Demokrasinin geleceği ‘O GÜN’…

Ali Murat Yel - Alparslan Nas / Marmara Ünv. İletişim Fak.
23.03.2013

Demokrasi düşüncesini, çoğunluğun siyasal temsil kabiliyetiyle devlet aygıtına egemenliği olarak değil, azınlığın mümkün olduğunca sesini ön plana çıkarabilen ve egemen toplumsal sınıflar tarafından ikna edici biçimde duyulmasını sağlayan bir doğrultuda etkin kılmalıyız.


Demokrasinin geleceği  ‘O GÜN’…

Günümüzde demokrasi söyleminin varmış olduğu nokta, toplumların kaderini belirleyici bir konuma sahiptir. “Özgürlük”, “insan hakları” ve “açık toplum” gibi, iyi ve güzel olan ne varsa hep onunla bağdaştırılmakta ve sanki demokrasi olmazsa hayatın bir anlamı olmayacak kanısı herkese hâkim olmaktadır. Adına savaşlar yapılmakta, ülkeler ona sahip olup olmadıklarına göre derecelendirilmekte ve demokrasi, eksik olduğu düşünülen ülkelere ihraç edilmeye çalışılmaktadır. Hatta demokrasi adına devrimler yapılarak, adeta tarihin sonunun geldiğine olan inanış yaygınlaşmaktadır. Jacques Derrida’nın ifadesiyle “gelecek demokrasi” (democracy to come), ucu sonsuza dayanan bir “vaat” olarak bilinmeyen bir geleceğe açılırken, demokrasi sözünün içeriği, onun vaat ettikleri karşısında gölgede kalmaktadır.

Jean Baudrillard, 1982 senesinde yazmış olduğu bir makalesinde, postmodern dönemeçte kitlelerin giderek daha edilgen hale gelerek, “sessiz yığınlar” oluşturduğunu anlatmaktadır. Baudrillard’a göre kültürün pasif katılımcıları olarak gittikçe sessizleşen kitleler, aynı zamanda direncin imkânsızlaştığı “toplumsalın sonu”nun geldiğini işaret etmektedir. Baudrillard’ın düşüncesi, tüketim toplumunun insanlık deneyiminde yaratmış olduğu ‘simülasyon’ evrenleri neticesinde hakikatten uzaklaşma olgusundan hareketle, sessiz yığınların ortaya çıkışını eleştirel olarak ele alma noktasında oldukça faydalıdır. Buna rağmen, toplumsalın sonunun geldiği tespitinin de eleştirel bir bakışı gerektirdiği bir gerçektir. Günümüz dünyası, sessiz yığınların, ses çıkarabilenlerden ve söz konusu sessizleşmeyi yönetenlerden ayırt edildiği yeni bir toplumsallığı meydana getirmiştir. Toplumsalın sonu, aslında egemen sınıfların yönettiği yeni bir toplumsallık sürecine de işaret ederken, toplumsal mühendislik projeleri hedefleyen ‘büyük’ anlatılar giderek kuvvetlenmiştir.

Büyük anlatıların sonu...

Bahsedilen sürece tezat oluşturacak biçimde, demokrasi sözü, belki de geçmişte başka hiçbir dönemde rastlanmadığı kadar sık telaffuz edilir olmuştur. Ülkemizden yola çıkacak olursak, Kemalist modernleşme projesi, 1980’lerin ikinci yarısıyla birlikte güç kaybederken Türkiye, “Batılı görünme” uğruna dışlamış olduğu taşralı sessiz yığınlarla yüzleşmeye başlamıştır. Bir yanda askeri darbenin travmatik etkilerini yaşayan toplum, diğer yanda liberalleşme süreciyle nispeten özgürlükçü bir ortama kavuşmuştur. 1990’lı yıllarla birlikte dinî, etnik, kültürel ve cinsel aidiyet ve kimliklerini, bir özgürleşme söylemi dâhilinde savunarak hareketlenen sessiz yığınlar, kamusal alandaki görünürlüklerini artırmayı başarmıştır. Buna rağmen, Türkiye’nin son 30 senesi, giderek yaygınlaşan demokrasi söylemine rağmen, ölümlerin, kayıpların, acı, incinme ve hatta travmaların da yoğun şekilde yaşandığı bir dönem olmuştur. Her ne kadar askerî vesayetin gerilemesi ve seçimlerle işbaşına gelen sivil yöneticilerin devamlılığının sağlanması noktasında, son 10 sene içerisinde önemli adımlar atılmış olsa da, toplumsal alanda özellikle azınlıkları hedef alan ötekileştirici söylemlere meşru bir alan açan büyük anlatıların halen etkin olduğu da göze çarpan bir gerçektir.

