Devletin açısından da bakabilmek

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
15.02.2020

Soldan sağa, ideolojik yelpazede devleti eleştirmek moda olsa da entelektüelin devletin açısından da bakabilmesi gerekir. Eğer bir toplumsal hareket insanın temel hak ve özgürlükleriyle ilgili bir takım değerlerden hareketle yola çıktığını söyleyip, kendisi şiddet yoluyla iktidarı yıkmaya ve iktidarın yerini almaya yelteniyorsa devletin bunu bastırmasından doğal ne olabilir?


Devletin açısından da bakabilmek

Türkiye’de akademikler ve entelektüeller tarafından devlete karşı yaygın tutum “eleştirel” olmaktır. Solcusundan liberaline ve muhafazakarına devlet meselesi söz konusu olduğunda menfi yaklaşımlarla, ılımlı ve radikal eleştirilerle sıkça karşılaşırız. Bunun en önemli sebepleri arasında devletin uzun yıllar halkının temel hak ve hürriyetlerini ihlal eder şekilde davranması, bireylerin kamusal alandaki varlığına zaman zaman tecavüz etmesi, devlet olarak yerine getirmesi gereken sorumlulukları tam olarak yerine getirmemesi, ekonomiye ve özel hayata kadar müdahale eden kadir-i mutlaklığı sayılabilir. Ülkemiz tarihi cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu türden devlet ihmalleri ile doludur ve haklı olarak devlet her yönüyle eleştirilebilir. Bununla birlikte bugün devlet karşıtı olmak entelektüeller arasında moda bir düşünce haline de gelmiş bulunmakta. Sol, devletsizliği tahayyül ederken liberaller minimal devleti savunmakta, muhafazakarlar ise devletin sekülarist politiklarına karşı çıkmaktalar. Hatta uzun yıllar devleti temsil ettiği düşünülen ve kendilerini böyle lanse eden CHP ve Kemalist kesimler bugün HDP ile işbirliği yaparak devletin sınır ötesi operasyonlarından çeşitli politikalarına kadar pek çok şeyi eleştirmekte beis görmüyorlar. Sol ya da sözde sol ülkemizde devlete dair eleştirisini genelde politika dışı ahlaki nedenlere dayandırdığını, mazlumların, ezilen ve baskı altına alınan insanların, halkın sesi olduğu iddiasıyla birlikte dillendirir. Halbuki “bir şeyin siyasi olmadığı hakkında verilen karar kimin verdiği ve hangi gerekçelere büründüğünden bağımsız olarak daima siyasi bir karardır” diyor ünlü Alman politolog Carl Schmitt. (Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, Dost Yayınları, Ankara, 2002, s. 10)

Türkiye ulus devlet mi?

Gelin bir de madalyonun öbür yüzünden, yani devlet açısından bakalım. Türkiye elitler tarafından bir ulus devlet sayılıyor ama gerçekten öyle mi? İmparatorluk bakiyesi halkların farklılıklarıyla bir arada yaşamalarının yanında sınır ötesi imparatorluk bakiyesi halklar sınırlarımıza akın ederken belli bir kimlik altında homojen bir kitleden müteşekkil bir ulus devlet olduğumuzu söylemek olsa olsa tarih, siyaset ve sosyoloji bilmemek anlamına gelir. Bu halklar sınırlarımıza akın ederken iki şey düşünüyorlar: güvenlik ve hayatta kalmak. Güçlü bir devletin yokluğunda, Hobbsiyen bir cehennemde ayakta kalınamayacağını bildikleri ve gördükleri için kendilerince güçlü gördükleri bir devletin sığınağı altına girmeye çalışıyorlar. “Bugün devletin kıymetini bilmiyoruz” diyor Joseph R. Strayer. “İsteklerinden yakınıyor, özel meselelerimiz olması gereken şeylerin üzerine elini gittikçe daha fazla uzattığından şikâyet ediyoruz; fakat onsuz bir hayatı hayal bile edemeyiz. Bugünün dünyasında bir insanın başına gelebilecek en kötü akıbet devletsiz olmaktır.” (Strayer Joseph R. Modern Devletin Kökenleri, Say Yayınları, İstanbul,1998, s.29) Strayer’e göre, devletsiz hiçbir şey yapamayız. Hiçbir hakkımız ve güvencemiz olmaz. Belki ailesiz, dinsiz ve meskensiz yaşayabiliriz ama devletsiz yaşamamız mümkün değildir.

