bu seçkinci inancın demokrasi anlayışı da bundan ayrışmadı. Buna göre demokrasi bu akıl ile uyumlu ve onun kontrolünde olduğu sürece demokrasidir. Demokratik tercihler Batı’nın bu saf aklının kontrolünde olduğu takdirde demokratik olabilir. Aksi takdirde bu akıl darbeokrasi veya terörokrasiyi tercih etmekte darbe ve terörü amaçları uğruna meşrulaştırmakta sakınca görmeyecektir. Bugün Mısır’da darbecilerin, Ortadoğu’da terörün, Türkiye’de darbe girişimlerinin Batı yakasında açık açık demokrasiye tercih edilmesinin insan için izahı çok güç.

Teolojik sapkınlık

Ateşe verip yok ettiği insanlığın elinden aldıklarını kendi çocuklarının önüne şefkatle sunun bu zihniyetin insanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zenginliği iman göstergesi, fakirliği ise günahkarlık belirtisi sayarak onlara karşı her tür zulmü mübah gören bu teolojik sapkınlık hali dünyayı bilinçli olarak ateşe vermiş durumdadır. Batı’nın halkları ise uzun zamandır bu sömürüden paylarına düşenin artmış olmasının suskunluğu içinde insanlığın kanları ile beslenmekten memnun görünüyor. Onların başına gelenlerin günahkarlıklarının göstergesi olan fakirliklerinden olduğu, çocuklarının ise zaten vaftiz bile olmadığı düşüncesi mi acaba bu rahatlığın ve duyarsızlığın sebebi? Yoksa sınırsız ihtiyaçlara sahip bir varlık olarak bilimsel tanımı yapılmış açgözlülüğün amaca ulaşmak için her yolu mübah sayabildiği teolojik bir ibadet mi? Öyle ya yüzyıllardır adeta ibadet eder gibi tekrar ve tekrar her tür katliamı mübah gören bu Leviathan’in motivasyonu nedir? Bir şehir, çoluk çocuk demeden tekrar ve tekrar hangi inançla nasıl bombalanabilir? Bu soru Batı’nın Ortadoğu’da halkın seçtiği yöneticilere katlanamayan, kendi menfaatlerini diri tutacak darbeci ve terör yanlısı oluşumlara destek veren ihraç ürünü demokrasisini işaret ediyor. Bu algı için 300 bin kişilik şehirde sadece 30 bin kişinin(gerisi vatandaş değil) haklarını koruyan demokrasiyi (Atina Demokrasisi) bu şeçkin azınlığın haklarını koruyan bir sistem olarak dillendirmesi çok da anlamsız görünmüyor. Oysa demokrasi değil azınlığı, bir kişiyi bile ihmal etmeden insanlığın haklarını mümkün kılan bir sistem cari olduğunda demokrasidir.

Peki böyle bir demokrasi, sahip olmanın kutsallığına yaslanan seçkinliğinden başka ölçüsü olmayan modern Batı’nın neyi olur?

[email protected]