‘Demokratik uluslararası düzen’e doğru...

Prof. Dr. YILMAZ ÇOLAK Polis Akademisi Öğretim Üyesi
31.08.2013

Yaklaşık 2.5 yıldır sürmekte olan Suriye iç savaşı Esad güçlerinin kimyasal silah kullanarak içinde çocukların ve kadınların olduğu sivilleri katletmesi ile yeni bir boyut kazandı.


‘Demokratik uluslararası düzen’e  doğru...

Katliamla birlikte Suriye’ye yönelik uluslar arası bir askeri müdahale gündeme geldi. Gittikçe şekillenen yeni duruma göre başını ABD, İngiltere ve Fransa’nın çektiği uluslar arası bir koalisyon, Esad rejiminin kimyasal silah kullanarak uluslararası hukuk açısından suç işlediğini ve bir askeri müdahale ile cezalandırılması gerektiğini dillendirmeye başladı. Bu koalisyona Türkiye ve birçok İslam ülkesinin de dâhil olacağı dile getirilmektedir. Öngörülen müdahalenin sadece hava harekâtı ile Esad rejimin muhaliflere göre üstün olduğu hava gücünü ve ağır silahlarını hedef alan sınırlı bir müdahale olacağı görünmektedir. Hedef rejim değişikliğinden ziyade mevcut yönetimi zayıflatmak ve kuvvet dengesini sağlamak olarak belirmektedir.

Aslında gelinen bu nokta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik izlediği politikanın temelini oluşturan “Suriye’de yaşanan insanlık dramına” uluslararası toplumun kayıtsız kalmaması gerektiği görüşünün kabulü anlamına gelmektedir. Türkiye iki yıldır Esad rejiminin kendi halkına yönelik saldırılarını ve kıyımlarını ahlaki bir pozisyon alarak evrensel insani değerler temelinde uluslar arası arenada yalnızlaşma pahasına en sert bir şekilde kınamakta ve rejimin değiştirilmesi gerektiğini ısrarla ve kararlılıkla sürdürmektedir. Batılı güçler ise, Suriye’de Tunus ve Mısır’da olduğu gibi “istemedikleri bir iktidar” olma ihtimali yüzünden Esad rejimin daha önceden az miktarlarda birçok kez kimyasal silah kullandığı iddialarını duymazdan ve yaptığı katliamları görmezden geldiler. İçinde bulunduğumuz durum hem Türkiye hem de Suriye açısından önemli bir noktadır. Bu noktanın daha iyi anlaşılması için Türkiye’nin demokratikleşmesinin Arap Baharı ile olan ilişkisi ve uluslar arası sistemin meşru hukuki ve ahlaki bir zemin üzerinde demokratikleşmesi çerçevesinde ele alınması gerekmektedir.              

Türkiye’nin yürüttüğü evrensel değerlere dayalı meşru ve ahlaki politika, içinden geçtiği demokratikleşme süreci ile doğrudan ilişkilidir. Türkiye’nin demokratikleşmesi seçilmişlerin dış politika konusunda da belirleyici olmaya başlaması sonucunu doğurmuştur. Uzun yıllar “üç tarafı denizler ile dört tarafı düşmanla çevrili” söylemi vesayetçi bir tarzda halkın üzerinde güvenlikçi politikalar ile kontrol sağlanmasını mümkün kılmış ve Türkiye’nin komşu ülkeleri ile etkin bağlar kurmasına engel olmuştur. 

