Demokratik liderin dış politikası: Lider diplomasisi

Dr. Ali Aslan / İbn Haldun Üniversitesi
8.02.2020

Günümüzün dünyasını demokratik lider tipolojisinin siyasete hâkim olduğu bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Elitist siyasetin hâkim olduğu 1980 öncesine otoriter lider, liberal-çoğulcu bir siyasetin hâkim olduğu 1980 sonrası döneme ise zayıf lider tipolojisinin damga vurduğunu söylemek zor olmaz. Günümüzde popülist siyaset ve demokratik lider hâkim konumda bulunmaktadır. Demokratik liderin dış politikası ‘lider diplomasisi' şeklinde tezahür eder.


Demokratik liderin dış politikası: Lider diplomasisi

Küresel trendleri iyi koklayan ve dünya siyasetinin yönelimini belirmekte mahir Amerikan Foreign Affairs dergisi Eylül-Ekim 2019 sayısında ABD’nin pek de iyi ilişkilere sahip olmadığı beş ülkenin liderini kapağa taşıyarak ‘Şimdi Otokrasi Zamanı’ başlığını attı. Sunuş yazısından anladığımız kadarıyla güçlü siyasi liderlik ile demokrasi arasında bir karşıtlık ilişkisi kurulmaya çalışılmış. Buna göre, 1920’ler zayıf demokratların, 1930’lar ve 1940’lar diktatörlerin, 1950’ler ve 1960’lar sömürge karşıtı milliyetçilerin, 1970’ler ‘tecrübeli’ siyasetçilerin, 1980’ler ve 1990’lar tekrardan zayıf demokratların liderliğinde geçerken günümüzün siyasetinin diktatörlerin yükselişine şahitlik ettiği ileri sürülmüş. Aralarında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ABD’nin uluslararası hegemonyasına kafa tutan Çin ve Rusya gibi büyük güç adayı ülkelerin liderlerinin de bulunduğu beş lider demokrasi karşıtı ve uluslararası barışı tehdit eden ‘diktatörler’ olarak lanse edilmiş. Bu liderler iktidarı kişiselleştirmek ve iktidar için gözünü kırpmadan her yolu denemekle itham ediliyor. Liberalinden realistine Amerikalı siyaset bilimcilerin çok önemli bir kısmının iş ABD’nin uluslararası rakiplerini tanımlamaya gelince birden ahlakçı bir dile savrulmalarında şaşılacak bir durum yok. Lider tipolojilerinin tarihi değişimi ortaya konurken ABD’nin uluslararası konumuna bir meydan okumanın varlığı ya da yokluğunun ne denli belirleyici olduğu açıkça görülmektedir. Amerikan gücüne karşı meydan okumaların yoğunlaştığı 1930’lar ve 1940’lar ve günümüzün rakip siyasi liderleri hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde otoriter olarak sunulmuşlar. Siyasi strateji gereği bu profesyonellerin meseleleri anlamak ya da rakiplerini analiz etmek yerine yaftalamak elbette işlerinin bir parçası. Burada asıl sorgulanması gereken liderler ile demokrasi arasında yanlış bir ilişkinin kurulmuş olması.

Demokratik rejim

Derginin editörü Gideon Rose’a kulak verecek olursak bir demokrasinin sağlıklı olabilmesi için zayıf bir liderliğe sahip olması gerekir. Rose’un bakış açısına göre demokratik bir rejimde siyasiler ne kadar zayıf olursa o kadar demokratik olarak görülürken, güçlü bir liderlik sergilemeleri durumunda ise daha az demokratik ya da demokrasi karşıtı otoriter olarak lanse edilirler. Demokrasinin milletin egemenliğine ve milleti oluşturan tüm bireylerin eşitliği ilkesine dayandığı akla getirildiğinde bu yanlış bir bakış olarak görülmeyebilir. Aramızdan biri veya birilerinin eşitliği bozacak şekilde güçlenerek bize liderlik etmesi ve bir hiyerarşinin ortaya çıkması demokrasiyle çelişen bir durum olarak görülebilir. Ancak ne var ki, milleti oluşturan tüm bireylerin aynı anda ülke yönetimi için sorumluluk alması mümkün olmadığından, içimizden biri ve birilerinin bu sorumluluğu üstlenmesi kaçınılmazdır. Günümüzün şartlarında temsili demokrasi bir zorunluluktur ve temsili demokrasi kaçınılmaz olarak liderlik müessesesini zorunlu kılar. Liderlerin varlığı demokratik bir rejim için olmazsa olmaz bir durumdur. Dolayısıyla, demokratik bir rejim eşitliği esas alan milli egemenlik ile hiyerarşik bir durum ortaya çıkaran liderlik müessesesini aynı anda gerekli gören iç çelişkilere sahip bir yönetim öngörmektedir.

