Devlet olmayı başaramayan devletler

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
16.09.2022

Her birinin egemenlik iddiasıyla anarşik bir ortam olarak şekillenen devletlerarası ilişkilerin mevcut ortamı, hiç kimseye güven telkin etmiyor. Silahlanma yarışı ile kendini gösteren bu durum insanlığın önündeki en büyük tehdit olmayı sürdürerek gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.


Devlet olmayı başaramayan devletler

Devletlerin egemenliği henüz bir kavrama sığdırılamamış, bu yüzden de ucu açık bir meseledir. Egemenlik algısının devletin gücü ile doğrusal, her istediğini yapabilme yetkisine geçit veren iması günümüz dünyasını şekillendiren temel algıdır. Her birinin egemenlik iddiasıyla anarşik bir ortam olarak şekillenen devletlerarası ilişkilerin bu ortamı, hiç kimseye güven telkin etmiyor. Silahlanma yarışı ile kendini gösteren bu durum insanlığın önündeki en büyük tehdit olmayı sürdürerek gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Herhangi bir pervasızlığa karşı silahlanmak kaçınılmaz olsa da tek başına yeterli olmayıp gücün egemenlik algısını pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Ulus yaratma hedefi

Devlet egemenliği kavramsal olarak iki boyutta ele alınabilir. Birincisi, millet olmuş toplumları millet yapan değerlerle kurulmuş ve milletin hakimiyetinin (hakkı yerine getirme iradesinin) tecellisi olan devletlerin egemenliği, millet hakimiyetine dayalı hukukun yerine getirilmesinde ona verilen gücü ve yetkiyi ifade eder. İkincisi ise temelinde bir insan topluluğunu varsaysa da bu toplumun değerlerine göre değil, toplumu şekillendirerek ondan bir ulus yaratmayı hedefleyen kendinden menkul devletler olarak ele alınabilir.

Milletin yaşamsallığı

Birinci grup devletlerin egemenliği milletin hakimiyetini yerine getirmek amacıyla donatılan bir devlet egemenliğidir ve bu egemenlik milletin hakimiyeti ile ters düşemez ve onu aşamaz. Dolayısı ile bu egemenlik, milletin yaşamsallığını ikame ettiği değerlerin hakimiyetine dayalı olmasıyla aynı zamanda ahlaki bir kavramdır. Ahlak ise sadece kendisine ve kendisi gibi olanlara değil herkese karşı bir sorumluluk yüklediğinde ahlaktır. Bu bağlamda kurulu bir devletin iç ve dış ilişkilerindeki faaliyetlerin nasıl olacağı tahmin edilebilir. Ancak millet iradesine yaslanmayan, her nasılsa gücü ele geçirmiş bir grubun iradesine dayalı kurulu devletlerin ortaya çıkışı, salt bir güçten kaynaklandığından bu tür devletlerin egemenlik anlayışı herhangi bir hakimiyet bilinciyle sınırlandırılmamıştır. Bu devletlerin egemenlik ölçütü, amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğu, bu doğrultuda herkesle işbirliğini mümkün kılan bir ölçüsüzlük ve hadsizlikte tecelli eder.

Güce dayalı amaçlar peşinde her yolu mübah gören algıya dayalı devletler sömürgeci yapısı ile öne çıkmıştır. Çünkü bu yapının ayakta kalmasının tek yolu budur. Bu amaçla kendi toplumundan bir ulus yaratıp onu kendisine paydaş yaparak işe başlar ve gücüyle elde ettiklerini onunla paylaşmaya dayalı bir toplumsal rıza edinimi ile hareket eder. Böylece o devletin toplumunun refah beklentisi onun daha çok sömürüsüne meşruiyet kazandırır ve sömürüyü ivmeleyen bir mekanizmaya dönüşür. Bu tür devletlerin diğer devletlerle ilişkisi de kendi halkına uyguladığı yöntemle çok benzerdir.

Sömürgeci bir devlet, en ucuz ve zahmetsiz olan yöntemle başlayarak amaca ulaşıncaya kadar her yolu dener. En ucuz olanı ise ele geçirmek istediği devleti kendi kontrolüne almak için gözdağı vermek ve oradaki her şeyin kontrolünü ele geçirmektir. Bunu başarırsa o devletin devlet olma payesinin devamına izin verilir, hatta sadakatleri oranında refah düzeyi bunu kabul etmeyenleri imrendirecek boyutlara getirilebilir. Ele geçirilmiş bu yapı her ne kadar devlet olarak adlandırılsa da aslında söz konusu olan, maksimum verimi almak için efendinin her şeyi ile sahip olduğu bir çiftlikten başka bir şey değildir. Böyle çiftliklerin iç ilişkileri efendinin buyruğuna amade devlet başkanı sıfatı taşıyan kahyalar eliyle yürütülür. Dış ilişkilerinde de asıl amaçları ödüllendirilme hevesi ile cüretkarlıkla öne çıkar. Bu cüretkarlığın motivasyonu ise gücüne hayran olduğu efendisidir elbette. Bu yapılara atfedilen egemenlik, öncelikle kendi halkı üzerinde onları sömürü iradesine geçit verecek şekilde ehlileştirmek, dışarıda ise yine efendilerinin elini güçlendirecek kamuoyu oluşturmada bir sayı teşkil etmektir.

