Depremin komşuluk hakkında verdiği ders: 'Etik'

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
2.02.2020

Bizi birbirimize ne vatandaşlık bağı ne de Almanlar gibi hukuki bir bağ bağlayabilir. Bizi birbirimize bağlayan ne olursa olsun ‘etik’ bağdır. Kardeşimizden sorumlu olmamızın bilincidir. Etik bize komşumuzu sevmemizi, ona sahip çıkmamızı buyurur.


Depremin komşuluk hakkında verdiği ders: 'Etik'

Sosyal bilimlerin bize tanıdığı en büyük imkân hadiselere tek yönlü değil, çok yönlü bakabilmemizdir. Sosyal bilimlerin fizik bilimlerden en önemli farkı da bu imkâna sahip olmasıdır. Sosyal bilimciler uzun yıllar bilimin parlak başarılarının tesiri altında kalıp disiplinlerini fizik bilimlere benzetmek istediler. Onun metotlarını karşılaştıkları sosyal fenomenleri açıklamada kullandılar. Sonuç tam bir başarısızlıktı. Sosyal fenomenler yasa tanımazlıklarıyla ve değişkenlikleriyle her seferinde sosyal bilimcinin elinden kayıp gidiyordu. Bugün neyse ki sosyal bilimleri fizik bilimlerin yöntemlerindense yorumcu/anlamacı/hermeneutik disiplinlerle ilişkilendirmek daha makul ve kabul edilir hale geldi. Bireycilik, komşuluk hakkında yazdığım bu yazıda bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum. Öncelikle, sosyal bilimlerin bana tanıdığı imkân ölçüsünde meseleye çok yönlü bakmaya çalışacağım.

Çağımız demokrasi çağı. Demokrasi bundan yüz yıl önce belki de pek sevilmeyen bir sözcüktü. Platon’un hocası Sokrates’i ölüme göndermekle suçlanan bir rejimdi. Ancak iki büyük dünya savaşının yaşattığı totalitarizm tecrübeleri demokrasiyi kutsanan, meşhur bir sözcük haline getirdi. Demokrasinin en büyük özelliği ise eşitlenme ve bireyciliktir. Eşitlenme ve bireyciliğin gelişebileceği yerler ise kent ortamıdır. Meşhur bir Alman atasözü “Kentin havası özgür kılar” der. Kent özgür insanların bir arada yaşadığı yerdir. Kentlerin gelişmesinin getirdiği en önemli sosyolojik dönüşümlerden birisi komşulukta yaşanan değişmelerdir. “Komşulardan vazgeçme eğilimi yakın tarihli bir eğilimdir: Kent çevresine yerleşme dalgasıyla eş zamanlıdır.” (L’HeuilletHelene, Komşuluk: İnsanların Birlikte Varoluşu Üzerine Düşünceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019, s.7)Kent yaşamı komşulardan korkuyu da beraberinde getirmiştir. Helene’e göre, başkasının bakışından korkma melesi 18. Yüzyılda zuhur eder. Bu dönem Fransız Devrimi arifesinin tarihçisinin söylediği üzere yeni bir mahremiyet ihtiyacı olan bireyci bir yaşam biçimini beraberinde getirir. ”Yüzyılın sonuna yaklaştığımızda devir değişir ve yeni ihtiyaçlar tezahür eder. Komşunun haneye davetsiz girişine karşı herkes mücadele etmeye başlar” (aktaran Helene, a.g.e, s.36) Bireycilik yeni toplumsal düzenin temel özelliklerinden biri haline gelir. Bugün küresel dünyada uzağımızdaki pek çok insanla iletişim araçları vasıtasıyla iletişime geçebilirken Kentin sonsuz cangılın da yanı başımızdaki insanlarla diyaloga girmeye korkuyor ve çekiniyoruz.

‘Başkaları cehennemdir!’

