Devlet, şiddet ve public education sloganları

HÜSNÜ YAVUZ AYTEKİN
3.01.2020

Bir antichrist modeli olarak –kimler eliyle beslenilip geliştirildiği pekala bilindiği halde dillendirilmeyen- uluslararası terör örgütleri son derece elverişlidir. Onun karşısında Aydınlanma döneminden postmodern zamanlara varana değin Avrupa medeniyetinin ürettiği tüm değerlerin Ortadoğu distribütörü olarak melekleştirilen PKK/YPG vardır.


Devlet, şiddet ve public education sloganları

Avusturya’da geçirmiş olduğum on sene zarfında orta Avrupalı dostlarımızla dünyanın ve dünya siyasetinin ve Ortadoğu’nun genel gidişatına dair gerçekleştirdiğimiz fikir alışverişlerinde sezinlediğim, ancak adını şiddet ve iktidar meseleleriyle daha yakından ilgilenmeye başladıktan sonra koyabildiğim bir his zihnimi meşgul ediyordu. Kendi iç kamusal düzenini demokratik ve hukuki bir temele oturtmuş, gelişmiş bir toplumsal refah düzeyine ulaşmış ülkelerin dış politika dizaynında da şiddetten arınmış olduğuna duyulan aşırı bir güven duygusu söz konusuydu. Bu açık seçik cümlelerle ifade edilmemekte idi elbette. Ancak muhataplarımın bahsi geçen Avrupa devletlerinin dünya kamuoyundan çok da gizli kapaklı olmayan bir takım siyasi cinayet, terör örgütlerine eğitim ve dorudan/gizli silah desteği verme gibi faaliyetlerini duydukları zaman gösterdikleri doğal şaşkınlık bu düşüncelerini ele vermekteydi. Bu samimi bir güvendi şüphesiz, özellikle ikinci dünya savaşı sonrası –özellikle Almanya’da ve Avusturya’da- inşa edilen yeni toplum düzeninde yetişen akademisyen nesiller devlet ile çok sıkı bir özdeşlik kurmuyorlardı, yani duydukları şaşkınlık bir kusuru gizleme çabasından kaynaklanmamaktaydı.

Akademik körlük

Bununla birlikte söz konusu devletlerin Kuzey Irak’taki faaliyetleri, Suriye meselesinde terör örgütlerine doğrudan silah yardımı ve eğitim desteği sağlayarak doğrudan taraf olmaları gibi sarahaten bilinen meseleleri şaşkınlıkla karşılamış olmaları bugün aklıma şu soruyu getirmektedir: Noel pazarlarında sakin sakin sıcak şarap içen insanların vatandaşı oldukları ülkelerin koca koca beton binaları çocukların üstüne yıkamayacağına, vekalet savaşlarında terör örgütlerini modern silahlarla teçhiz edemeyeceğine yönelik bu güçlü güven nereden gelmektedir?

İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan restorasyon dönemi söz konusu ülkelerin siyasetini olduğu kadar akademik camiasını da temelden dönüştürdü. Ülkelerinin şiddet konusundaki sterilliğine inanan insanlar restorasyon sürecinde geçmiştekinden farklı ilkeler etrafında yeniden örgütlenen bir toplumun içinden çıkmıştı. Bu ülkelerin kendi kamuoyunda restorasyon sürecinin başarıyla tamamlandığına ve sürecin artık militan demokrasi yoluyla rayına oturtulmuş olduğuna dair var olan kanaat, bu ülkenin bir daha demokratik hukuk devleti çizgisinin sınırları dışına çıkmayacağına yönelik sınırsız güveni beslemektedir. Bu kabul günümüzde enteresan bir akademik körlüğe neden olmaktadır. Bu körlüğün tesirlerini siyaset bilimi alanında doktora yapmış şahıslarda bile sıklıkla gözlemlemek mümkündür. Mesela Almanya’nın yurtdışı operasyonları, kitlesel provokasyonları, terör örgütlerine dolaylı yolla silah yardımları gündeme geldiğinde sanki bir üçüncü dünya ülkesinin ücra bir köşesinde gerçekleşmiş ve daha önce duyulmamış bir olaydan bahsedilmiş gibi gözler fal taşı gibi açılmaktadır. Bu tavır “benim de kulağıma çalında ama tüm denge unsurlarının girift hale geldiği bu dünyada bu mesele siyasi bilinçaltımın işime gelmiyor“ şeklinde bir denkleme oturtulabilecek türden bir yaklaşım değil. Zira yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi kimliğini devlet ile çok fazla özdeşleştirmiş bir kuşak –tüm emellerini devletin siyasi programına endekslemiş bir grubu hariçte tutarsak- değildir söz konusu olan. Dolayısıyla “işime gelmiyor“ tarzı yorumların olabileceğine ihtimal vermekte zorlanıyoruz.

İçeride çoğulcu ve demokratik bir temelde örgütlenmiş ülkelerin müdahil olduğu şiddet olayları ezkaza ortaya çıktığı durumlarda bahsi geçen sterilliğe duyulan itimadın sarsılmaması için durumun realist bir okumasını yapmayı tercih etmek yerine muhtelif meşruiyet kazandırma mekanizmaları devreye girmektedir. Bunlardan bir tanesi –özellikle iç siyasette- cinayet, yaralama ve benzeri şiddet olaylarını marjinal ve radikal gruplara mal ederek vahim olaylara bir “istisnailik” atfetmektir. Dehşetengiz olaylar belirli aralıklarla sürekli vuku bulsalar da bu istisnailik etiketi ortadan kalkmamaktadır. Sorumluluk evin kötü çocuğuna yüklenip mesele zihinlerde halledilmektedir. Oysa rasyonel düşünce bize şeffaf örgütlenmiş ve kurumları birbiriyle uyumlu çalışan, gelişmiş devlet aygıtlarına sahip ülkelerde devletlerin radikal grupların aldığı her nefesten dahi haberi olduğunu söyler.

