Demokrasinin yalnız kalabalıkları

Prof. Ali Yaşar Sarıbay - Uludağ Üniversitesi / [email protected]
29.06.2013

Esas mesele, İktidarın beraber yaşamanın demokratik formlarını gösterme iradesinin gayri meşrulaştırılmak istenmesidir. Şüphesiz ki, demokratik bir rejimde hiçbir kimse, kurum, değer ve siyasi fikriyat eleştiriden muaf değildir. Ama, meselenin iktidarla olan bağlantısının kısmî olması kadar, demokrasi ile olan bağlantısı da o kadar kısmîdir. Buradan nasıl çıkılabileceği ise ayrı bir konudur.


Demokrasinin yalnız kalabalıkları

"Taksim Gezi Parkı Olayları”, demokrasi meselesi ekseninde değerlendiriliyor gibi görünse de, tâbiri caizse, olayların hem muvafıkları, hem muhalifleri daha derinlerde yatan bazı sosyolojik izahları es geçmiş oldular. Bu bakımdan olaylar bütünüyle mevcut iktidarla ilgili bir meseleye dönüştürülmüş oldu: Olayları tasvip etmek “demokratik bir tutum” veya “demokrasi mücadelesi”; kınamak ise “iktidar yandaşlığı” gibi dar bir kıskaca alındı, dolayısıyla toz-duman içinde adeta bir kör döğüşü başladı. Buna rağmen, “demokrasi mücadelesi” verdiklerini söyleyenlerin çok büyük çoğunluğu meseleyi, son tahlilde, münhasıran Başbakanın üslubuna ve davranışına indirgediler. Aslında bunu yaparken de çoğunun müşteki oldukları üslupsuzlukla davrandıkları görüldü. Bunun tesadüfi olmadığını düşünerek, üslupsuzluk meselesinin olayların anlamlandırılmasına önemli bir anahtar sağladığını ileri süreceğim ve mümkün olduğu ölçüde kısmî analizlerimi bu eksen üzerine oturtacağım.

Sosyolog ChristopherLasch (1932-1994) çok ünlü eseri Narsisizm Kültürü’nde (Türkçe çevirisi: 2006) 20. Yüzyılın (21. Yüzyılda da devam eden) önemli sosyolojik hususiyetinin “iktisadi insan”ın yerini, burjuva bireyciliğinin en son ürünü olan “psikolojik insan”a bıraktığını vurgular. Lasch’a göre, bu insan tipi, toplumun her alanındaki “otoriterliği” sorgulayarak, “otoriter kişiliğin” kapitalizmin temelini oluşturan iktisadi insanın özgün bir tipi olmadığına dair bir başkaldırıyı temsil ediyor. O kadar ki, bu otorite karşıtlığı, ister istemez narsisist bir kişilik yapısını (gerçekle bağıntısını kaale almadan daima kendini haklı görmek) yaygınlaştırmakta; eleştirdiği ve çökmesini mukadder gördükleri bir sistemin, düzenin neticede bir “kültürel devrimi” zorunlu kıldığını addetmektedir.