“Bizim çağımız bir duvar uygarlığı olabilir” diyor Helene. Çok katlı bir apartmanda oturuyorum. Üst komşuları tanımadığım gibi taşındığımdan beri birkaç kere denk geldiğim karşı komşumla da karşılaşmadan evime girmeye çalışıyorum. Çok katlı apartmanlarla çevrili, çok katlı bir apartmanda oturuyorum. Etrafta bir sürü komşum var ama aslında hiç komşum yok. Apartmanda yönetici krizi var ve birbirleriyle mahkemelik olan insanlar tartışma içerisindeler. Acaba yeni aldığım bu evi satsam mı diye düşünüyorum… Karşı komşumuzla bizi yalnızca bir duvar ayırır. Komşumun varlığını aramızda bir duvar da olsa sürekli hissederim. Varlığı rahatsız edebilir. Bakışından, haset ve kem gözlerinden korunmak isterim. Bugün filmlere konu olan komşuluk, Tvlerden güzel ve hoş vakit geçiren insanların değil, gerilimin kaynağı olarak izleniyor. Komşum bir cinayet işledi! Komşum kimi saklıyor? Komşunun evinde neler oluyor? Komşu ve komşuluk kent hayatının yalnızlığını ele alan ya da psikopatların hayatını konu alan filmlerde korku ve dehşet kaynağı. Ya da Sartre’ın oyununda ifade ettiği gibi felsefi olarak ifade edelim: “Başkaları cehennemdir!” Başkaları isterlerse hayatımızı cehenneme çevirebilirler. İsterseniz Freud’a da başvurabilir, başkalarının sıkıntımızın kaynağı olduğunu ondan da öğrenebilirsiniz. Ya da tarihe bakıp, Almanların Yahudi komşularını Gestapo’ya nasıl ihbar ettiklerini, hatta elleriyle teslim ettiklerini, Stalin Rusya’sında komşuların sivil polise dönüşmesini ve yan komşuları için devlet düşmanı ihbarında bulunduklarını, Polonyalıların komşularını nasıl öldürdüklerini, Hutiler ve Tutsileri ve diğer sayısız komşu katliamı örneğini düşünebilirsiniz. Belki de Carl Schmitt’in dost düşman üzerine anlattığı politik hikaye, ondan önce de Hobbes’un “insan insanın kurdudur” ifadesi gerçektir. Disraeli’nin dediği gibi, “modern toplum komşuluğu kabul etmez.”

Etiğin ilk kuralı

Konuya başka bir istikametten bakalım. Komşu bir tehdit olabildiği gibi aynı zamanda bir güven sembolü de olabilir. Komşuluğun en önemli özeliklerinden birisi yardımlaşmadır. Dışarı çıkarken doğalgazlı ocağımda kaynayan çaydanlığımı sık sık açık unutur ve doğalgazı dışarıdan kapatması için komşumu ararım. Kapının önünde park etmiş duran arabama ben yokken bir şey olursa komşum haber verir. Çocuğun servisine yetişemezsek çocuğumuz geldiğinde komşumuz onu evine biz gelene kadar buyur eder. Anahtarımı, cüzdanımı ve telefonumu unutup kapının önünde kaldığımda peki bana kim yardım edecek? Tam kek yaparken görüyorum ki kabartma tozu kalmamış yan komşumdan isterim. Levinas etiğin ilk kuralını komşulukla belirler. Komşuluk etiği aynı zamanda sosyal ve siyasi etik demektir. Kişilerin sosyalleşmesini sağlayan komşuluk ve komşuluk etiğidir. Topluma komşularımızla bağlanırız. Batı’da toplumu toplum yapan şey Hıristiyanlık’ın “komşunu kendin gibi sev” buyruğudur. “Komşunu seveceksin buyruğunun kabulü insanlığın doğumudur. İnsanın ortak yaşamının bütün diğer rutinleri tıpkı önceden tasarlanmış ya da sonradan keşfedilmiş kuralları gibi bu buyruğun (asla tamamlanmayan) dipnotlarıdır. Eğer bu buyruk göz ardı edilir ya da reddedilirse, kimse bu listeyi oluşturamaz ya da tamamlayamaz.” (Bauman Zygmund, “Komşuyu Sevmenin Güçlüğü Üzerine, Akışkan Aşk: İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair, Versus Yayınları, İstanbul, 2009, s. 112-113)

