Demokratikleşmenin toplumsal çöpü: Aydınlar

Murat Güzel / Yazar
29.08.2015

Türk modernleşme tarihi boyunca sık sık dile getirilen aydın-halk karşıtlığının bugün aldığı şekil, kendilerini ‘hakikat’in ve ‘adalet’in efendisi olarak gören aydınlar ile bu hakikat ve adalete muhtaç olduğu düşünülen geniş kesimler arasında sırf bir fikir ayrılığından çok; yaşama üslubu, siyasi tutum ve davranışlar, kültürel farklılaşma ile birlikte düşünülmesi gereken çok daha köklü bir çatışmaya işaret ediyor. Türkiye’de bugün bir ‘halk sorunu’ndan ziyade bir ‘aydın sorunu’ yaşandığına ilişkin iddiamızın temel saiki de bu çatışma.


Demokratikleşmenin toplumsal çöpü: Aydınlar

Türk modernleşmesi boyunca Türk aydınlarının kendi ‘öz imge’lerini daha az ‘arı’, daha az ‘eğitimli’, daha az ‘aydınlanmış’,daha az ‘akılcı’, daha az ‘temiz’, daha az ‘çalışkan’ gördükleri halkla bir karşıtlık ilişkisi içinde biçimlendirdiklerini fark ediyoruz çoğu kez. Bu bakış açısıyla “dağdaki çobanın oyuyla benim oyum aynı mı?” diyenler kadar, halkın karşı olunan siyasetçiler tarafından aldatıldığını, kandırıldığını, o yüzden o siyasetçilerin seçimleri kazandığını düşünenlerin de olduğunu görüyoruz. Bu tür kanaatleri taşıyan aydınlar sözde ‘halkçı’ olduklarını iddia etseler de inandıklarını söyledikleri halka hiçbir zemin ve zamanda güvenleri her nedense yok: O halkın geniş kesimlerinin kandırılmaya müsait, cahil, eğitimsiz, makbul hiçbir niteliği olmayan bir yığın olduğunu düşünmek, kendi fikirlerinin yanlış olabileceğini ya da halkın geniş kesimlerinin bu fikirleri yanlış bulduğu için tercihe mazhar görmediğini kabul etmekten daha kolay. Halkta daha az olduğu vehmedilen bütün olumlu unsurların temelinde ise aydınlarımızın kanaatine göre ‘bilgi eksikliği’nin giderilmesiyle, demek ki ‘eğitim’ ile giderilemeyecek başka türden bir farklılık yatıyor: İnanç ve kültür. Üstelik bu temel farklılıktan dolayı, zaman zaman, halk kategorisinin bile herhangi bir fikri gerekçe öne sürülmeden açıkça reddedildiğine, gözden çıkarıldığına bile şahit olabiliyoruz.

Aydın’ın dışarısı: Halk

Şerif Mardin’e göre ‘daemonik öge eksikliği’ yüzünden Türk aydını, ‘dışarıdan’ gelen tehlikelerle baş etme yolunda son derece mahirken, ‘içeriden’ yönelen tehditlerde bir tür ‘anlatım zorluğu’ çeker. Türk aydınının serencamında trajediye pek rastlanmamasının sebebi de budur Mardin’e göre. Aslında Türk aydınının dışarıdan geldiğini düşündüğü tehditlerin tamamında aydınımızın ‘dışarı’sının halk olduğunu Mardin’in analizine eklemeli. Mardin’den yola çıkarak halkın yaşadığı trajedinin, aydında melodrama dönüştüğünü bile iddia edebiliriz. Deyim yerindeyse Türk aydınının kendi varlığına ilişkin gördüğü tehditlerin başında halk, halkın inanç ve kültürü gelir. Türk aydınının halkın inanç ve kültürüyle mücadele etme araçlarındaki mahirlik de bu bakımdan Nietszche’ci bir ‘hınç mantığı’yla güdülenmiştir handiyse. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanındaki subay gibi Türk aydını da kendine ‘düşman’ addettiği bir inanç ve kültür dünyası içinde kendini var etme, varlığını koruma kaygısı içindedir. Bu yüzden bakışları kendisinden çok bu dünyaya doğrudur, bu dünyaya yönelir, oradan varlığına yönelen tehditleri zamanında görme, o tehditleri alt etme gibi beceriler geliştirir; bu becerileri kullanarak bu dünyada birtakım eksiklikler bulgular. Eksiklikler, yani yokluklar ve yetersizlikler! Aydınlarımızın eylemek, konuşmak için hep bir ‘dışsal uyaran’a, ‘halka rağmen’ciliğe ihtiyaç duymalarının temel sebebi de budur. Tepkiseldir eylemleri ve sözleri. Türk aydını kendini her nasılsa içinde bulduğu bu inanç ve kültür dünyasını aydınlatarak geçersizleştirmek ister, bu dünyanın karanlığını gidermek temel amacıdır, lakin onu harekete geçiren bu ‘karanlık’ içinde kendi belli belirsiz ışıltısını da yitirdiğini fark eder. Üzerine iliştirdiği tüm o parlak, ışıldaklı ‘eşitlik’, ‘özgürlük’ vb. yazılarla donatılmış madalyonların ışıltısı bu mücadele içerisinde solup gider.

