Derdiniz sansür mü bağcıyı dövmek mi?

Gülcan Tezcan / Gazeteci - Yazar
18.04.2015

Sektörün ‘sansür’ karşısında tek ses olması elbette sinema tarihimiz açısından gözyaşartıcı bir gelişme. Ancak bugüne kadar yaşanan gizli, açık pek çok sansür olayında sessiz kalmayı yeğleyen, sansüre gerekçe olan yönetmeliği değiştirecek irade geliştirmek yerine yıllardır ‘durumu idare etmeyi’ seçen sektörün bu tavrı çok da inandırıcı gelmiyor.


Derdiniz sansür mü bağcıyı dövmek mi?
ABD’de New York’taki ikiz kulelere ve Washington’daki Savunma Bakanlığı’na (Pentagon’a) yapılan saldırılar sonrası Beyaz Saray, Hollywood’u ABD’yi dünyada güçsüz durumda gösterecek, Amerikan halkının moralini bozacak türde sinema filmleri yapmama konusunda uyardı. Film yapımcıları, ABD yönetimine tavır almak şöyle dursun yaklaşık beş yıl gibi bir süre dünyayı sarsan bu büyük olaya ilişkin projelerini erteleme kararı aldılar. Yaşadıkları ülke ve halkını etkileyen böylesi bir durum karşısında duyarlı davranarak devletin en tepesinden gelen ön denetim uyarısını ‘sansür’ çığlıklarıyla karşılamadı Hollywood’un anlı şanlı yapımcıları. Üstelik daha herhangi bir eser üretilmeden düşünce aşamasında bu projelerin önü kesilmiş olmasına rağmen Altın Küre’ye katılan yönetmenler filmlerini festivalden çekmedi ya da Oscar ödülleri iptal edilmedi.11 Eylülle ilgili sadece bir kaç belgesel, kısa metrajlı film çekildi bu süre zarfında. Olayın üzerinden ancak beş yıl geçtikten sonra film projeleri raflardan inebildi. 
Bir başka örnek de hak ve özgürlüklerin beşiği Fransa’dan... 2004 yılında Georges Pompidou Kültür Merkezi’nde düzenlenen belgesel festivalinde Paris’te yaşayan İsrailli belgesel sinema ustası Eyal Sivan ile Belçika’da yaşayan Filistinli yönetmen Michel Khleifi’nin birlikte gerçekleştirdikleri  ‘181 Numaralı Yol, Bir Filistin-İsrail Yolculuğundan Parçalar’ adlı belgeselin gösterimi, İçişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine iptal edildi. Fransa’daki Yahudi düşmanlığını körükleyerek kamu huzurunu bozacağı gerekçesiyle gerçekleşen iptal tepkiyle karşılandı. 1947 yılında, 181 No’lu Birleşmiş Milletler kararıyla belirlenen sınırlara İsrail hükümetlerinin hiçbir zaman uymadığının vurgulayan bu belgesel, festivaldan dört ay önce ARTE televizyon kanalında yayımlandığında da polemiklere yol açmış, bazı Fransız Musevilerin sert tepkilerine hedef olmuştu. Filmin yönetmeni Eyal Sivan ölümle tehdit edilmişti. “İsrail politikalarını eleştirmek, bazı Siyonist çevrelerde giderek Yahudi düşmanlığı olarak damgalanıyor” diyen Eyal Sivan, Fransız hükümetini buna boyun eğmekle suçlamıştı. 
 
Fransa’nın, küçük oy hesaplarıyla aldığı bu sansür kararı Ermenilerin 1915 olaylarına yönelik ‘soykırım’ iddialarını kabul eden özgürlükçü Fransa’nın İsrail sözkonusu olduğunda tereddüt etmeden ‘sansür’ mekanizmasını nasıl kullanabildiğinin en yakın örneklerinden.
 