Antichrist modeli

İkinci bir meşruiyet mekanizması ise –bu daha ziyade dış siyasetle alakalı meselelerde gündeme gelmektedir- bir güruhun şeytanlaştırılması ve/veya melekleştirilmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Elbette bu durumda da her türlü rasyonel düşünce ve uluslararası hukuk ilkeleri devre dışı bırakılmaktadır. Mesela bir antichrist modeli olarak –kimler eliyle beslenilip geliştirildiği devletleri yöneten dar kadrolar tarafından pekala bilindiği halde dillendirilmeyen- uluslararası terör örgütleri son derece elverişlidir. Onun karşısında Aydınlanma döneminden postmodern zamanlara varana değin Avrupa medeniyetinin ürettiği tüm değerlerin Ortadoğu distribütörü olarak melekleştirilen PKK/YPG. Elbette bu işi kotaranlar nabza göre şerbet vermesini iyi bilmektedirler, çocuk yaştaki kızların zorla militan hale getirilmiş olmalarını zerre kadar umursamadan feminizm kartını oynayarak YPG belgeselleri dolanıma sokulmaktadır. Otuz sene buyunca katledilmiş onlarca insan Almanya yahut Fransa vatandaşı olmadığına göre çetelesini tutmaya çok da gerek yoktur. Elbette meselelerin konuşulduğu jargon da konuya mutabık bir temele oturtulmaktadır. Burada bir parantez açarak asker ölümleri ile sivil ölümleri arasında yapılan manasız ayrımın –bu maalesef viral biçimde Türk medyasının da politik lehçesine sinmiştir- altını çizme zorunluluğu hasıl olmaktadır.

Terör örgütlerinin ve destekçilerinin baktığı noktadan asker ve sivil ölümleri farklı manalar ifade edebilir. Bunun sorgusuzca taklit edilmesi idrak tutulmasından başka bir şeyle açıklanamaz. Terör örgütleri için insan ölümleri kan, kemik ve çığlık anlamına gelmez, kuru bir takım sayısal verilerden ibarettir. Asker ve polis hayatları –her ne kadar başkaları için ölmeyi göze almış olsalar bile/ya da belki de tam olarak bu sebepten- daha değersiz hayatlar değildir. Bu meseleden bahsedilirken genellikle sorumluluğun derecesini arttırmak için –yani iyi niyetle- sivil ölümleri ön plana çıkartılsa bile bu tutum son tahlilde terör örgütlerinin diskuruna verilmiş bir desteğe dönüşmektedir. Esasen vurgulanmak istenen şey, sivilin ölümünün sıra dışı ve çok kötü bir şey olduğu iken, karşıt kavramı ile bu anlatı asker ve polisin ölümünün sıradan ve az kötü bir şey olduğu şeklinde algılanır hale geliyor. Bu da topraklarında kırk yıla yakındır sürekli terör saldırılarının yaşanmadığı Avrupa’da üniformalıların hedef haline gelmesinin aslında içimizden insanların hedef haline gelmesi anlamına geldiğinin unutulmasına yol açıyor. Bu sebeple PKK terörünü üniformalılara yöneltilmiş saldırılar olarak normalleştiren bir anlatı o dünyanın akademik nesillerinden kolaylıkla sadır olabilmektedir. Doğrudan bastırılması muhtemel terörü alttan alta destekleyerek, şiddetin süresinin uzamasına ve daha fazla sayıda insanın şiddetten etkilenmesine neden oluyor olmak bu bakımdan bu insanlar açısından rahatsız edici de değildir.

‘Biz dersimizi aldık’

Özetlememiz gerekirse mevzuubahis “medeni dünya”nın en büyük siyasal başarılarından birisi iç politika alanında çok başarılı, katılımcı ve çoğulcu bir atmosfer meydana getirmiş olmasıdır. Bu başarılı dönüşüm ilginç bir biçimde yukarıda resmini çizmeye çalıştığımız körlüğü kuvvetlendiren bir şey haline gelebildi. Politika için dizayn edilen, yani ilkokuldan başlayarak eğitim yoluyla şekillendirilmiş bir toplum olarak orta Avrupa toplumu, geçmişin suçunu günahını yüklenmiş bir bilinçle yetiştirilmiş –bilhassa Almanya örneğinde- bireylerden oluşan bir toplum olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla “Biz kendi tarihimizden dersimizi aldık“ söylemi hala cari bir söylem. Bu söylem doğal olarak “Biz o hataları elbette tekrar etmiyoruz, zira ders aldık“ şeklinde okunuyor. Ancak akademik dünyada kendisine yer etmiş insanların böyle bir mazereti olması ve bu kabulün akademik çevrelerde de çok kolay şekilde yayılmış olması hayret edilecek ve kabul edilmeyecek bir şeydir. Zira bir insanın önüne çıkan engelleri kendi müktesebatıyla aşması beklenir ve süper modernite çağında yaşayan bir akademisyen buna yönelik zengin bir donanıma sahip olmalıdır. Buna karşın söz konusu entelektüellerin de vatandaşı oldukları devletler ile şiddet arasındaki ilişkiye restorasyon döneminde vazedilmiş public education sloganları ile yaklaşması bizler açısından sorgulanması gereken şeydir. Dolayısıyla “Böyle yetiştirildik, bu şekilde endoktrine edildik“ gibi bir mazeret kabul edilemez.

@hyavuzaytekin81