Peki, Rose’un da öngördüğü gibi demokratik bir siyasette tercihlerimizi lidersiz veya zayıf siyasetçilerin hâkim olduğu bir yönetim ile milli egemenliği askıya alan ve vatandaşların eşitsizliği üzerine kurulu otoriter bir yönetim arasına mı sıkıştırmak zorundayız? Elbette hayır. Çünkü üçüncü bir şıkkımız var. Bu şık, milli egemenliğin ve eşitliğin esas alındığı bir siyasi ortamda millete karşı sorumlu ve iyi bir yönetim performansı ortaya koyan güçlü bir demokratik liderliktir. Demokratik lider baskın ve cüretkâr bir yönetim sergilediği sürece yeterince demokratik, yani eşitlikçi görülmeyebilir, sadece muhalifleri tarafından değil aynı zamanda destekçileri tarafında da. Ancak bu şekilde hareket etmediği zaman da adamakıllı bir yönetim sergilemiyor ya da liderlik zafiyeti gösteriyor şeklindeki eleştirilere muhatap kalmaktan kendini kurtaramaz. Bir siyasetçi mümkün ve makul olanın sınırlarını zorladığı sürece lider olarak görülür. Elbette milletin çıkarlarına göz yummamak ve hesap vermeye açık olmak şartıyla. Toplum değerlerinin, haklarının ve çıkarlarının gözetildiğini hissettiğinde lider ile arasındaki eşitsizliği pek sorun etmeyebilir. Pasta büyüdükçe ve herkesin payı arttıkça bundan büyük bir onur dahi duyabilir.

Demokratik lider

Demokrasinin iç gerilimleri farklı siyasetlere yol açar. Başka bir ifadeyle, demokratik siyaset zemininde üç jenerik siyaset üretilebilir. Elitizm demokrasinin milli egemenlik tarafını askıya alan ve siyaseti tamamıyla lider merkezli gören bir siyaset öngörür. Elitizmden milli iradeye saygısız, demokrasinin sınırlarını zorlayan otoriter bir liderlik ortaya çıkar. Pluralizm ise liderliği olabildiğince zayıf tutmaya çalışan ve milli egemenliği öne çıkaran bir siyaset formu sunar. Buna göre, siyaset olabildiğince eşit, katılımcı ve vatandaşların hep birlikte yönetimde olduğu siyaset-dışı bir etkinliğe dönüşür. Pluralist siyasette liderlik ya zayıftır ya da kategorik olarak gayrı-meşru addedilir ve yok sayılır. Popülizm ise her iki tarafa da aynı anda hakkını vermeye çalışan bir siyaset formu ortaya koyar. Milli egemenlik ve eşitlik olabildiğince ciddiye alınırken, millete karşı sorumlu ve yönetme kabiliyetine sahip güçlü bir liderliğin altı çizilir. Popülist siyaset demokratik bir liderlik öngörür. Lider milletin hizmetçisidir fakat aynı zamanda milletin önünde yürümektedir.