Özellikle 2000’li yıllarda ivme kazanan demokratikleşme sonucunda Türkiye’nin etrafı ile entegrasyonu gündeme gelmiş ve özellikle yapay bir şekilde aileleri, halkları bölmüş olan Suriye ve Irak gibi sınırlar anlamsızlaşmaya başlamıştır. Bu entegrasyon “ortak tarih” ve “ortak coğrafya” vurgusu ile yıllarca iç içe yaşamış halkların yeniden kaynaşmasını ve bunun sağlayacağı ekonomik ve siyasi kazanımların bölgenin yararına olduğu tezine dayanıyordu. AB süreci ile birlikte Yunanistan, Bulgaristan ve diğer Balkan ülkeleri ile yakın ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler, Rusya ile gittikçe daha da derinleşen ilişkiler, Gürcistan ile sınırları gittikçe daha da anlamsızlaştıran yakın temaslar bu anlamda kayda değerdir. Yeni dış politika sürecinde en sorunlu alan, komşu ve yakın coğrafyadaki otoriter Arap rejimler ve İran ile olan ilişkilerdeydi. İlk başlarda Suriye, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri ile kurulan ilişkiler olumlu sinyaller veriyordu. Ama Türkiye’nin demokratikleşme süreci ile içinden geçtiği köklü siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel dönüşüm o kadar güçlü idi ki, Arap halklarını derinden etkilemeye başlamıştı bile. Bu etkinin kaynağı ise bu coğrafyada demokratik bir rejimin birçok eksiğine rağmen yürüyebilmesi ve gittikçe kök salması idi; yani Müslüman bir ülkede sıradan insanlar kendi kendilerini yönetebiliyordu. Arap Baharı ile başlayan alttan-yukarı siyasi dönüşüm otoriter rejimleri bir bir yıkmaya başladı. Bu dönüşüm Tunus ve Mısır’da çok kanlı olmadan başarıldı; Libya kanlı bir iç savaş ve dış müdahale ile dönüşebildi. Ama toplumsal yapısı daha parçalı olan Suriye, yaklaşık 2.5 yıldır yaşanan 100 binden fazla insanın canına mal olan kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Türkiye, tüm bu süreçlerde genel olarak meşru ve ahlaki bir zeminde halkların taleplerinden yana olan bir dış politika yürütmüştür. Demokratik yapıların işlediği, serbest seçimlerin yapılabildiği demokratik ve belirli ölçüde laik siyasi yapıların kurulmasını destekledi. Sonuçta Tunus, Libya ve Mısır’da seçimler ile şekillenen iktidarlar ile sıkı ilişkiler kuruldu ve daha da derinleştirilmesi için yoğun uğraşlar verildi. 

Mezhep çatışması

Suriye’de ise mezhep (Sünni-Nusayri) ve din (Müslüman-Hıristiyan) temelli toplumsal kırılmalar ve Rusya-Çin-İran’ın Esad rejimini desteklemesi sonucu ortaya çıkan uluslararası bölünmüşlük istenen dönüşümü engellemiş ve Suriye’yi gittikçe derinleşen bir iç savaşa sürüklemiştir. Bu süreçte Türkiye ve batılı büyük güçler “evrensel değerlere” vurgu yapmak suretiyle muhalefete destek olmuştur. Fakat Mısır ve Tunus’ta Batılı güçlerce çok arzulanmayan “İslamcıların”/Müslüman Kardeşlerin serbest seçimlerle iktidara gelmeleri ve özellikle Mısır’ın Türkiye ile birlikte daha bağımsız politikalar izleme sinyali vermesi Suriye’de muhalefete olan desteğin çekilmesine yol açtı. Sonuçta çoğunluğunu Esad rejimi güçlerinin katlettiği 100 binden fazla insan öldü. Türkiye, İzlediği değerler temelli Suriye politikası sonucunda yalnız kalmaya başladı. Buna rağmen politikasından vazgeçmedi, daha da sertleştirerek sürdürdü. Bosna örneğini vererek yaşanmakta olan kıyıma seyirci kalınmaması, uluslararası normlar çerçevesinde uluslararası toplumun harekete geçmesi gerektiği vurgulandı. Esad rejimi tarafından kimyasal silah kullanılması uluslararası toplumu Türkiye’nin pozisyonuna çekmeye başladı. Şu an Bosna ve Kosova müdahalelerinde olduğu gibi Suriye’ye yönelik “haklı insanı müdahale” gündeme geldi. Maalesef yine Bosna örneğinde olduğu gibi yüz binin üzerinde insan öldükten yerinden edildikten sonra... 