1945’li yıllardan beri önemli sorunlar ve inkıtalar yaşasa da Türkiye’de demokrasi ve demokratikleşme süreci geçerli bir hale dönüşmüş, her ne kadar sözde kalsa da aydınlarımız ile halkın üzerinde uzlaşabileceği bir zemini teşkil etmiştir. Demokrasi ve demokratik yaşam boyunca, aydınların kendi statülerinin toplum tarafından yeterince ödüllendirilmediğini düşündüklerini de ayrıca teşhis etmek mümkün. Hatta demokratik siyasal süreçlerle birlikte bu statülerini kaybetme korkusu ile aydın zümrelerin bazı dönemlerde daha çok hırçınlaştığına işaret etmeli. Bu dönemlerde statü olarak sahip olduğu bilgiden dolayı, o bilgiye güvenerek toplumsal imtiyaz taleplerinden vazgeçmeyen bir zümre olarak ortaya çıkıyor aydınlar. Oysa sahip olduklarını iddia ettikleri o bilgi tüm imtiyazların ortadan kaldırılmasını gerektiriyor- en azından sahip olunan bilgi, bahis konusu imtiyaza ilişkin talepleri doyurmaya yönelik herhangi bir siyasal ufuk ve içerime taalluk etmiyor. Bu yüzden tüm imtiyazların ortadan kalkması gerektiğine dair bir talebi dile getiren bilgiye sahip olduklarını iddia edenlerin imtiyaz talebi, kendi içinde ne kadar çapraşık ve çelişkili olursa olsun, toplumsal kertede aydınlara duyulan güveni ve onların inanılırlılık derecelerini de zayıflatıyor. Türkiye’nin son 15 yılında yaşanan demokratikleşme sürecinin aydın zümre bakımından benzer bir sonucu doğurduğuna hiç şüphe yok. Aydınların başlangıçta halk ile uzlaştıkları zeminin demokratikleşme olması, onların toplumsal hiyerarşide demokratikleşmeden elde edecekleri politik kazancı gözetmeleri sebebiyle elbette. Ancak aydınların demokratikleşme sürecinin sonucunu pek hesaba katamadıkları da ortaya çıkmıştır. Bu süreçle birlikte aydınlar, ek politik kazançlar sağlamak bir yana, sahip oldukları statüyü de yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu tehlikeye karşı aydınların ‘tehdidin’ ilk sebebi olarak gördükleri halka ve mevcut siyasal konjonktüre gösterdikleri tepki, kısmen 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının verdiği cesaretle de yakından alakalı olarak, tamamen bir ‘cephe savaşı’na dönüşmüştür.

Kılık değiştiren hakikat

Bu açıdan, sol ve liberal aydınların ‘hakikat’ ve ‘adalet’ efendiliğine dair taşıdıkları iddialar da özellikle son PKK saldırıları vesilesiyle benimsedikleri siyasal tutumlar eşliğinde hem şaşırtıcı değil hem de sorgulanabilir bir mahiyet arz ediyor. Bu aydınların dilinde gerek ‘hakikat’ gerekse de ‘adalet’ siyasal süreçlere göre kılık ve içerik değiştiren politik birer kurgu olmaktan öteye geçmiyor. Her seferinde ‘düşman’ bellenen, nefret edilen siyasal figürlerin tutum ve davranışlarına endeksli, sürekli onları yanlışlamaya dönük bir hazır yapım kılık ve içeriği var aydınlarımızın dilindeki hakikat ve adaletin. Öyle ki aydınlarımızın dimağını köreltecek ölçüde saplantılı bir ‘Erdoğan nefreti’ sebebiyle kapıldıkları rüzgâr, bu hazır yapım kılık ve içeriklerin gelip geçici, muvakkat varlığından ötürü aydın zümrenin tüm ontolojik, epistemolojik ve toplumsal mesnetlerini de berhava etmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve onun kurucu ve tabii lideri olduğu AK Parti’ye, onların söylemlerini yanlışlamaya endeksli siyasal söylemleriyle her çeşidinden aydınımızın (Ali Bulaç örneğiyle ‘İslamcı aydın’ denebilecek çeşidi de buna eklemekte herhangi bir beis yok) hakikat ve adaletin efendiliği konumundan doğal bir istifayı tercih ettikleri bile vurgulanabilir. Bu noktada vurgulamak bile gereksiz: Aydınların hakikat ve adalet efendiliği konumundan istifaları bu konumun kendiliğinden değersizleştiği bir uğrağı işaret etmesi dolayısıyladır. Eğer bu konumu savunmak, aydınlar açısından kayda değer bir ‘politik kârı’ tazammun ediyor olsaydı, sırf bundan dolayı bile bu konumdan geri çekilmezlerdi. Demek ki, aydın zümrenin taşıdığı ‘hınç mantığı’, hakikat ve adaletin ‘olumlu’ içeriğinin de feda edilmesi sayesinde işlerliğini sürdüren bir mantık.

‘Erdoğan nefreti’yle simgelenebilecek bu hınç mantığının geldiği noktada ‘dışarı’dan gelen tehditlerle mücadelede mahir aydın zümrenin bu maharet ve marifetlerinin de sınırlılığı ortaya çıkıyor. Belki de aydınlarımızın kaderi de bürokrasi, askeriye, ilmiyye gibi diğer toplumsal müttefiklerinin kaderiyle aynı: Var olmasını arzuladıkları demokratikleşme süreci bizatihi onların varlığına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırıyor. Aydınlarımızın hıncının sebebi bu: Demokratikleşme süreci dolayısıyla toplumsal bir ‘çöp’e dönüştüklerini fark etmeleri. Demokratikleşen çünkü sadece siyaset değil; bilgi, haberleşme ve iktidar mekanizmaları da!

[email protected]