Demokratik lider otoriter lider gibi korkutarak yönetmez. Demokratik lider korkuyu kullanabilir, özellikle de kendi dışındaki unsurların millete tehdit oluşturduğu korkusunu gündeme getirebilir. Lider, millet ile milleti hedef alan tehdit unsuru arasında durur ve milleti koruma işlevi görür. Ne zaman ki milletin korktuğu şey bizzat liderin kendisi olur o zaman demokratik liderlikten otoriter liderliğe geçiş süreci başlar. Bununla ilişkili olarak, otoriter lider zora başvurarak yönetirken, demokratik lider milleti ikna ederek yönetir. İktidarda kalması ortaya koyduğu politikalar ve yönetim performansına bağlıdır. Bunu değerlendirecek olan da millettir. Ayrıca, otoriter bir siyasi ortamda lidere yönelik eleştirilere tahammül edilmez. Demokratik lider demokratik rejimin eleştiri-sever ve sinik yapısı nedeniyle kendisine yönelik sataşmalara açık olmak zorundadır. Kendisini liderle eşit gören milletin fertleri, lideri ve genel olarak siyasetçileri çoğu zaman iktidar için belli başlı kandırmacalara başvuran karanlık ve güvenilmez bir aktör olarak görür. Siyasetçiler hiç şüphesiz kandırmacaya başvurur. Ancak siyasete ve siyasetçilere karşı bu olumsuz görüşün çok daha derinlerde yatan bir nedeni vardır. Demokratik rejimin fertleri kişiliklidir ve sıradan bir takipçi olmayı reddederler. Temsili demokrasi ise lider ile millet arasındaki eşitliği bozarak bir hiyerarşi meydana getirir. Milleti oluşturan fertlerin lider dışında kalanları takipçi konumuna düşer. İki durum arasındaki gerilim yönetilenlerin sinik ve eleştirel bir tavır geliştirmesine yol açar. Bu, eşitliğin esas olduğu demokratik bir siyasi ortamda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan hiyerarşik duruma altta kalanların gösterdiği savunma amaçlı bir tepkidir. Bu durum şüphesiz yönetilen bireyler için ve toplumsal istikrar açısından rahatlatıcı bir işlev görür. Ortaya çıkan rahatsızlığın dışa vurumu siyasetçileri tiye almak ve sürekli eleştirmektir. Ancak bu, milletin onlardan kurtulmak istediği anlamına gelmez. Elbette her seçim ‘acaba daha iyi bir lider çıkar mı,’ ‘bize daha fazla sahip çıkan bir siyaset ortaya konur mu’ umuduna gebedir. Demokratik siyaset hoşnut etmesi zor, eleştirmekten özel bir haz alan ve yönetici konumundakilerin söylediği ve yaptıklarına çoğu zaman inanmama eğilimindeki sinik bireyleri idare etmeyi öngörür. Demokratik rejimin bireyi bir yandan güçlü bir liderin varlığını arzulayan ancak diğer yandan yönetilmeye de rıza göstermeyen çelişkilerle dolu bir bireydir. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ‘tek-adam’ eleştirisi yapan muhalif bireylerin başka bir siyasi lidere (hem de otoriter bir lidere) tapınma derecesindeki bağlılıklarının başka bir açıklaması olamaz. Demokratik liderin organize bir itibar suikastine dönüşmediği sürece eleştiriye açık olması ve demokratik birey ve rejimin kendine has niteliklerini gözeten bir yönetim sergilemesi gerekir.

Foreign Affairs dergisinin ‘otokrat’ olarak adlandırdığı siyasetçilerin önemli bir kısmı demokrat lider özelliği göstermektedir. Bu liderler kendi milletlerinin egemenliğine saygılı ve aynı zamanda güçlü ve ehil bir yönetim ortaya koymaktadır. Demokratik liderlik uluslararası siyasette bu ülkelerin otonom davranmaları ve bir iddiaya sahip olmaları sonucunu doğurmaktadır. Hiç şüphesiz Amerikan elitinin rakip devletlerin demokratik liderlerini otokrat olarak lanse etmesinde bu liderlerin kendi milletlerinin çıkarlarını merkeze alıyor olmasının rolü büyüktür. Rakip ülkelerin liderlerini gayrı-meşrulaştırmak ve milletleriyle onları karşı karşıya getirmek tarihin başından beri kullanılan bilindik uluslararası stratejilerden (böl ve yönet) birisidir. Bu durumda otokrat suçlamasının bir stratejinin parçası olmaktan, bir iddia olmaktan öteye geçmediğinin altını çizmek zorundayız. Türkiye örneğinde meseleyi ele alacak olursak, milli egemenliğe saygısız bir otokrat olarak sunulan Cumhurbaşkanı Erdoğan 18 senedir seçimler yoluyla iktidar da kalmayı nasıl başarabilmektedir? Serbest ve adil seçimlerin yapıldığı bir ülkede bir siyasetçinin milli egemenliğe karşı koyarak millet tarafından iktidarda tutulması ne kadar mümkün müdür? Cumhurbaşkanı Erdoğan liberal-çoğulcu bir siyasetçi olmayabilir, ancak demokratik bir siyasetçi olmadığını söylemek akılla açıklanabilecek bir durum değildir.