Devlet nedir peki? Bilinen en ünlü tariflerden birisi Alman sosyolog Max Weber’e ait. Weber’e göre devlet “belirli bir coğrafya üzerinde fiziki şiddet kullanma tekelini meşru biçimde elinde bulunduran insan topluluğu” (Weber Max, Sosyoloji Yazıları) anlamına gelir. Devlet meşru şiddet kullanma yetkisine sahip olan aygıttır. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu buna sembolik şiddeti de ekler. Devlet başvurulacak en önemli otoritedir. Devletin ortaya çıkışı hakkında da çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Bunlardan birisi Avrupa’daki din savaşlarının devletin ortaya çıkışıyla sonuçlandığı tezidir. Buna göre uzun yıllar süren din ve mezhep savaşlarında çok sayıda insan ölmüş, büyük toplumsal zarara uğranmış ancak bir sonuca varılamamıştır. Neticede daha nesnel olduğu düşünülen bir yapının tarafsızlığında işlerin düzeleceği düşünülmüş ve devlet tarafsız bir yapı olarak ortaya çıkmış. Bir başka tez ise, monarşilerin merkezileşmesi neticesinde devletin ortaya çıktığı tezidir. Monarklar uzun yıllar süren savaşlar esnasında güçlerini daha da merkezileştirimişler, savaş ekonomisini yönetebilmek için sıkı bir vergi toplama ağı oluşturmuşlar, bu da bürokrasiyi meydana getirmiştir. Kralın hanedanlık bütçesini kendi bütçesinden ayırmasıyla birlikte vergi memurlarının etkin işleyişiyle devlet yapısı yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Söz konusu tezler arttırılabilir (Sosyal Bilimlerin güzelliği ya da kaosu). Strayer’e göre 18. Yüzyıl itibariyle devlet bir gereklilik haline gelir ve ilk Avrupa devletleri İngiltere ve Fransa’da şekillenmiştir. Daha sonra diğer ülkeler bu devletleri örnek almışlardır (halefleri tarafından oldukça eleştiriye tabi tutulmuş bir tez). Bugün de Strayer’i izleyerek doğu ülkeleri devletlerini şekillendirirken Batı’daki modern devletleri ayakta kalmak için model alıyorlar diyebiliriz. Biz de ayakta kalmak için Fransız devlet modelini kendimize örnek aldık. Devletin ortaya çıkışı hakkındaki başka bir tez de hanedanlıktan, yani bir aileden devlete doğru gelişmenin gerçekleştiği tezidir. Bu tez de diğer tezler kadar tartışmalıdır. Marksistler için ise devletin varlığı tarihsel değişim yasalarına göre ileride buharlaşacak, geçici bir hal idi. Marksistler için önemli olan ekonomiydi. Ekonomi her şeyi belirleyiciydi ve gelecek yeni düzende, dünyevi bir cenneti devletsiz olarak düşlüyorlardı. Halbuki netice, cennet değil, cehennem, Sovyetler Birliği’nde de gördüğümüz üzere üretim araçlarının bütününü tekelinde toplayan ve hiçbir şekilde insan hakları bildirgelerini imzalamayan ve tanımayan kadir-i mutlak, ceberrut devletti.

Devlet fikri kısmen yenidir fakat egemenlik fikri çok daha eskidir. Tarihi M.S. 1300’lere kadar gider. Egemenlikle ilgili en ilginç ifadelerden birisi ise daha çağdaş bir düşünür olan Carl Schmitt’e aittir: “Egemen olağan üstü hale karar verendir” (Schmitt, a.g.e, s.13) Ona göre olağan üstü hal durumunda egemenin kim olduğu belli olur. Ve her düzen bir karara dayanır. Schmitt ayrıca teoloji politik ilişkisini de gündeme getirerek modern devlet teorisinin bütün önemli kavramlarının dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söyler. Bu kavramlar ilahiyattan devlet teorisine aktarılmışlardır. (a.g.e, s.41) Görüldüğü üzere devleti ve onun ortaya çıkışını tarif etmek bile çok güç. Entelektüeller tarih boyunca birbirini reddeden tezler ileri sürmüşler.

