Demokratik Açılım 2013

Doç. Dr. HAMİT EMRAH BERİŞ Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) İç Politika ve Demokratikleşme Uzmanı
5.01.2013

Başbakan ezber bozmaya devam ediyor. Oslo müzakerelerinin ardından MİT ile PKK arasındaki görüşmelerin 2012 yılı içinde de devam ettiğinin ortaya çıkması, hükümetin sertleştirdiği siyasal diline rağmen müzakere sürecinden vazgeçmediğini gösteriyor.


Demokratik Açılım 2013

Geride bıraktığımız yılın sonlarında, 2012’de Kürt sorununun çözümü açısından çok da fazla bir şey yapılmadığı eleştirisi sıkça dillendirildi. Hükümetin, önümüzdeki üç yıla yayılacak olan üç seçim nedeniyle frene bastığı savunuldu. Bu durumun AK Parti’nin 2012 yılı öncesindeki performansı düşünüldüğünde karamsar bir tablo belirmesini beraberinde getirdiği söylenebilir. Her şeyden önce bir noktanın altını çizelim: Kâğıt üzerindeki düzenlemeler bağlamında ele alındığında 2012’nin geçmiş yıllara göre daha durgun geçtiği görüldü. Ancak bu durumun geçmişte demokratikleşme çıtasının oldukça yukarı çekilmesiyle ilişkili olduğu da açık. Kaldı ki söz konusu eleştiriler, sorunu ve dolayısıyla çözümü, doğrudan tek aktöre bağlayan bir yüze sahip. Oysa iktidar kadar, sorunun diğer iç ve dış taraflarının yaklaşımlarının da ileriye doğru adım atılmasını sağlayacak bir etkilerinin bulunduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor. 

O halde kısa bir hatırlatma ile başlayalım: AK Parti, iktidara geldiği ilk günden itibaren Kürt sorununun çözümü açısından seleflerinden çok daha cesur adımlar attı. Örneğin henüz iktidarın ilk ayı dolmamışken Olağanüstü Hâl uygulaması yürürlükten kaldırıldı. Bu şekilde, bölgede inisiyatif, askerler yerine sivil yetkilerin eline geçti; bölge halkının rahat bir nefes alması sağlandı. Siyasal ve kültürel özgürlüklerin devletin güvenliğine zarar vermeyeceği, hatta bunu pekiştireceğine dair bir bakış açısı geliştirildi. Kısacası, klasik güvenlikçi tavır geride bırakıldı. Her alanda özgürlükleri ön plana alan bir yaklaşım benimsendi. TRT Şeş’den üniversitelerde Kürtçe bölümlerinin açılmasına dek kültürel düzlemde çok sayıda adım atıldı. Dahası, hükümet, tüm girişimleri sırasında siyasî anlamda ciddi bir risk aldı. Ancak üst üste ortaya çıkan seçim ve referandum sonuçları, halkın gözünde reformların olumlu bir karşılığının bulunduğunu gösterdi. Dolayısıyla bugün ortaya çıkan resim, muhtemelen yirmi yıl önce hayal bile edilemeyecek bir perspektif sunuyor. Kuşkusuz, bu süreçte bazı yol kazalarıyla karşılaşılmadı değil. Bu bakımdan, hükümetin attığı adımların “gerekli” olması, aynı zamanda “yeterli” de olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim diğer aktörler yanında siyasal iktidar açısından da yolunda gitmeyen konulara aşağıda değineceğiz.

2012 gerilimi tırmandırma yılı oldu

Öncelikle hükümet dışında kalan etkenlere bir göz atalım. Bu noktada, ilk olarak otuz yılı aşkın bir süredir dağda bulunan PKK’nın kendi içindeki tüm farklılık ve hatta yarılmalarla çözümün çok da yakınında durmadığını söylemek gerekiyor. 2012 yılında PKK’nın gerilimi tırmandırması ve bir bakıma devlet karşısında askerî gücünü kanıtlamaya girişmesi bu durumun en önemli göstergesi. Ayrıca örgüt, Hakkari başta olmak üzere Güneydoğu’nun belirli kesimlerinde, özellikle kent merkezlerinde, kendisini daha görünür kılmaya çalıştı. CHP’li Hüseyin Aygün ve başka sivillerin kaçırılması ya da ilçeye yeni atanmış Pülümür Savcısı Murat Uzun’a suikast düzenlenmesi olaylarında örneklendiği gibi örgüt anlamsız bir güç gösterisi çabasına girişti.