Şüphesiz, böyle bir kişilik tipinin taşıdığı hissiyat, aslında içine gömülü olduğumuz günümüz kültürel durumundan bağımsız değildir. Bu kültürel durum (buna “postmodern kültür” de diyebiliriz) herkesin kendi gerçeğinin geçerli olduğu bir özelliği içeriyor: Bugüne kadar bir arada düşünülemeyecek şeyleri insanlar, “ben yaptım oldu” diyerek mubah hale getirmenin ve bunu “kendi gerçeği” olarak sunmanın (birçok durumda dayatmanın) sözde meşruluğunu bu tür kültürden alıyorlar; kendini bazen narsisizm, bazen de egoizm şeklinde göstererek. Narsisizm ve egoizm arasında salınımın mukadder sonucu ise yalnızlaşmadır. Geçmişle kıyaslandığında, günümüz kültürünün insanları maruz bıraktığı ve onların hayatlarına yön veren sabiteler o kadar çok ki; sosyolog Stjepan Mestrovic’in söylediği gibi, adeta “çarpışan açıklamaların ve beraberinde gelen çarpışan duyguların Samanyolu galaksisine” giriyoruz: Ama bunların hiçbirine bağlanamayarak ve kararlılıkla davranamayarak. Neticede, duygular ile akıl arasındaki bağı kaybediyoruz ve geçmişin yeniden tedavüle sokulduğu, köksüz dolaşan kurguların tahakkümüne tâbi oluyoruz. Bu bağlamda, Mestrovic’in şu iki saptaması çok önem arz ediyor: “Dolaylı bir öfke, nezaket ya da paket halinde hazır diğer duyguları ne zaman göstermesi gerektiğini akılcı olarak seçebilmenin ipuçlarını akranlarından ve medyadan alma.” Bu husus, öte yandan, kolektif bilinç denen bir olguyu da sanallaştırıyor: “Kolektif bilinç, sosyal kimliğin birbirine düşman grup kimliklerine parçalandığı bir Balkanlaşma, atomik bir parçalanma sürecine yenik düşme” halini yaşamaya başlıyor.

Demokrasinin yeni sürümü

Mestrovic’in saptamaları açısından Gezi Parkı Olaylarına bakarsak; “demokrasi” yaftası altında geçmişin, demokrasiyle en bağdaşık olmayan özellikleri üzerinden tedavüle sokulduğunu gördüğümüz kadar; çevredeki çöpleri poşetlere doldurma, “nezaketi”ne ve akranlarına ve (sosyal) medyaya bakılarak tekrarlanan paketlenmiş duygular gösterimine ve nihayet grup kimliklerinin atomik parçalanmasına da tanık oluruz. Nezaketin, süregiden bir öfke patlamasına dönüşmesi ise esasen sosyolojik olarak anomiye tekabül eden bir olay mahiyetindedir.

Anomi, Durkheim sosyolojisinin önemli, fakat yanlış kullanılan bir kavramıdır. Yanlış ve yaygın kullanış, anomi’yi “kuralsızlık” olarak tanımlar. Oysa, Durkheim’in anomi’yi tanımlarken kullandığı Fransızca “Dereglement” sözcüğü, çılgınlık/delilik durumunu ifade eder. Bu anlamda anomi, her tür verili kurala aykırı irrasyonel davranışa tekabül eder. Durkheim, bu anlamda anomi’nin “iradenin/istencin tiranisi” şeklinde kendini açığa vurarak egoizmi kışkırtabileceğine; öte yandan “dipsiz arzuların” (ki çağımızın da en belirgin özelliği) tatmin edilememesinden doğan acı çekmeyi artırabileceğine işaret etmiştir. Fakat bu döngüsel bir şekilde gelişir: Arzular/istekler ne kadar şiddetliyse, istencin tiranisi o kadar mütehakkim şekilde ortaya çıkar ve arzuların tatmini ihtiyacını artırarak egoizmi kışkırtır; egoizm kışkırtıldıkça istencin tiranisi genişler ve pekişir. Bunun anlamı, arzularımızın bihakkın tatmin olamayacağıdır. Demokrasinin hem imkânı, hem paradoksu da bu noktaya münhasır olarak ortaya çıkar: Modern öncesi toplumlarda insanlar kanaatkâr şekilde toplumlarının arzu etmelerine imkân verdiği oranda arzu ederlerdi. Fakat, modern insan, yukarıda değinilen bir Samanyolu galaksisi oluşturacak şekilde o kadar çok ihtiyaç, nesne ve seçenekle karşı karşıyadır ki; bunların bihakkın karşılanamaması, insanda son tahlilde hayal kırıklığına dayanan bir öfkeye dönüşme potansiyeli de gösterir. Öfke, kalabalık halinde vuku bulduğunda; insanın bireysel ahlaki sorumluluktan kurtulma yolu açılır ve o yolda ilerledikçe de birey kendisini sosyal çevrenin aciz bir kurbanı şeklinde tanımlayan ideolojik bir kılıfa bürünür: Tarihsel olarak birçok radikal eylemin göstermiş olduğu gibi, söz konusu ideolojik kılıf rengini nostaljik şekilde altın çağ misali bir geçmişten alır. Böylece, tatmin edilmediği düşünülen toplumsal, ekonomik ve siyasal arzular kitleselleşir ve sırf bu kitlesel özellik yüzünden eylemler, demokratikleşmetalebi şeklinde ifade bulur. Oysa, kitleselleşme, sosyolojik bir homojenleşmenin eşliğinde sanal bir eşitliği gerçekmiş duygusuyla kurgular; kalabalıktaki çeşitlilik, demokratik siyasal bir farklılık gibi algılanarak kimliksizleşmenin üstünü örter.

