Devlet-tarikat çatışması ve mücadelenin güçlükleri

Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Işık / Hitit Üniv. Öğr. Üyesi
17.12.2016

Tarikatın devlete ve topluma sızmış olmasından kaynaklanan güçlüklerin en önemlisi, bir tarikata karşı yapılacak olan mücadelenin siyasi, idari ve askeri kadrolarca yürütülmesi zorunluluğuna karşın buralara sızan müritlerin söz konusu politikaların uygulanmasını zorlaştırması, sulandırması veya tümden baltalamasıdır.


Devlet-tarikat çatışması ve mücadelenin güçlükleri

 

S

 

on günlerde FETÖ yapılanmasının tarihi ve sosyolojik olarak analizini yapmak için verilen uğraşlar genellikle cumhuriyet tarihi kadar derinlik kazanabilmekte, devlet-dini zümreler ilişkilerinin maziden kalan büyük bakiyesi içerisinde yer alan tecrübeler çoğunlukla dikkate alınmamaktadır. Oysaki daha 13. asırdan beri devlet ile tarikat aynı zaman, mekân ve toplumsal zemin üzerinde yükselmelerine rağmen inanç ve zihin dünyaları, örgütlenme biçimlerindeki farklılıklardan dolayı yer yer problemli ilişkiler yaşayagelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. asır ortalarından itibaren giderek merkezî bir örgüte ve ideolojiye bürünmesiyle de bu sorunlar ve çatışmalar daha sistematik bir durum arz etmiştir. Nitekim zaman zaman tarikat şeyhlerine yapılan “kendi umuruyla meşgul olmak”uyarısı tekke duvarlarını aşmamaları, devlet işlerine karışmamaları, taraftar toplamak konusunda ihtiraslı davranmamaları, yani hem kendi misyon alanında kalmaları hem de belli bir güç eşiğini geçmemeleri anlamına gelmiştir. Ancak tarikatlar zaman zaman ya devletin içinde bulunduğu kaotik ortamdan ve merkezi otoriteden uzakta bulunmanın verdiği avantajlardan yararlanarak ya da içinde bulundukları dinî, mistik yorumların cezbediciliğine kapılarak devletle karşı karşıya gelmişlerdir.

Bu türden devlet-tarikat çatışmasına verilebilecek ilk örnek şüphesiz Babai isyanıdır(1240). Bir taraftan Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya akan konar-göçer Türkmen yığınlarının sosyo-ekonomik ve psikolojik güç durumları diğer yandan Selçuklu idarecilerinin bu dönemdeki kötü yönetimi, göçerler ve köylülerin yaşam şartlarını zorlaştırmıştı. İşte Baba İlyas-ı Horasani bu kaotik ortamda kendi halinde, meczup bir çoban olarak geldiği Amasya’nın İlyas (Çat) köyünde, Resul iddiasına kadar varacak olan dini, siyasi karizmatik bir lidere dönüşmüştür. İsyan, tarikatın yol ve erkânını Suriye’de yayan Baba İshak etrafında toplanan muhalif çevrelerin kıyamıyla başlamıştır. Türkmenler bir ahir zaman kurtarıcısı olarak kendilerine sunulan Baba İlyas etrafında kenetlenerek içinde bulundukları ağır siyasi, toplumsal ve ekonomik bunalımdan bir iktidar değişikliği sayesinde çıkacaklarına kesin olarak inandırılmışlardır. Ayaklanma, Baba İlyas ve halifesi Baba İshak’ın öldürülmesi ve Malya ovasında binlerce Türkmen’in katledilmesiyle sonuçlanan bir iç savaşla ancak bastırılabilmiştir. Babai inanç ve zihin dünyası ise kıyımdan kurtulmayı başaran halifeleri ve müritlerince yaşatılmaya devam etmiştir.

Postu, tahta dönüştü

Bu tür isyanlardan birisi de Osmanlı Fetret Devri’nin sistemde boşluklar yaratan arızî bakiyesi üzerinde çıkan Şeyh Bedreddin hadisesidir. Bir âlim olan Bedreddin, Mısır’da meşâyihten Hüseyin Ahlati ile tanışınca sûfîliğe meyletmiştir. Böylece inanç ve zihin dünyasında köklü değişiklikler yaşadığı anlaşılan Şeyh, Halep, Karaman, Germiyan, Ege ve Sakız adası ve Rumeli’yi gezerek Türkmenlerle, bazı yerli Hıristiyan topluluklarla temasa geçerek düşünce ve inançlarını yaymıştır. Musa Çelebi’nin kazaskerliği sırasından onun siyasi ve askeri bürokrasisiyle de irtibat sağlayan Şeyh’in, Musa Çelebi’nin yapamadığını yaparak, Çelebi Mehmet’i tahttan indirmek amacıyla isyan ettiği bunu da hayatıyla ödediği kaydedilmiştir. Ancak şeyhin takipçileri “Bedreddinîler” asırlar boyu varlığını sürdürmeyi başarmıştır.