Eşitlenen bir toplumda komşuyu sevmek zordur çünkü atalara, geleneğe ve otoriteye saygı azalmıştır dolayısıyla bireycilik kaçınılmazdır. Bireycilik ise içe çekilme ve atomlaşmayı getirir. Yalnız kalan birey kimi zaman boşluk duygusuna, anomiye düşüp depresyona girebilir. Bireyciliğin elbette pek çok eleştirisi var. Onları burada sayıp dökebilirim ancak söylemem gerekir ki karşıtı kolektivizmin de savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Kollektivist yapılarda bireyin hakları kaybolur. Haklarını bırakın birey kaybolur. Cemaat ve örgüt yapılarında bireyler cemaat ya da örgüt liderinin siyasi, ekonomik veya sosyal hedeflerinin aracı haline gelebilir. O yüzden bireye ve birey haklarına vurgu ne olursa olsun gereklidir. Bununla birlikte ölçü ne olacak? Şimdilik, grubun içindeki bireyin haklarını savunmak makul bir yol gibi görünüyor. Aşırı bireycilik atomize haldeki bireylerden mürekkep bir kitle ile sonuçlanabilir ki bu da modern toplumda karşımıza çıkan başka bir tehlikedir.

Bugün kamuoyunda çok katlı mimari yerine yatay mimariden söz ediliyor ancak müstakil ev bölgesi meselesi de ayrı bir sosyolojik mesele. Yüksek duvarların ve çitlerin arkasına gizlenmiş zengin kesimin oturduğu haneler yalıtılmış ve herkesin kendi hanesine kapandığı bir meskun mahali andırıyor. Ev değil, kale. Bir de azılı bir köpeği bahçeye bağla tam olsun. Komşuluk meselesi çağımızda bir krize dönüşmüş durumda. Bu kriz de sadece yatay mimari anlayışıyla çözülecek gibi görünmüyor. Yatay mimarinin yanı sıra oluşturulacak kentin düzeni üzerine hesaplamalar yapmak, kolayca ulaşılabilen buluşma, sosyalleşme yerleri hazırlamak ve kimlerin oraları mesken tutacağını da düşünmek zorundayız. (Bu konuda James C. Scott’un Devlet Gibi Görmek adlı eserinde yazdığı kent hakkındaki eleştirilerine bakabilirisiniz.)

Kardeşin nerede?

Komşu sadece yanı başımızdaki haneyi içermez. Sokakta da komşularımız olabilir. Sokaktaki komşularımızı, yani sokakta yaşayanları eğer çok yardımsever değilsek genelde görmezden geliriz. Hâlbuki onlar da komşularımızdır. Ülke olarak da komşularımız var ve son yıllarda kitleler halinde ülkemize gelen göçmenleriyle komşularımız kendilerini daha fazla hissettirir oldular. Ve üst kattakiler de komşularımız. Politik komşularımız var. Ülkemizin politik ya da aydınlanmış! elitleri aslında üst katımızdaki komşular. Onlara yakınlık duyabildiğimiz gibi nefret veya hınç da duyabiliriz. Komşuları çoğaltmak mümkün. Daha önce de ifade ettiğim gibi sosyal bilimlerden hareketle komşular hakkında yapacağımız bir analiz menfi ya da müspet tespitlerde bulunmamızı sağlayabilir. Komşuluğun, komşularla aramızdaki sosyal bağın iyi ve nefretlik yanlarını vurgulayabilirim. Dayandığımız bir temel olmadığı için bu konuda ne düşüneceğimizi şaşırabilir ve neticede nihilizme düşebiliriz. Bizi bu kargaşa durumundan çıkaracak tek şey ‘etik’tir. Etik bağ, komşumuzu kendimiz gibi sevmemizi söyler. “Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” “”Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah kibirlenen ve öğünen kimseleri sevmez.” (Nisa Suresi 36) Etik illaki ahlak demek değildir. Etik çok eskiye, Kutsal kitaplarda anlatılan bir hikâye olan Habil ve Kabil meselesine gider. Kabil kıskançlık nedeniyle kardeşi Habil’i öldürmüştür. Allah Kabil’e kardeşin nerede? diye sordu. Kabil cevap verdi: “Bilmiyorum, ben onun bekçisi değilim.” Etik bağ bizi birbirimizden vicdanen sorumlu tutar ve Levinas’ın söylediği gibi önce etik vardı. İnsan olabilmek için önce etik olmak, kardeşimizi öldürmemek gerekir.

