Demokrasi ve ‘milli kimlik’

Doç. Dr. MENDERES ÇINAR/Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi
27.10.2012

Demokrasinin “öz hakiki kimliğin yeniden kurulmasına” indirgenmesi, iddia edilenin aksine ılımlı ve uzlaşmacı değil, sıfır toplamlı ve kutuplaştırıcı bir siyaset anlayışını ifade etmektedir.


Demokrasi ve ‘milli kimlik’

Doç. Dr. MENDERES ÇINAR/Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Yakında AK Parti’nin iktidara gelişinin onuncu yılını tamamlayacağız. Çoğu, AK Parti’nin kendisini ve Türkiye siyasetini “normalleştirme” mücadelesi içinde geçen, heyecanlı ve gerilimli bir on yıldı. Bu on yıllık dönemi tarihi kılan husus ise esasen AK Parti’nin üzerine “topla tüfekle” yürüyenlere pes etmeyerek, kendisini normalleştirmesi oldu. Zira 28 Şubat sürecinde iç düşman ilan edilen Milli Görüş Hareketi’nin içinden çıkan AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiği andan itibaren karşısında kendisini iktidar dili ve edasıyla anormalleştiren militarist-laik bir muhalefet buldu. AK Parti bu muhalefete karşı, e-muhtıra, kapatma davası gibi aşamaları olan bir varoluş ve tanınma mücadelesi verdi ve nihayet 2010 referandumuyla zaferini ilan etti. AK Parti’yi ve temsil ettiği İslami kimliği, laik rejimin iç düşmanı olarak kategorize edip, her türlü gayr-ı medeni ve gayr-ı demokratik muameleye reva görenlerin esamisi artık pek okunmuyor.

AK Parti, bunu kendisini tanıtarak başardı. Bu da, esasen iktidar dili ve edasıyla varlığını sorunsallaştıran muhalefete, onların değil, kendisinin iktidar olduğunu göstermeyi, yani muktedir olmayı ve iktidarını pekiştirmeyi ifade etti. Bu iktidar mücadelesi, kısmen yasal ve seçilmiş bir hükümetinin militarist bir dil ve yöntemle normalleştirilmemesi gayr-ı demokratik olduğu için, kısmen de bazı demokratikleşme reformları içerdiği için, Türkiye siyasetinin normalleşmesini ve demokratikleşmesini sembolize etti. Gerçekte ise, siyasetin normalleşmesi AK Parti’nin normalleşmesi ile aynı şey olmadığı için, vesayetçi iktidar yapısını geriletmek açısından anlamlı olan kısmi bir demokratikleşme gerçekleşti, fakat demokratik siyasete elverişli bir “normal” kurul(a)madı. 

‘Hakiki milli kimlik’ hangisi?

Bu durumdan, militer ve vesayetçi dayanak noktalarını yitirdikten sonra mecburen bir değişim sürecine giren ve pejmürdeliği iyice belirgin hale gelen muhalefetin sorumluluğu sık sık dile getirildi, getiriliyor ve daha uzunca bir süre dile getirilecek gibi görünüyor. Ancak, sadece “muhalefet sorununa” odaklanarak, AK Parti’nin giderek belirginleşen popülist tarzının bu eksikliğe yaptığı ve böyle giderse yapacağı katkıyı eleştirel gözlerden kaçırmak doğru ve adil olmaz. Zira popülist bir yaklaşımla Türkiye siyaseti ancak demokratik siyaset açısından elverişli olmayan belli bir noktaya kadar normalleştirilebilir.

AK Parti’nin gerçek siyasal/toplumsal hayatın nüanslarını göz ardı eden popülist bir yaklaşımla, “normali” kendisiyle özdeşleştirme ve normaline uymayanları demokratik siyasetin öznesi olmaktan dışlama eğiliminde olduğunu söylemek mümkündür. AK Parti kendisini, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak dışlanmış toplum kesimlerinin temsilcisi, hatta bizzat kendisi olarak konumlandırmakta; misyonunu ise on yıllardır Türkiye siyasetin normalleşmesini engelleyen, devlet ile millet, seçkinler ile halk arasındaki derin uçurumun giderilmesi olarak tanımlamaktadır. Buna göre AK Parti, devleti ele geçirmiş bulunan bir avuç seçkin ve bu seçkinlerin dağıttığı maddi-manevi ranttan faydalanan küçük bir toplumsal azınlık dışındaki herkesi, kendi deyimiyle milleti temsil ettiği iddiasındadır. Yine AK Parti, devlet ve milleti kaynaştırma ve normalleşme hedeflerini gerçekleştirmek için, devleti ele geçirmiş olan vesayetçi seçkinlerle/seçkincilikle mücadele etmekte ve halkın taleplerine duyarlı bir yönetim sergilemektedir. Böylece AK Parti, kendisini milletin emanetini (iktidarı) vesayetçi tehditlere karşı koruyarak ve bu emaneti suiistimal etmeyerek, yani iyi niyetle millete hizmet doğrultusunda kullanarak gece gündüz “koşturan” bir iktidar olarak tanımlamaktadır.