Bu noktada ‘azınlık’ sözünü kullanırken bu ifadeyi, herhangi bir toplumsal grubun yalnızca ‘sayısal’ olarak genele kıyasla azınlığı meydana getirmesi yönünde ele almadığımızı hatırlatalım. Bu açıdan bakıldığında azınlık ifadesini, sayısal ölçütlerden ziyade, miktarı ve genele oranı ne olursa olsun, belirli bir toplumsal grubun yaşamakta olduğu dışlanma mekanizmalarına dikkat çekmek için önemli buluyoruz. Ülkemizde ciddi bir çoğunluğu oluşturan ve ‘örtünmeyi’ kendisine bir yaşam tarzı olarak kabul etmiş kadınlar, halen belirli dışlanma süreçlerini bizzat tecrübe etmektedirler. Son dönemde İslami yaşam tarzına sahip kadınların yüksek sesle dile getirmiş oldukları bu mağduriyet, mütehakkim bir modernleşme projesinin halen yürürlükte olan etkinliğiyle açıklanabileceği gibi, genel manada erkek-egemen toplumsallığımızla da ilgilidir. 

Yaşam tarzı ve cazibe odakları

Vurgulanan manada ‘azınlık’ olarak değerlendirilebilecek diğer toplumsal sınıflara bakılacak olursa, çeşitli etnik ve dinî yaşam tarzlarına sahip olan kitlelerin, toplumu birleştirip bütünleştirdiğini, zenginleştirdiğini ve ilerlemeye yön verdiğini iddia eden büyük söylemlerin uyguladığı “sembolik şiddet” karşısında savunmasız oldukları aşikârdır. Söz konusu büyük söylemler, tüketim toplumu, ulus-devlet ve erkek-egemenliği ekseninde eylem alanı bulmaktadır. Ülkemizde son yıllarda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün görünürlüğü artarken, sembolik açıdan önem arz eden bu günden ‘emekçi’ adı çıkarılmakta, 8 Mart ticari kurumların bir pazarlama aracı olarak işlev kazanmaktadır. Ayrıcalıklı toplumsal sınıflara mensup kadınlar, bu günü çeşitli aktivitelerle kutlarken, onların etkinlik ve yaşam alanlarını hazırlayan yoksul kadınların sesi, neredeyse hiç duyulmamaktadır. Medya ve popüler kültür dâhilinde, her sene daha yüksekten çıkan bir sesle “kadına şiddete son” denir ve şöhretli kadınlara yapılan makyajlarla şiddet görüntüleri estetik bir halde kitlelere sunulurken, kadına yönelik şiddetin azalmadığı, aksine arttığı gözlemlenmektedir. Toplumda “normal” olarak kabul edilen cinsiyet ilişkilerine karşın, farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler, her ne kadar sivil toplum alanında örgütlenseler de, giderek yaygınlaşan demokrasi söyleminde kendilerine henüz yer bulamamaktadırlar. Yerli İslamofobi görsel kültürde etkinliğini göstermekte, İslami yaşam tarzına sahip bireyler, modernleşme projesinin ötekileştirdiği sessiz yığınları oluşturmaya devam etmektedirler. Medyadaki görsellerin ve televizyon dizilerinin sunmakta olduğu farklı etnik, dinî ve toplumsal cinsiyet belirten göstergelerden arınmış, üst-sınıf, seküler ve ‘cazibe’ atfedilen yaşam tarzları karşısında sessiz yığınlar, temsil edilmezlikleriyle mevcut bulunmaktadırlar. Diğer yandan, son yıllarda ekonomik sermaye edinerek sınıf atlayan dini ve muhafazakâr yaşam tarzına sahip olan bireyler ile aynı yaşam tarzına sahip yoksul kesimler arasında giderek artan uçurum, İslam’ın kamusal görünürlüğünde sınıf eksenli bir farklılaşmayı ortaya çıkarmakta ve toplumda yeni ötekileşme eksenleri meydana getirmektedir.

