Demokrasi sokağa düşmez!

M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
13.12.2014

Maçı kaybedince rakip takımı darp etmekten gizli bir zafer hazzı duyan laik muhalefetin züğürt tesellisi Gezi’deki büyük darp girişimiyle başladı. Sonra 17 Aralık’ta gelen paralel darbe girişimi ile sarmaş dolaş olan “darpçı” zihniyet, o günden beri bu iki girişimin tekrarı için çabalıyor.


Demokrasi sokağa düşmez!
“Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı has ihtiyar olunur” Mecelle
 
Türkiye’de yaklaşık 12 yıldır devam eden siyasal istikrarın süresi uzadıkça muhalefetin dili de keskinleşmeye, hatta zaman zaman bir sokak dili ve şiddetine dönüşmeye devam ediyor. Son olarak sabık bir vekilin Cumhurbaşkanı Erdoğan için sarf ettiği edep dışı “seni yatağından aldırırım” yollu tehditler normal şartlarda, tabiri caizse kavgada söylenmeyecek sözler... Oysa şimdi bunlar toplum nezdinde sıradanlaştırılarak tedavüle sokuluyor. Fakat asıl sorun, siyasette düzenli bir biçimde mağlup olan ve toplum tarafından reddedilen bir muhalif söylemin, yine aynı toplumu ısrarla sokağa çağırması... Sokağı sevimli göstermenin ötesinde bir kurtuluş olarak kodlayan bu dil, özellikle 1970’li yıllarda ülkenin binlerce gencini ve milyarlarca lirasını sokağa attığını bilmiyor mu? Elbette biliyor ama siyasal yenilmişlik duygusunun trajik bir biçimde ısrarla reddinin doğurduğu öfke patlamasının sonucu olan bu çağrılarda herhangi bir makul gerekçe aramak yersizdir. Yenilgiyi kabul etmeyenin yenilgisi ilânihaye tekrarlanır; meğerki bir gün mağlup olduğunu kabul etsin veya kendi kendini yok etsin.
 
Sokak versus siyaset
 
Siyaset meşru araçlar üzerine bina edilirse değerlenir ve kabul görür. Siyaset kapısının açık tutulması, insanlar sokağın şiddet diline başvurmasın diyedir. Ancak buna rağmen, istediği iktidarı sandıkta alamayınca sokakta arayan, devletin meşru şiddet aracı olduğu gerçeğiyle karşılaşır. O vakit şikâyetin, sızlanmanın inandırıcılığı kalmaz. Zira kamu düzeni adına uygulanacak şiddet, kaos adına uygulanacak olanın yanında hiç mesabesinde kalır. Umumun maslahatı, fert-cemiyet menfaatleri arasındaki denge ve tazir yasası konuları hem geleneksel İslam hukukunda, hem de onun modern dönemdeki en kapsamlı metni olan Mecelle’de genişçe ifade edilir. Bütün bir toplumun zarara uğramasındansa, bir kişinin zarara uğradığı ve genelin kurtulduğu senaryo tercih edilir. Bunun için de en yakın halkadan başlayarak uyarı ve zararı engelleme girişimleri denenmelidir. Mesela, her fırsatta kitlesini sokağa çağıran liderin orada tek alternatifin şiddet ve terör olduğunu bilmesi ve arkadaşları tarafından ikaz edilmesi gerekir. Aynı şekilde, iftar vakti rakı sofralı fotoğraf servis eden muvazzaf vekilin de her şeyden önce kendi partisi tarafından uyarılması ve cezalandırılması beklenir. Şu ifadelere bakar mısınız; nasıl da yenilgi psikolojisinin siyasetten sokağa taşmış halini yansıtıyor ve kendisi dâhil her şeye zarar verme potansiyeli taşıyor: “Tek Meclisten çekilmek yetmez, sokakta mücadeleyi örgütlemeliyiz, Gezi’nin açtığı yoldan yürümeliyiz, Ali İsmail’e, Ethem’e layık olmalıyız!” Her şeyden önce Ali İsmail ile Ethem’in ailesinin “Sus artık!” demesi gereken vekil, kendisinin sokak mücadelesi örgütlemek için değil, eğer yapabiliyorsa siyaset yapması için sandıkta seçilip Meclise gönderildiğini unutuveriyor.
 