AK Parti’ye yönelik eleştirilerin, “menfaatlerini/ayrıcalıklarını yitirmekte olan statükocuların ‘ideolojik’ ve ‘istismarcı’ tepkileri” olarak kategorize edilmesi, milletten alınan güce dayanarak, bu eleştirileri yapanlara “siz kimsiniz?” “gramınız, çapınız ne?” diyerek hadlerinin bildirmesi ve bunların milletin emanetine bir kez daha sahip çıkılması olarak değerlendirilmesi bu popülist bağlamda mümkün olabilmektedir. Zira AK Parti’ye göre söz konusu olan, “öz yurdunda paryalaştırılmış” olanların, halka yabancılaşmış, halkın dertleri ile dertlenmeyen bir avuç seçkin(ci)lere, karizmatik lideri Erdoğan’ın ağzından “artık yeter” demesidir. Nitekim Erdoğan’a göre “mesele kendilerine küçük iktidar alanları oluşturmuş, kendilerine küçük rant alanları oluşturmuş, köşeleri tutmuş ideolojilerin arkasına sığınarak, kendi doğrularını 75 milyona dayatma gayreti içine girmiş, seçkincilerin millete tepeden bakma meselesidir.”

Türkiye bağlamında popülist yaklaşımın yarattığı sorunlar, demokrasinin milletin egemenliğinin gerçekleştirilmesine/kullanılmasına ve bastırılmış, reddedilmiş, dışlanmış bir toplumsal kimliğin rehabilitasyonuna indirgenmesi olmak üzere iki ana başlık altında ele alınabilir. Birincisi demokratikleşmeyi vesayetçi iktidar yapısının çözülmesi ve milletin, içinden gelen temsilcileri vasıtasıyla, iktidara/devlete el koyması olarak tanımlamayla sonuçlanır. Bunun dışında yeni(den) iktidar dağılımını ve örgütlenmesini içeren bir demokrasi tasavvurundan söz etmek pek mümkün değildir. Üstelik vesayetçiliği sadece fiili güç dengesini değiştirerek zayıflatmakla yetinen pragmatist bir mantığın hâkimiyetinden de bahsedilebilir. Numan Kurtulmuş, AK Parti’nin sistem değil, kadro değişikliği yaptığını söylerken muhtemelen bu pragmatizme işaret etmiştir. Milletin iradesini güçlü bir şekilde yansıtmak adına iktidar alanlarını ele geçirmeyi amaçlayan bu pragmatizm kaçınılmaz olarak merkeziyetçidir. Merkeziyetçilik, 12 Eylül askeri rejiminin merkeziyetçi mirasını koruma veya yeni merkezileşme biçimleri ihdas etme şeklinde tezahür eder. Nitekim AK Parti “düşmanı” olmadığını bildiğimiz yüksek yargı mensuplarından yükselen “kimseye ayak bağı değiliz, yargı üzerinden popülizm yapılmasın”, “siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz” gibi “serzenişler” yeni milli iradeci merkeziyetçiliğin yarattığı baskıya birer tepki olarak değerlendirilebilir.

Onore edilen kimlikler...

İkincisi, AK Parti’nin popülist yaklaşımı demokrasiyi 150 yıldır bastırılmış, reddedilmiş, küçümsenmiş ve paryalaştırılmış bir kimliğin restorasyonuna, rehabilitasyonuna indirgemektedir. Bu yaklaşım, kamusal, kültürel, siyasal vb. alanlardan dışlanmış kimlikleri onore etmesi ve görünür kılması açısından, iktidarı yeniden dağıtma, dolayısıyla normalleşme/demokratikleşme boyutunu içermektedir, fakat aynı zamanda çoğulcu demokratik siyasetin ön şartı olan kimlik ve çıkar farklılıklarının meşruiyetini de zedelemektedir. AK Parti’nin “öz hakiki millet” kurgulayarak, yabancı(laşmış) unsurlardan bahseden popülist dili mutlaka tepeden inme bir sosyal mühendislik projesini ima etmese de, yabancı(laşmış) unsurları ister istemez AK Parti tarafından tahammül gösterilen, paternalist koruma lütfedilen ve belki de paryalaştırılan bir konuma sokar. Bu halde, sadece iktidarlarını/ayrıcalıklarını yitirdikleri için değil, devletin kaynaştırılacağı öz hakiki milletten sayılmadıkları için gerçekten yabancılaşan bir toplum kesiminden bahsedilebilir. Burada söz konusu olan, o meşhur halk-vatandaş ayrımını yeniden üreten ve bazılarını “sözde vatandaş” olarak yargılama hadsizliğine zemin hazırlayan memleketin gerçek sahibi olma iddiasıdır. Dolayısıyla, demokrasinin öz hakiki kimliğin yeniden kurulmasına indirgenmesi, iddia edilenin aksine ılımlı ve uzlaşmacı değil, sıfır toplamlı ve kutuplaştırıcı bir siyaset anlayışını ifade etmektedir. 

Popülizm, demokrasinin halksızlaşması ve siyasetin teknikleşmesi gibi “genel” ve Türkiye siyasetinin anahtarı olarak değerlendirilen, kültürel merkez-çevre ayrımı gibi “özel” gerekçelerle haklılaştırılabilir. Ali Bulaç’ın deyimiyle İslamcılığın “şiiri ve polemiği” olan Üstad Necip Fazıl’ın AK Parti liderleri üzerindeki derin etkisiyle belki açıklanabilir de. Ne var ki, popülizmde ısrar eden bir AK Parti, yaptığı “hizmetlerle” konforumuzu artıran ve müthiş gücü itibarıyla Türkiye’nin belli başlı bütün sorunlarını çözme kapasitesine sahip olduğu hissini uyandıran, fakat siyaseti itibarıyla demokratik-medeni bir toplum olmamıza ne derece ve nasıl katkı yapacağı muallâk olan bir AK Parti’dir.

 [email protected]