Devletin direnme hakkı

Soldan sağa, ideolojik yelpazede devleti eleştirmek moda olsa da, entelektüelin devletin açısından da bakabilmesi gerekir. Eğer bir toplumsal hareket insanın temel hak ve özgürlükleriyle ilgili bir takım değerlerden hareketle yola çıktığını söyleyip, kendisi şiddet yoluyla iktidarı yıkmaya ve mevcut iktidarın yerini almaya yeltenen bir güç haline geliyorsa devletin bunu bastırmasından daha doğal ne olabilir? Devletin kendisini savunma hakkı var mıdır yok mudur? Kendi sınırları içerisinde devlet kurma hayali güden başka bir örgüte karşı (söz gelimi PKK) direnme hakkı yok mudur? Türkiye’deki temel meselelerden birisi muhalif hareketlerin de devlet olmak, devlet gibi olmak istemesidir. ‘Sivil’ bir protesto, şiddet içermeye başlayarak Başbakanlık ofisini ele geçirme hareketine kolaylıkla dönüşebilir. Liberallerin savunduğu serbest piyasa meselesine gelince devletin serbest piyasaya müdahale veya mümkün olduğunca müdahale etmemesi isteklerinde haklılar. Ancak serbest piyasanın olabilmesi yine devletin varlığına bağlıdır çünkü devlet serbest piyasanın rahatlıkla işleyebileceği bir hukuk düzenini yaratmak zorundadır. Adil bir hukuk sistemi olmadığında serbest piyasa dediğimiz şey, çalma, hırsızlık, suistimal olaylarına açık hale gelir. Bununla ilgili güzel bir anekdotu kendisi de liberal çevreden sayılan düşünür Karl Popper aktarıyor: “Eski çağlarda Akdeniz piyasalarında neler olup bittiği hakkında çoğumuzun bir fikri vardır. Fenike’den Atina’ya gemiler gelirmiş ve insanlar burada alışveriş yaparlarmış. Ama Fenikeliler bazı Yunan çocukları beraberlerinde ülkelerine götürünce alışveriş o noktada son bulmuş. Doğal olarak Fenikeliler bir daha Atina’ya gitmeye cesaret edememişler. Ne söylemeye çalıştığımı anlıyorsunuz değil mi? Fenikeliler hırsızlık yapmışlar ve çaldıkları şey insanmış. Bu olay istikrarlı bir piyasanın oluşmasını engellemiş. Serbest piyasanın hayat bulması ancak hukuki sistemin tesis edilmesiyle mümkündür. Alışveriş yapmakla hırsızlık yapmak arasında bir fark olmak zorundadır.” (Popper Karl, Bu Yüzyılın Dersi, Serbest Kitaplar, İstanbul, 2019, s.51-52)

Güçlü ama sınırlı

Bu durumda ‘güçlü ama sınırlı bir devlet’ mottomuz olabilir. Devletimiz güçlü olmak zorunda çünkü uluslararası askeri dengeler bunu gerektiriyor. Bosna’da kardeşlerimiz ölürken korkak olduğumuz için mi onlara yardım edemedik yoksa güçlü bir devletimiz olmadığı için mi? Suriye’de neden yeteri kadar etkin olamıyoruz? Askeri dengeler için güçlü bir devlet ve güçlü bir ordu şarttır. Kant’ın “ebedi barış”ının hayli uzağında bir dünya sistemi içinde yaşıyoruz. Almanya’daki Türklerin rahat yaşayabilmesi bizim güçlü bir devlet olmamıza bağlı. Savaşa karşı Barış ilkesini ileri sürmek isterdim ama dünya ahvali buna izin vermiyor. Savaşa karşı Savaş! Barışı yalnızca silahlarla tesis edebilir ya da destekleyebilirsiniz. Bizim için önemli olan devlete radikal karşıtlık değil, Popper’ın da söylediği gibi, hükümetin kan dökülmeden iktidardan indirilmesini sağlamanın koşullarını yaratmaktır. Yeniden seçimlerin yapılabilmesi. Oy vererek iktidarı değiştirebilme. Bu koşullar da yalnızca güçlü bir devletin varlığında yaratılabilir. Güçsüz bir devlet, şiddet yoluyla iktidar olmak isteyenlerin en gözde hedefidir. Ve şiddet yoluyla iktidar olmanın sonu yoktur; iktidara şiddetle geldiğinizde şiddetle tekrar yıkılırsınız…

Diktatörlük tartışmanın zıddıdır. Elbette devleti tartışabiliriz. Ancak bu özgürlüğü kullanırken suiistimali de hesaba katmak gerekir. Eğer bu özgürlüğü bir ayaklanmayı kışkırtmak üzere kullanıyorsak özgürlüğe dair hakkımızı suiistimal ediyor olabiliriz. “Şiddetin olduğu yerde söz olmaz” der Hannah Arendt. Tartışma da olamaz. Tartışmanın gerekli koşullarını (güvenlik, kamusal alan, iletişim organlarının serbestliği vb) sağlayacak olan da yine devlettir. Popper’in söylediği gibi, “devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız var.” Yine bir araba laf ettim ama bu sefer bir neticeye varmak istiyorum: Devlete karşı olma (bugün bu seçimle gelmiş mevcut iktidara karşıt olmaya dönüşmüş durumda) modasından bir an önce kurtulup hakiki eleştiriler yapmanın vakti geldi de geçiyor bile. Devlet gücünün gerekliliğini kabul edip bunu hangi ilkelerle sınırlayacağımızı konuşmakla işe başlayabiliriz.

[email protected]