İktidar tartışması

Elazığ merkezli 6.8lik bir depremle sarsıldık. Deprem ülkemizin bir gerçeği. Milletçe acılı günlerden geçiyoruz. Kardeşlerimiz, komşularımız göçük altında kaldı, evleri yıkılıp bu soğukta sokağa düştüler. Onların yerinde biz de olabilirdik. Depremin hemen sonrasında devlet bütün kolluk güçleriyle müdahalede bulundu. Elbette İstanbul gibi büyük bir kentte olabilecek depremde yüksek nüfus nedeniyle bu kadar etkin müdahale yapmak mümkün olmayabilir. Toplum olarak mahalle mahalle hazırlanmalıyız. Bazı istisnalar hariç (bunlar deprem gibi acı bir olayda bile husumet güden ve siyasi rant peşinde olanlar), ülke çapında kampanyalarla depremzedelere herkes elinden geldiğince yardımda bulunmaya çalışıyor. Bizi birbirimize ne vatandaşlık bağı ne de Almanlar gibi hukuki bir bağ bağlayabilir. Bizi birbirimize bağlayan ne olursa olsun ‘etik’ bağdır. Kardeşimizden sorumlu olmamızın bilincidir. Etik bize komşumuzu sevmemizi, ona sahip çıkmamızı buyurur.

İktidar çoğu zaman etiği dışlar. 1999 Gölcük depreminde, ordu hükümet ikiliği nedeniyle deprem olduktan hemen sonra iktidarı paylaşamadıkları için insanlar ölürken 72 saat boyunca görevliler ortaya çıkamadılar. Üst kattaki komşu alt kata, kendi halkına yetişemedi. Yaşları yetenler hatırlar: Olağan üstü hal ilan edelim mi etmeyelim mi? Yukarıdaki iktidar tartışması doğrudan aşağıya yansıdı. Depremin yarattığı can kaybına anında ve etkin müdahale edilemediği gibi, müdahale edildiğinde de devlet tam olarak organize olamadı. Yardımlar zamanında ve tam olarak ulaşmadı. Modern politika, modern iktidar etiği dışlar demiştim. Bu Machiavelli’den beri böyledir. Ama hayatımızı tam olarak yaşayabilmemiz için dışlamaması gerekir. İktidar dışlasa bile biz onu yok saymamalıyız.Deprem hiçbir şey öğretmediyse bize etik olmayı öğretti diye düşünüyorum. Etik olmayı unuttuysak, tekrar hatırlamalı, bilmiyorsak da öğrenmeliyiz. Devlet adamından, bilim adamı, mühendis ve müteahhitine, sade vatandaştan, yan komşulara, herkes öğreniyor ve öğrenecek. Hayat bize unuttuklarımızı zaten bir şekilde öğretir. İşte bu yüzden komşuluk meselesine, bir sosyal bilimci olarak değil, etik bir varlık olarak yaklaşmak istiyorum. Ne de olsa önce etik vardı.

 

[email protected]