Öte yandan muhtemel bir barış durumunda hem PKK’nın hem de tek tek militanlarının akıbetlerinin ne olacağı sorusunun cevabı muallâkta kalıyor. Hâlihazırda ne devlet kanadının ne de PKK’nın dağdan iniş sürecinin sonrasında yaşanacaklar konusunda bir planlarının bulunmadığı açıkça görülüyor. Ayrıca uzun yıllar boyunca örgütün kendi siyasal ve ekonomik ilişkiler ağını ürettiği gerçek. Örneğin bazı BDP milletvekillerinin çözüm yollarını arama açısından örgütün lider kadrosunun bile gerisinde kaldıkları söylenebilir. Nitekim 2012 yılı içinde BDP’li milletvekilleri ile PKK’lıların kucaklaşması, bu kanadın, devletten ve genel olarak Türklerden bekledikleri empatiyi kendilerinin kurmaya çalışmadıklarını ortaya koydu. Söz konusu kucaklaşma görüntüsü, kamuoyunda BDP’ye yönelik olumsuz yargıyı pekiştirdi. Ancak daha sorunlu durum, BDP’li siyasetçilerin beliren manzaradan, yani gerginlik duygusundan rahatsız olmayıp bundan kendi adlarına enerji çıkarmaya çalışmaları oldu.

İyimser olmak için nedenlerimiz

Burada dikkat çeken noktalardan bir diğeri, son dönemde, Kürt milliyetçiliğinin yükselişe geçmesi. Sosyalist gelenekten gelen PKK’nın kendisi bile Kürt halkını mobilize edebilmek için milliyetçi söyleme başvurmaktan kaçınmıyor. Son genel seçimlerde BDP’nin gerek İslamcı gerekse (Kürt olmayan) sosyalistlere adaylık kapısını açması bile algının bu yönde şekillenmesini engellemiyor. Bu yaklaşım, BDP açısından ikircikli bir durumun oluşması sorununu da beraberinde getiriyor. Bir taraftan dindar kesimlere daha fazla olumlu sinyal gönderen Parti, diğer yandan “Kürtçe ezan” gibi tartışmalar aracılığıyla 1930’lar Türkiye’sinin otoriter milliyetçi çizgisinin ötesine geçemediğini gösteriyor. Ancak tüm bunlara rağmen BDP’nin Kürt milliyetçiliğini yükseltme başarısı gösterdiği ve bölgedeki siyasal tabanını genişlettiği inkâr edilemeyecek bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Bölgede yaşanan siyasal gelişmeler de BDP’nin işini kolaylaştıran bir yüz taşıyor. Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin nispi gücünün yanı sıra Suriye’deki iç karışıklıklar nedeniyle PKK’nın Esad rejimi tarafından desteklenmesi Kürt milliyetçiliğinin destek zeminini güçlendiriyor. Avrupa’daki Kürt diasporası da bunlara benzer bir etki meydana getiriyor.

Parantez açmamız gereken bir diğer kesim, BDP dışında kalan muhalefet. Genel başkanlığa ilk geldiği dönemde, Kürt sorunu açısından Deniz Baykal yönetiminden farklı bir çizgi izleyeceği izlenimi yaratan Kılıçdaroğlu’nun CHP’si kendi içinde savrulmalar yaşıyor. Kılıçdaroğlu, muhtemelen Parti içindeki dengeleri gözeterek sorunun çözümü açısından net bir tavır almaktan kaçınıyor. MHP’nin ise geleneksel güvenlikçi paradigmayı hâlâ aşamadığı, dolayısıyla sorunun çözümü açısından söyleyecek yeni bir sözünün bulunmadığı açıkça görülebiliyor. Her iki partinin bölge ve dünya gerçeklerini göz ardı edip büyük ölçüde terör olgusuna dayalı bir bakış açısı geliştirmeleri çözüm sürecinde etkili olacak aktörler durumuna gelmelerini engelliyor.

Son olarak hükümet kanadı... Son bir yıllık süreçte hükümetin eksi hanesine yazılacak sorunların başında Uludere olayı anahtar bir rol oynuyor. 1933 Dersim olayının bile devlet adına sahipliğini üstlenerek özür dileyen hükümetin Uludere açısından daha çekingen davranması Kürt tarafının tepkisini çekti. Buna ek olarak KCK davası aracılığıyla bölgedeki siyasetçilerin tutuklanması Kürtlerdeki mağdurluk duygusunu pekiştiren bir yön taşıyor. Bunun yanında bir taraftan legal siyaset zemininin genişlemesi yönünde çaba harcayan iktidarın diğer taraftan hangi amaca matuf olduğu iyi bilinen dokunulmazlıkların kaldırılması konusunu gündeme getirmesi mücadeleyi keskinleştiriyor. İşin ilginç yanı ise bu örneklerle daha radikal bir tavır benimseyecekmiş gibi görünen AK Parti’nin, 2012 Ekim sonunda yaptığı büyük kongresinde ortaya konulan “63 madde” ile bugüne kadar atılan adımların ileriye götürüleceğini de açıklaması. Örneğin hükümetin muhalefetin tüm itirazlarına rağmen “anadilde savunma hakkı”nın arkasında durduğu ve bu yönde yasal düzenlemelere giriştiği görülüyor. Dolayısıyla siyasal iktidar açısından söylem ile uygulama arasında bir farklılığın baş gösterdiği söylenebilir.