İçinde bulunduğumuz dönemde “Kürt sorunu” veya “terör sorunu” olarak anılan meselenin çözümü noktasında atılan adımlar da, büyük anlatılar tarafından ötekileştirilen bir azınlıkla olan ilişkilerin normalleşmesi sürecinin bir parçası olarak görülmelidir. Gerek devlet ile toplum arasında, gerekse toplumun kendi içerisinde belirli dışlanma mekanizmalarını yöneten hiyerarşik yapıların çözülmesi gerekmektedir. Bu sürecin başarıya ulaşmasıyla beraber etkisini hissettirecek olan barış ortamı, toplumsal hiyerarşinin alt kesimlerinde yer alan sınıfların da özgürleşmesi yönünde bir umut ışığı doğuracaktır. Büyük ve tam bir ‘biz’ oluşturmaya yönelik iktidar hırsı ile ‘öteki’ olanı alt etme güdüsü, söz konusu umudun yerini karamsarlığa bırakması noktasında tehdit teşkil edebilecek en önemli etkendir. Ötekinin saldırganlaşıp, ‘biz’ olmaya yönelmesi, toplumda yeni mağduriyet eksenlerinin ortaya çıkmasına ve bir zamanlar, ötekinin mağduriyetine sebebiyet veren ulus-devletin büyük anlatılarıyla taşınan motiflerin yeniden üretilmesine yol açmaktadır. Bu açıdan bakıldığında demokrasi, halen daha gelecek bir vaadin adı gibi görünmektedir. 

İşte bu noktada, demokrasi düşüncesini, çoğunluğun siyasal temsil kabiliyetiyle devlet aygıtına egemenliği olarak değil, azınlığın mümkün olduğunca sesini ön plana çıkarabilen ve egemen toplumsal sınıflar tarafından ikna edici bir biçimde duyulmasını sağlayan bir doğrultuda etkin kılmamız gerekmektedir. 1973 senesinde yazmış olduğu “Küçük Güzeldir” adlı kitabında E. F. Schumaher, iktidar hırsının insanlar arası ilişkilere içkin bir eğilim olduğunu anlatmakta ve insanlığın gelmiş olduğu durumu eleştirel bir üslupla ele almaktadır. Schumaher’in eserini kaleme aldığı 1970’li yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın karamsarlığından çıkılmaya başlanmış, 1968 öğrenci hareketlerinin ardından ‘devrim’ umudu yitmeye yüz tutmuştu. Dünyayı değiştiremeyeceğine kani olan kitleler, Baudrillard’ın tabiriyle “sessiz yığınlara” dönüşmüş, tüketim kültürlerinin pasif katılımcıları olarak yaşamlarını anlamlandırmaya başlamışlardı. Dünya, zenginleşme şiarı ve iktidar hırsıyla gittikçe kitlesel üretim ve tüketime yönelirken, ulus-devletler de etkinlik alanlarını pekiştirmişti. Özgürleşme hareketlerine karşı tepki olarak etnik, dinî, cinsel ve sınıfsal açılardan azınlıkları dışlayan ve onları, büyük ve bütün bir kitlenin parçası haline getirmeyi amaçlayan büyük projeler güç kazanmıştı. 

Küçük güzeldir, her zaman

Schumaher’e göre, aydınlanma düşüncesinden günümüze dek, insanlığı geliştirme hedefi güden, ekonomik, toplumsal ve siyasal eksenli bütün büyük anlatılar aslında insanlığı yok oluşa doğru götürmektedir. Toplumu tam ve eksiksiz bir bütün olarak daha iyiye götürmeyi hedefleyen güç istenci belirli bir iktidar alanında konumlanırken, gücünü üzerinde uygulayacağı bir ‘öteki’ yaratmıştır. Toplumda etkin olan bütün fobiler, ‘büyük’ olanın, ‘küçük’ olanı yok edici çabasının meşru kılınmış olduğu pratiklerden kaynaklanmaktadır. Toplumsal farklılaşmaları belirsiz kılarak, bölünmez bir bütün halinde ilerleme söylemindeki her adım, aslında çatışma alanlarını çoğaltmakta ve dünyayı felakete doğru sürüklemektedir. Schumaher’in, iktidara, ‘büyük’ ve güçlü olana değil, ‘küçük’ ve azınlık olana ihtiyaç duyduğumuzu öngören düşüncesi, kurtarıcı bir görev üstlenmekte ve günümüzde, bir türlü gelemeyen ‘demokrasi’ fikrini de yeniden ele almamız için uygun bir zemin hazırlamaktadır.

Ülkemizde, erken Cumhuriyet döneminde ortaya atılan “muasır medeniyetler”den, günümüzdeki “ileri demokrasi” söylemine dek, sonlanmak bitmeyen bir vaat içerisinde, demokrasinin geleceği “o günü” beklemekteyiz. “Gelecek demokrasi”, küçük ve sessiz yığınların sesiyle şekillenerek, büyük anlatılara ve dolayısıyla “toplumsalın sonu”na bir son verebilecektir. Ancak bu sayede içinde bulunduğumuz karamsarlıktan bir umut ışığı doğabilir; çünkü “küçük güzeldir”; çünkü “gelecek demokrasi”, hiç bitmeyen bir vaat olarak, ancak ve ancak küçük olanın güzelliğiyle insanlığı, bekleyen muhtemel bir yok oluştan kurtarabilir.

[email protected]

[email protected]