Lider diplomasisi

Bu tartışmanın ışığında yeni bir dönemlemeye girişecek olursak, günümüzün dünyasını demokratik lider tipolojisinin siyasete hâkim olduğu bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Elitist siyasetin hâkim olduğu 1980 öncesine otoriter lider, liberal-çoğulcu bir siyasetin hâkim olduğu 1980 sonrası döneme ise zayıf lider tipolojisinin damga vurduğunu söylemek zor olmaz. 1980 sonrasının belli başlı liderleri (Ronald Reagan, Margaret Thatcher, Bill Clinton, Tony Blair) güçlü oldukları için değil, hegemonik sosyo-ekonomik yapılara boyun eğdikleri için popüler hale gelmişlerdir. Karar veren değil, kararları uygulayan konumunda olmuşlardır. Günümüzde popülist siyaset ve demokratik lider hâkim konumda bulunmaktadır. Bunun dış politikadaki izlerini sürecek olursak, demokratik liderin dış politikası ‘lider diplomasisi’ şeklinde tezahür eder.

Liderin uluslararası siyasette bu denli belirleyici konuma gelmesinin temel sebebi hem devlet (bürokrasinin etkisinin azalması şeklinde) hem de uluslararası yapıların zayıflamasıdır. Bu mesele hem liberaller hem de realistler tarafından kabul edilmektedir. Liberaller bir süredir liberal uluslararası düzenin zayıfladığını ve akıbetinin ne olacağını tartışmaktalar. Bu bağlamda, uluslararası kurumların güç kaybetmesi, çok-taraflılık ilkesinin gerilemesi, ekonomik küreselleşme ve karşılıklı bağımlılığın yerini neo-merkantilist bir ekonomi politikasının alması, diplomasi ve ikna süreçlerinin zayıflayıp askeri güce başvurma eğiliminin artması, bu düzeni ayakta tutan ABD’nin liderlik rolünü yaşadığı ekonomik sorunlar (2008 krizi) nedeniyle eskisi gibi yerine getirememesi ve son olarak Çin ve Rusya başta olmak üzere ikincil güçteki devletler tarafından ABD’nin liderliğinin sorgulanması gibi gerekçeler öne sürülmektedir.

Realistler ise hem 1945-1990 arasındaki iki-kutuplu hem de 1990 sonrasındaki tek-kutuplu uluslararası düzenlerde gözlemlenen bütüncül ittifak ilişkilerinin artık işlemediğini ileri sürerek yeni bir dönemin başladığını kabul etmektedir. Bu dönemin temel özelliği statükoculuğun gerilerken, revizyonizmin ön plana çıkmasıdır. Revizyonist bir dünya ve ona uygun siyaset ve liderlerin ön plana çıkışına şahit olmaktayız. Bu da güç kullanımın meşru görülmesi ve artması, ofansif stratejilerin defansif stratejilerin yerini alması, sert ve güçlü liderliğin ön plana çıkması sonuçlarını doğurmaktadır. Ayrıca, ülkelerin niyetleri konusundaki belirsizlikler, şiddete meyyal devlet-dışı aktörlerin ortaya çıkışı ve etkilerini arttırmaları ve çok-taraflı diplomatik mekanizmaların aşınmasına yapılan vurgular da not edilmelidir. Uluslararası yapılar güçlüyken sorunlar ya liberal kurumsal mekanizmalar yoluyla ya da bütüncül ittifak yapıları içerisinde çözülmekteydi. Yapıların güçlü olması uluslararası siyasete bir netlik ve tahmin edilebilirlik sunmaktaydı. Günümüzde yapıların zayıflamasıyla aktörlerin etkisinin arttığı bir dönemde uluslararası sorunların çözümünde farklı mekanizmalar devreye sokulmaya başlandı. Bütüncül ittifaklar yerini mesele-bazlı dar ittifaklara bıraktı.