Buraya kadar ortaya çıkan tablo bardağın boş tarafını yansıtmakta. Ancak 2012’de yaşanan bazı olumsuz gelişmelerin sorunun çözümünü imkânsız kılan bir nitelik taşımadığının altını çizmek gerekir. Tam tersine iyimser bir bakış açısına sahip olmak için çok daha fazla neden var. Her şeyden önce, tüm süreç boyunca, toplumun ve iktidarın Kürt ve terör sorunlarını birbirlerinden ayırma becerisini gösterdikleri rahatlıkla ifade edilebilir. Nitekim demokratikleşme yönünde atılan adımlar, toplum tarafından PKK terörünün sona erdirilmesi karşılığında verilen bir bedel ya da siyasi rüşvet olarak görülmüyor. İktidarın sıklıkla altını çizdiği “eşit vatandaşlık” kavramı bu noktada önemli bir işlev yükleniyor. Bugüne kadar çeşitli haklarını kullanmaları farklı sebeplerden dolayı engellenmiş vatandaşların durumlarında iyileştirmelere gidilmesi yönünde toplumsal mutabakat sağlanmış durumda. Bu açıdan, algıyı doğru yönetme becerisini gösteren iktidarın hakkını teslim etmek gerekiyor. Ayrıca ünlü “kız alıp verme” metaforunda ifadesini bulduğu gibi, çok açıdan, Türkler ile Kürtleri birbirlerinden ayırmak neredeyse imkânsız. En fazla Kürt nüfusunun yaşadığı kentin İstanbul olduğu hatırlandığında bu durum çok daha iyi anlaşılabilir. Bu bakımdan, ayrılmaya neden olacak “psikolojik eşiğin” geçilmesi oldukça zor.

Diğer taraftan Türkiye’nin Kuzey Irak yönetimi ile ekonomik ve ticarî ilişkilerini güçlendirmesi PKK açısından olumsuz bir yön taşıyor. Bu bakımdan, Ankara’nın Kuzey Irak ile ilişkileri PKK’dan daha iyi yönetme becerisi gösterdiği ve örgütün bölgede eskisi kadar rahat hareket edemeyeceği kolayca anlaşılabiliyor. Türkiye’nin Bağdat ve Erbil yönetimleri arasındaki güç mücadelesinde Barzani’ye daha yakın durması, işbirliğinin ekonomik ilişkilerle sınırlı kalmayacağını ve siyasal bir boyut taşıdığını kanıtlıyor. Söz konusu ilişkilerin Türkiye içindeki Kürt nüfus açısından iktidara durulan güveni perçinleyecek bir yanı bulunuyor.

Hükümet ezber bozuyor

Burada, Recep Tayyip Erdoğan faktörüne de ayrıca değinilmeli. Kendisi de geçmişte rejimin mağduru olan Başbakan Erdoğan’ın Kürtlerin gözündeki yüksek kredisi hâlâ devam ediyor. En son Şanlıurfa gezisinde de örneklendiği gibi Erdoğan, kimi zaman sürpriz gibi görülebilecek hamlelerle halkın taleplerine cevap verebiliyor; halkla aynı dilde konuşmayı başarabiliyor. Ayrıca Erdoğan’ın en büyük becerilerinden biri, ezber bozan hamleler aracılığıyla rakiplerinin silahlarını ellerinden almak. Örneğin yakın gelecekte hükümetten son dönemlerin en tartışmalı konularından “anadilde eğitim” veya benzer başka konularda bir adım gelmesi hiç de sürpriz olmayacak. Ya da bu duruma daha somut ve güncel bir örnek olarak, çok tartışılan Oslo müzakerelerinin ardından MİT ile PKK arasındaki görüşmelerin 2012 yılı içinde de devam ettiğinin ortaya çıkması verilebilir. Buradan yola çıkıldığında, hükümetin sertleştirdiği siyasal diline rağmen müzakere sürecinden vazgeçmediği anlaşılıyor.

AK Parti’nin siyasal zeminini güçlü kılan en önemli etmenlerden biri, toplumsal değişim dinamiklerini doğru okuyabilme ve yönlendirebilme yeteneği. Bir bakıma, AK Parti, çevresinde olup biten hadiseleri izlemekle yetinmeyip anladığı ve şekillendirebildiği için yukarıda bahsettiğimiz risk unsurunu kendi hanesine artı olarak yazdırdı. Buradan hareketle, 2012’nin demokratikleşme açısından durgun geçmiş gibi görünmesinin ya da iktidar sözcülerinin zaman zaman sertleşen söylemlerinin, attıkları adımlardan vazgeçmeleri anlamına gelmeyeceği ifade edilebilir. Dolayısıyla 2013 yılında, Kürt sorununun çözümü açısından yeni gelişmeler yaşanmasını beklemek için yeterince neden var. 

[email protected]