Devlet dizaynı

Adı her ne kadar devlet olsa da devlet vasfına ulaşamamış devlet dizaynı emperyalizmin en ehemmiyet verdiği meseledir. Sömürünün en ucuz ve zahmetsiz yolu olan bu yöntem için hedef seçilen ülke itaate zorlanır. Gerek terör örgütleri aracılığıyla gerek darbe teşebbüsleri veya ekonomik-bürokratik saldırılar gerekse başka bir ele geçirilmiş devlet üzerinden savaş tehditleri ile. Burada amaç milletin hakimiyet bilinciyle işleyen devlet yönetimi mekanizmasını etkisiz hale getirip, ele geçirilen devlet ile sömürgeciler lehine milleti yönetme arzusudur. Türkiye'nin uzun bir dönemi maalesef bu saldırılarla heba edildi. Son yıllarda basitten zora doğru her yöntemin denenmesine rağmen başarı elde edilememiş olması karşısında son günlerde diğer piyonlara ek olarak Yunanistan üzerinden bir hamle denemesi gerçekleşiyor. Bir toprak faklı içeriklere sahip anlamlarla ifade edilebilir. Bu içeriklerin en güçlüsü, o toprağın vatan olarak adlandırmasıdır. Çünkü vatan orayı vatan yapanların değerlerini o toprakla buluşturup değer üretmeye başladığında ve o değerler için her şeyini ortaya koyabildiğinde vatandır. Bu anlamda vatan milletin evidir ve o evi, değerleri ve emeği ile inşa edip orada yaşayan millet ise ailedir. Bu aileyi aile yapan değerler sistemi, o milletin yaşamsallığı ile cari olan ahlakın merkezde olduğu bir sistemdir. Hak algısının yaşamsallığa dönüştüğü bu sistem herhangi bir öğretiye gerek kalmaksızın o milletin karakterini ifade eder. Kararlı ve tutarlı davranışlar olarak ortaya çıkan bu karakter, bir toplumun uyum içerisinde yaşamasını mümkün kılan toplumsal düzen kurallarını ifade eder. Bu yönüyle toplumsal yaşam ahlaki bir ortamdır. Çünkü o ortamın yaşamsal normalleri o toplumun ahlaki sınırları içinde gerçekleşir. Toplumsal düzenin temel kodları ile bir toplumun vatan kıldığı ortamın kodları aynı değerlere dayanır. Bu değerler ile millet olmayı başarmış bir toplum bu alanın yaşamsallığını korumak için hukuk ile devleti inşa eder.

Devletin ahlakiliği

Bu açıdan bakıldığında devlet dolaylı olarak ahlaki bir varlıktır. Çünkü ahlak, bir milletin doğal yaşamsal alandır ve devletin inşa edildiği hukukun amacı bu alanı korumaktır. Devletin öncelikli amacının güvenliği sağlamak olması, milletin güven ve düzen içinde yaşadığı bu ortamın korunması anlamına gelir. Ahlak ve hukuk ile bu kadar irtibatlı olan devletin amacı, onu inşa eden milletin bu değerler ile yaşamasını gerçekleştirmektir. Bu anlamda kurulmuş bir devlet, amaca ulaşmak için her yolu mubah görmek bir yana, böyle bir anlayışla mücadele eden bir varlıktır. Çünkü amaca ulaşmak için her yolu mübah saymak, çıkarlar için her türlü değerin, ahlakın ve hukukun çiğnenmesini meşru görmeye dayanan bir inanç sistemine dönüşür. Bu durum neredeyse devlet dini denilebilecek boyutlara vararak kendisini milli çıkarlar ifadesinin arkasında gizleyerek meşru göstermeye çalışan bir sisteme dönüşmüş olur. Günümüz devletler arenasında öne çıkan motivasyon budur. Oysa milli çıkar kavramı o milleti millet kılan değerlerle örtüştüğünde o millet için bir çıkar ve menfaattir.

Tüm bu yorumlarla ahlakın fay hatlarında ortaya çıkan hukuk ile kurulmuş olan devletin ahlaki bir varlık olduğunu, hukukun da bu ahlaki ortamı(yaşamsal alanı) korumak ve cari kılmak amacıyla devlet olarak teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. Elbette bu devlet kendisini inşa edenin bir millet olmasıyla kurulmuş gerçek devlettir. Bugünün küresel boyuta varan sorunları, millet hakimiyetinden yoksun devlet egemenliğinin hegemonik güce dönüşmesiyle somutlaşmış sömürgeciliğin emperyalist bir sisteme dönüşerek meşruiyet dayatmasından kaynaklanıyor. Böyle bir hegemonyanın insani olana imkan vermeyen sistemi karşısında, ekonomik ve silahlı güçten çok hakimiyet bilincinin ahlaki ilkeleri ile hareket eden bir devlet politikasına ihtiyaç elzem görünüyor. Böyle bir duruş sadece o devletin içinde değil aynı sorunla muhatap dünya halklarının da dili olacaktır. Bu bağlamda geleceğin öne çıkacak devletleri ancak bu hassasiyete sahip devletler olacaktır. Sömürgecilik gibi bir problemin muhatabı olan, dünyanın büyük bir bölümünün aynı sorunu ortak bir dille ifade etmesi ile oluşacak milletlerarası söylem bu zeminde bir kamuoyuna dönüştüğünde sömürgeci iradenin geçit bulması da mümkün olmayacaktır. Onlar da bu gücün farkında olarak böyle bir kamuoyu oluşmaması için her ülkenin kendi içinde ve bölgesel boyutta suni ayrışmalar üretiyor. Emperyalizm ile mücadelenin en büyük gücü böyle küresel bir kamuoyu oluşturabilmekten geçiyor. Bu da ancak sömürüye maruz halkların arkasında durabileceği hakkın hakimiyetini esas alan bir devlet politikası ile gerçekleşebilir. Sonuç olarak Türkiye'nin uzun zamandır her yönden maruz kaldığı saldırılar böyle bir çıkışı yapmaya aday en uygun potansiyeli barındırmasına dayanıyor.

[email protected]