‘Arkaik İslam’

Bu noktada, sorgulanması gereken uluslar arası normların kendisi ve gerçektende dayandığı evrensel bir hukuki ve ahlaki zeminin olup olmadığıdır. Son zamanlarda Suriye konusunda gösterilen ikircikli tavır ve Mısır’da yaşanan darbeye sağlanan destek, aslında bu normların Batılı ulus-devletlerin kendi çıkarları çerçevesinde gerektiğinde başvurdukları meşrulaştırıcı unsurlar olduğunu bize gösteriyor. Mısır’da demokratik yollarla seçilmiş meşru iktidarı deviren darbenin açıkça desteklenmesi ve daha sonra dünyanın gözü önünde cereyan eden darbecilerin katliamlarına göz yumulması bu tavrın tipik örneğini oluşturmaktadır. Eğer Batı dışı toplumların, özellikle de Müslüman ülkelerin demokratikleşmesi “arzulanmayan” (“arkaik”, “istenmeyen İslamcı”, “antiemperyalist” gibi sıfatlarla tanımlananların) iktidarını getirecekse ve bu da büyük güçlerin ekonomik ve siyasi/ideolojik çıkarları için tehlike oluşturacak ise uluslararası normların ve hukukun önemi yoktur. Ortaya çıkan bu durum da uluslararası ilişkilerin “akılcı” ve “gerçekçi” politika (reel politik) yürüten ulus-devletlerin çıkar çatışmalarının yaşandığı alan olduğu yaklaşımı çerçevesinde teorik/ideolojik olarak meşrulaştırılır. Ne var ki, aynı durum AB ve diğer batılı demokratik ülkelerin arasındaki ilişkilerde bu kadar pervasızca vurgulanmaz. İkinci Dünya savaşı sonrası Avrupa’da demokrasiye geçilerek kurulan barış diğer bölgelere ve özellikle de İslam coğrafyasına çok görülür. Aslında dış politikada “akılcı-gerçekçi siyaset” izlenmesi gerektiği düşüncesi “güçlülerin izlediği siyaset doğrudur”, “gücün ölçüsünde haddini bilen siyaset izlenmeli”, “zayıf isen bir şey değiştiremezsin, o nedenle realist ol güce itaat et”, “uluslar arası ilişkilerde öyle evrensel değer falan yoktur” yaklaşımlarını meşrulaştırır. Diğer bir deyişle “güçlü devletlerin” “zayıfların” üzerinde kurdukları vesayeti meşrulaştırır. 

Türkiye’nin Mısır’a ve Suriye’ye yönelik izlediği değer temelli siyaset hem içte hem de dışta sert bir şekilde eleştirildi. Eleştirilere göre izlenen siyaset Türkiye’nin siyasi ve ekonomik çıkarları ile örtüşmüyordu. Aslında bu eleştiriler Türkiye’nin ana çıkarının demokrasisini, halk iradesini ve iktidarını güçlendirmek olduğunu görmüyorlardı. Bunun yolunun da ancak hem içte hem de dışta vesayet arayışlarına karşı koymaktan geçmekteydi. Türkiye’nin demokratikleşmesi etrafının da demokratikleşmesini getirmeye başlamıştı; etrafının demokratikleşmesi de Türkiye’nin demokrasisini daha da güçlendireceği açıktı. Bu nedenle Mısır ve Suriye’ye yönelik dış politikasını demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel değerlere oturtması ve bu çerçevede uluslar arası sistemi ve BM yapısını sorgulaması Türkiye’nin ve bölgesinin daha özgürlükçü ve adil bir siyası yapıya kavuşma ihtimalini mümkün hale getirmiştir. Ayrıca uluslar arası toplumun geçte olsa Suriye’de yaşanan kıyıma müdahil olmasında ve bu bağlamda uluslar arası normların hatırlanmasını sağlamada önemli bir rol oynamıştır. Suriye’ye uluslararası normlar çerçevesinde müdahale olması Esad’ı savaş suçlusu olarak tescil edecek ve önemli bir kazanım sağlanacaktır. 

[email protected]