Yani dünyanın en uygar (!) ülkelerinde bile iktidarlar kırmızı çizgilerini ihlal edecek sinema filmlerine sansür uygulama konusunda tereddüt etmezler. Ülkemizde de çözüm süreci iktidarın en hassas olduğu konuların başında geliyor. Bu anlamda terör örgütü propagandası yapan bir belgeselin, üstelik de hukuki prosedürü yerine getirmemiş olan bir yapımın gösterimine izin verilmeyişini ‘sansür’ diye adlandırmak çok da iyi niyetli bir yaklaşım gibi görünmüyor.
 
Bugünün sorunu değil
 
Sansür nedir ne değildir tartışmak gerekirse önce genel kabul gören tanımını hatırlamakta fayda var. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü’nde bir sanat eserinin gösteriminden önceki denetimi olarak tanımlanan sansür Büyük Larousse’da “Bir makamın, bir hükümetin az çok geniş bir kitleye yönelik basın ve yayın ürünleri üzerinde yaptığı ve bu ürünlerin yayılması, dağıtımı, yayınlanması konusunda izin verme ya da yasaklamayla sonuçlanan ön inceleme” olarak tarif ediliyor. Mark Cohen’e göre geleneksel sansür, bir eserin yayınından önce hükümet adına çalışan bir heyete veya bir memura sunulmasını veya mahkemenin enformasyonun bir kısmının kamuya sunulmasını yasaklamasını içeren bir “ön sınırlama”. Bu tanıma göre yasaklamayı yapan otoritenin bir devlet veya hükümet gücü olması şeklinde bir kabul var. 
 
Ülkemizde sansürün geçmişi, neredeyse sinemanın tarihiyle yaşıt. Bu anlamda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Serdar Öztürk’ün “Türk Sinemasında İlk Sansür Tartışmaları ve Yeni Belgeler” başlıklı makalesi ülkemizde sansürün geçmişine ilişkin önemli ipuçları veriyor. 
Sinema tarihlerinde sansürün başlangıcı genellikle 1919 yılında çekilen Mürebbiye filmine dayandırılsa da Doç. Öztürk’ün makalesinde verilen bilgiler sansürünün daha öncesinin de olduğunu gösteriyor. Sözgelimi 1909’da İzmir Polis Dairesi, kira bedeli açığını kapatmak için İzmir Valiliği’nden film gösterimi izni ister, Valilik bu talebi Dahiliye Vekaleti’ne iletir. 1915’deki bir belgeden de hangi tarihlerde oluşturulduğunu ve yapısını tam olarak bilemediğimiz filmleri sansürlemekle ilgili kurulların oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Sansür görevi anılan tarihte sansür kurullarından alınıp polise verilir. 29 Mayıs 1923’te, yurtiçinde oynatılan yabancı propaganda filmlerinin gösterimlerini engellemek üzere Maliye ve İçişleri Bakanlıkları görevlendirilir. 11 Haziran 1923’te ise dışarıdan getirtilen veya ülke içinde üretilen filmlerin, gösterimden önce hükümet sansüründen geçeceği kararı alınır. Makalede kronolojik olarak sansür tanımına uyan gelişmelerin 1909 yılında görülebildiği anlaşılmaktadır. Ne var ki 1909, sansürün başlangıç yılı değildir. İzmir’de sinema gösterimi bağlamındaki yazı, sinema gösterimleri için siyasal iktidarın izin verme uygulamasının daha öncesinin olduğunu gösterir. Bu gelişme, Anadolu Hükümeti’nin cumhuriyetin ilanından önce sinema filmlerine yönelik ilk sansür girişimleri arasında yer alır. Üstelik 1915 ve cumhuriyetin ilanından birkaç ay önce 1923’teki sansürle ilgili gelişmelerde olduğu gibi konu sadece birkaç filmin sansür edilmesinden ibaret kalmamış, sansür kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet sonrası dönemde ise özellikle 1960’lar ve sonrasında sansür giderek sektör üzerinde ciddi bir tehdite dönüşür. Öyle ki senaristler filme başlarken artık biri sansür heyetine gönderilmek üzere ikişer senaryo yazmaya başlarlar. O günün şartları içinde özellikle ideolojik kavgalara göndermesi olduğu düşüncesiyle pek çok film sansürlenir. Darbe dönemlerinde sansür daha da ağır biçimde varlığını hissettirir. 1990’larda Güneydoğu’daki çatışmaların en şiddetli olduğu zamanlarda da Kürt meselesini ele almak zaten mümkün değil iken Kürtçe diyaloglar bile suç unsuru olarak görülür. Buna karşılık 2000’lerden sonra Kürt sinemacılar daha rahat hareket imkânı bulur ve ciddi anlamda bir Kürt sinemasından söz edilecek ölçüde film üretimi mümkün hale gelir. 
 