Liderler belli meselelerin çözümü için her zamankinden çok daha sık bir araya gelir oldular. Bu durumun bir sonucu olarak, devletler bir meselede müttefikken, diğer bir meselede karşı kamplarda yer almaya başladılar. Böylesi bir durum bütüncül ittifak sisteminin olduğu zamanlarda pek gözlenmezdi. Devletler nerdeyse her konuda aynı çizgide mevzilenirdi. Yapıların zayıfladığı ve kurumsal devamlılıkların etkisini kaybettiği ortamda liderler arasındaki özel ilişkiler de devletlerin siyasetini ve uluslararası sonuçları belirleyen önemli bir unsur olmaya başladı. Lider diplomasi olarak tartışılan bu konu siyasi karar ve sonuçların kişisel ilişkiler düzleminin etkisine daha açık olması anlamı taşımaktadır. Bu durum, ABD Başkanı Donald Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki kriz yönetimi ilişkilerinde zaman zaman gözlemlenmektedir. Liderlerin karakterleri ve iç siyasetteki ideolojik çizgilerine paralel olarak sorunların çözümü ya da çözümsüzlüğü söz konusu olmaya başladı. ABD ile Avrupa arasında açılan makasın hiç şüphesiz en önemli gerekçelerinden birisi ABD Başkanı Trump ile Avrupalı liderler arasındaki kan uyuşmazlığıdır. Liderlerin ön plana çıkmasının bir sonucu da kararların daha hızlı alınması ve sorunların üzerine daha çabuk gidilmesidir. Elbette lider diplomasisi ortak çıkarların merkezi konumunu milli çıkarlara bırakması sonucunu da doğurdu. Devletler geçici olarak ortak bir noktada buluşmasına buluşuyorlar ancak herkesin aidiyet hissettiği kuşatıcı bir güvenlik ve ittifak sisteminin olmayışı milli çıkarların daha baskın olmasını ve politikalarda sert dönüşlerin yaşanmasına kapı aralıyor. Bu bahsettiğimiz durumları Suriye ve Libya krizlerinde ve mülteci sorununun çözümüne yönelik diplomatik faaliyetlerde gözlemlemek mümkündür.

Sonuç olarak hem yerel hem de küresel gelişmeler güçlü bir demokratik liderliğin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Yerelde toplumun piyasa ve devlet bürokrasisi karşısında güç kazanması, küreselde ise uluslararası yapıların zayıflamasıyla belirsizliğin artması cesur kararlar alacak ve bunları uygulayacak güçlü ve demokratik liderliğe olan ihtiyacı artırmıştır. Liderlik sığınılacak güvenli bir liman halini almıştır. Foreign Affairs gibi etkin bir yayın organının son dönemde kapitalizmin krizi, liberalizmin krizi, tek-kutuplu uluslararası düzenin krizi, Amerikan hegemonyasının krizi gibi çok esaslı ve kökten meseleler üzerine odaklanması ve Çin ve Rusya’nın meydan okuması, milliyetçilik, popülizm ve revizyonizmin yükselişi gibi konuları gündeme getirmesi zamanın ruhuna dair çok şey söylemektedir. O halde, nerdeyse her alanda alt-üst oluşların yaşandığı bu ortamda eski ideolojik ezberleri bir kenara bırakıp yeni dönemi anlamaya ve müdahil olup onu şekillendirmeye, en azından yaşanan geçiş sürecinin kaybedeni olmamaya çalışmak gerekir. Demokratik lider olgusu bu sebeple büyük bir öneme haizdir ve üzerine kafa yorulmayı hak etmektedir.

[email protected]