Bu temelde yeniden toplum olma, yeni bir yurttaş tipinin ortaya çıkıyor gibi görünmesi kaçınılmaz bir yanılgı olarak belirir; çünkü toplum, Ortega Y Gasset’in deyimiyle toplaşma ile karıştırılır hale gelir. Böyle bir sonuç, esasen kapitalist modernliğin farklılığı yücelterek, özgür tekil birey yaratma güdüsünün eseridir: Bütün içinde tekilleştirmeye gitmek, dönüp tekillerin “toplaşması” ile bir bütün oluşturuyor görünmek. Bu ise bireyde tam bir bilinç yarılması meydana getirir. Tekillik (özgür olma) ile bütünlük (tâbi olma) arasındaki bireysel sıkışma, aynı zamanda, reddetme ile kabul görme çatışmasının öteki yüzü olarak belirir. Neticede, tekilliğinin güdülediği toplum karşıtlığı, bir bütünün parçası olmanın verdiği işbirliği arzusuyla devamlı yer değiştirebilir; bireyin kendi varoluşsallığını mütereddit kılar: Müteredditliğin doğurduğu iç çekişme, öfke şeklinde bireyi toplumsal bağlardan kopuk hale getirir, ancak kalabalık içinde o iç çekişme ve öfke paylaşıldığında bir dinginlik bulur. Bu nokta, şüphesiz, yukarıda bahsedilen “istencin tiranisi”ni hazırlamaya elverişli bir ortam yaratabilir. Çünkü, kalabalık silinen bireysel istenci silinmemiş gibi yapar, sözde kolektif bir istenç içinde eritir ama birey kendisini kalabalıkla özdeş görmeye devam ettiğinden herkes kalabalığın istencini ve bunun doğurduğu tiraniyi, kendi istenci ve tiranisi gibi görür; görmeye devam ettikçe de kalabalıkla özdeşleşir.Bu anlamda bireysel yalnızlığı kalabalık telâfi ederken, ironik olarak, kalabalığın kendisi de yalnızlaşır.

İstençlerin uzlaşması

Bunu, yani iradelerin/istençlerin “uzlaşmasını”, yeni bir toplumun kuruluşu olarak görmek, tekrarlayalım, ancak toplaşmayı toplum gibi saymak yanılgısıyla mümkün olabilecek bir şeydir. Oysa, sosyolojinin bize öğrettiği, bunun tersidir: İradeler/istençler arasında söz konusu olabilecek bir uzlaşma, bir toplumun, beraberliğin (togetherness) varlığı sayesinde mümkündür; biraradalık (coexistence) sayesinde değil.

Taksim Gezi Parkı, bu açıdan hâlâ beraber olamayışımızı bize maalesef acı bir biçimde göstermiştir. Bunun mevcut iktidarla olan bağlantısı aslında kısmîdir. Esas mesele, İktidarın beraber yaşamanın demokratik formlarını gösterme iradesinin gayri meşrulaştırılmak istenmesidir. Şüphesiz ki, demokratik bir rejimde hiçbir kimse, kurum, değer ve siyasi fikriyat eleştiriden muaf değildir. Ama, yapmaya çalıştığımız analiz doğruysa, meselenin iktidarla olan bağlantısının kısmî olması kadar, demokrasi ile olan bağlantısı da o kadar kısmîdir. Buradan nasıl çıkılabileceği ise ayrı bir konudur.