Sansür beklentisi 
 
Güncel tartışmaya dönecek olursak... Bir filmin gösterilmeden önce ‘ön inceleme’ye tâbi tutulması dünyanın hemen her ülkesinde halen devam eden bir uygulama. Sözgelimi çok yakın zamanda vizyona giren Grinin Elli Tonu için Belçika’dan Hollanda’ya, Kanada’dan İngiltere’ye ve Fransa’ya kadar başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok yerde yaş sınırı uygulandı. Yaş sınırı uygulanması demek bu filmin ön denetimden geçirilmesi demek. Yani ben istediğim filmi çeker, istediğim yerde ve şartlarda izletirim şeklinde bir keyfiliğe anlayış gösteren bir ülke henüz saptanmadı. Hele de terör gibi her ülkenin iç güvenlik meselesine ilişkin bir başlık altında çekilen filmlere yönelik konularda yetkili mercilerin hassasiyet göstermesine abartılı tepkiler göstermek sanat aşkının çok ötesinde bir takım beklentilere işaret ediyor. Kaldı ki son yıllarda festivallerde gösterilen pek çok filmin sahip olduğu ifade özgürlüğü geçmişle kıyaslandığında ne kadar yol alındığını apaçık ortaya koyuyor. Ne ki sinema sektörünü yönlendiren hâkim gruplar, iktidardaki partinin sinema desteklerinden hem bireysel hem kurumsal düzeyde en çok istifade eden isimler olmalarına rağmen yok yerden sansür hikâyeleri kurgulamak için olağanüstü bir çaba içerisindeler.
 
Geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde jüri başkanı ve organizasyon ekibi siyasal olarak kendileriyle aynı düzlemdeki isimler olmasına rağmen ön jürinin talebiyle ortaya çıkan ön denetim ihtiyacını sanki Festival’in evsahibi olan AK Partili belediye gerçekleştiriyormuş gibi bir hava estirmekte sakınca görmediler. Festival sonrası organizasyonun basın sorumlusu olarak görev yapan bir ismin kaleme aldığı yazı, sektör içindekilerin kendi ürettikleri ‘sansür’ iddiasına destek verilmesi konusunda festivalde yarışanları nasıl bir baskıya maruz bıraktıklarını ortaya çıkarmıştı.
 
34. İstanbul Film Festivali’nde de yarışmalar iptal edildi ve sözde ‘sansür’ e tavır koyan yönetmenler filmlerini festivalden çekti. Filmini çekmeyen yönetmelere yönelik bir baskı oluşmaması gerektiği söylense de estirilen hava sansür protestolarına destek vermeyenlerin çok da ‘makbul’ sayılmayacağı şeklinde. Sektörün ‘sansür’ karşısında tek ses olması elbette sinema tarihimiz açısından gözyaşartıcı bir gelişme. Ancak bugüne kadar yaşanan gizli, açık pek çok sansür olayında sessiz kalmayı yeğleyen, sansüre gerekçe olan yönetmeliği değiştirecek irade geliştirmek yerine yıllardır ‘durumu idare etmeyi’ seçen sektörün bu tavrı çok da inandırıcı gelmiyor. Tüm bu olup bitenlere rağmen belki de atılması gereken en doğru adım ideolojik tartışmaları bir yana bırakıp ülke sinemasının selameti için bir türlü çıkmayan sinema yasasını çıkarmak ve bu türden anlamsız tartışmaların önünü kesmek.