Maçı kaybedince rakip takım oyuncularını darp etmekten gizli bir zafer hazzı duyan laik muhalefetin züğürt tesellisi, Gezi’deki büyük darp girişimiyle başladı. Sonra 17 Aralık’ta gelen paralel darbe girişimi ile sarmaş dolaş olan “darpçı” zihniyet, o günden beri bu iki girişimin tekrarı için çabalıyor. Yaşam tarzı ve çevre için ayaklandığı söylenen “esprili ve cici” çocukların mirasını erken bitiren büyüklerin varıp dayandığı yer, küfür, provokasyon ve sokak şiddeti olmuş. Gezi’de CHP’nin, 6-7 Ekim’de BDP’nin sokak çağrıları yapan ve şiddet uygulayarak toplum tarafından haklı biçimde akan kanın “sorumlusu” olarak gösterilen tavırları, iki partiyi birleştiren devrimci jargonu da sorgulamayı gerektiriyor: O çok övündüğünüz “devrimin dili” bu mu? Hükümetin Meclisten geçirdiği bir yasayı sokakta engelleme çağrısı yapan BDP Lideri Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında icra ettiği “sevimli” performansın kredisini 6-7 Ekim’de çoktan eritti. Öte yandan ana muhalefet liderinin seçilmiş Cumhurbaşkanı için “Ona zihinsel engelli demek, kendisine ödül olur” türünden, öncelikle engellileri aşağılayan ifadeleri akıl alır gibi değil. Cumhurbaşkanlığı Sarayı tartışmaları bağlamında kullanılan bu ifadeler, Sarayı siyasal yenilmişliğin sembolü olarak kodlamanın yanı sıra, Kılıçdaroğlu’nun bir engelliye ve onun yaşadığı sorunlara harcıâlem ve sığ bakışını da ele veriyor.
 
Aynı mağlubiyet psikolojisi bir başka marazi hal olarak paralel yapıda da karşımıza çıkıyor; Türkiye’nin ayağı tökezlediğinde neşesini gizleyemeyen, özellikle uluslararası ilişkilerde ülkenin zararı üzerinden kendine kâr çıkarmaya çalışan eski Türkiye’nin küçük anlayışlarını çok iyi biliyor ve not alıyoruz.
 
Şiddetli muhalefet?
 
Öncelikle şu ayrımı yapmak lazım: Demokrasilerde toplumsal tepkiler kontrol edilebilir siyasal araçlar ve mecralar üzerinden sistemin merkezine yansır. Siyasal şiddetin matah ve mubah yol haline gelmemesi için uzlaşma, sandık ve demokrasi devreye girer. Kontrol edilemeyen ve nereye evrileceği, milletten başka kimin işine yarayacağı öngörülemeyen tepkiler ve sokak hareketleri ise bize demokrasi ile anarşizm arasındaki ince çizgiyi hatırlatır. O aşıldığı zaman ödenecek toplumsal maliyet, seneler ve nesiller boyu altından kalkılamayacak ağırlıkta olabilir.
Şiddetli muhalefet ettiğini sanarak “az kaldı bir kazma da siz vurun, yıkılsın” diye kitleleri sokağa çağırmak aslında muhalefet ile şiddeti özdeş kılmak ve siyasetin imkânını daraltmaktır. Bu nedenle, seçilememiş muhalefetin seçilmiş Cumhurbaşkanı ve iktidarı ağır hakaretler ve tehditler yoluyla sokağa davet etmesi siyaset kurumu açısından içler acısı bir durumu gösteriyor: Kendi ayağına sıkmak.
 
Siyasetin şemsiyesi altında bulunan ama onu delmeye çalışan bu tavrın masum şeklini daha önce “az olsun, benim olsun” formülünde görmüştük. Maalesef şimdi gelinen yer, “benim olmuyorsa hiç kimsenin olmasın” noktasıdır. Arabeskin gerçek dışı dünyasında “Ya benimsin ya toprağın” patolojisiyle ifade edilen çılgın paradoks, gerçek hayatta genellikle “ne senin ne toprağın” kuralıyla çözülür. Yani başka biri gelir ve ona meşru yollarla sahip olur.
Demokrasi sokağa düşmez!