Osmanlı tarihinde siyasi ve toplumsal olduğu kadar dini ve ideolojik farklılıkları da içinde taşıyan devlet-tarikat çatışmalarına verilebilecek en önemli örnek şüphesiz Safevî (Erdebili) tarikatı ile yaşanan tarihi mücadeledir. II. Murat, inancı ve kudretinin bir göstergesi olarak diğer tekkeler gibi Erdebili tekkesine de çerağ akçesi adı altında ihsanlarda bulunmuş ancak Şeyh Cüneyt’in devletten toprak talebi üzerine Vezir Halil Paşa’nın “Bir tahtta iki padişah oturmaz” telkiniyle uyanmıştır. Nitekim Cüneyd’in makas değiştirerek Şiîliğe doğru kayması ardından torunları, bütün tarikat ıstalahlarını seferber ederek başta göçer Türkmenler olmak üzere büyük kitleleri tekke etrafında toplamak suretiyle siyasî, askerî ve ekonomik bir güce dönüştürmeyi başarmışlardır. Nihayet Şeyh İsmail oturduğu postu tahta, devraldığı tekkeyi devlete sıçratmayı başarmıştır. Safevî şeyhleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi mücadelesi sadece bu iki devleti, toplumu değil İslam coğrafyasının büyük bir kısmını günümüze kadar etkileyecek derin dini, mezhebi, siyasî ve ideolojik sonuçlar doğurmuştur.

Safevîler gibi siyasi hedefleri olmamakla birlikte ulema ile ontolojik ve epistemolojik bakımdan derin görüş ayrılıkları olan, bu nedenle de resmi ideoloji tarafından bir tehdit olarak algılanan Bayrâmî Melâmileriyle de ciddi çatışmalar yaşanmıştır. Devletin merkezi teşkilatının olgunlaştığı, Sünnî İslam’ın İmparatorluğun resmi ideolojisi ile iç içe geçtiği, günah ile suçun özdeşleştiği bir dönemde bu tarikatın, şeriata muhalif inanç ve düşünceleri dini olduğu kadar da siyasallaştırılan bir terminoloji ile zındık, mülhid, rafızî, şeklinde etiketlenerek ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. “Kutup-Mehdi”gibi Bayramî Melamî şeyhlerini bir taraftan otomatik olarak dünyevi hamleler yapabilme kabiliyeti olan karizmatik bir lidere sıçratan inançları diğer taraftan da kutup şeyhlerin özellikle kırsal alanda gezerek avam arasında büyük kitlelere ulaşmaları devlet açısından bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu sebeple Oğlan Şeyh İsmail Maşuki,  Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa gibi Bayramî Melamî kutupları kovuşturmalara ve kıyımlara uğramışlardır. Bunlardan Oğlan Şeyh İsmail Maşuki ve müritlerinin idam tehdidine rağmen tevbe etmeyi reddederek inandıkları akidelerden vazgeçmeyen cezbeli tutumları devleti, uzun süre tedirgin etmiş İstanbul çevresinde siyasi idarenin gözetimi uzun süre devam etmiştir.

Osmanlı, 19. asra eski gücünden bir hayli uzaklaşarak girmiştir. Devletin karşılaştığı askeri yenilgiler siyasi ve içtimai güçlükler, geleneksel kurumların yenilenmesini ya da kökten kaldırılmasını yani reformu zorunlu kıldığında daha devletin kuruluş evresinden beri birbiriyle ilişkilendirilen Bektaşi-Yeniçeri sarmalı muhalif bir güç olarak III. Selim’in karşısına dikilmiş, nihayetinde bu çatışma sultanın canına mâl olmuştur. Ocak-tarikat sarmalı, bir taraftan ordunun hiyerarşik düzenini, disiplinini alt üst ederken öbür yandan da ürettiği büyük güç ve nüfuz sayesinde bürokrasiyi ve toplumu arkasında tutmayı başarmıştır. II. Mahmut, bütün riskleri göze alarak ocağı bir iç çatışma ile lağvederken onu yoldan çıkarmakla, devlete ideolojik ve ontolojik olarak muhalefet etmekle suçlanan Bektaşîliği ise radikal hamlelerle yasaklamıştır. Ancak zahiri bir teşkilat olan yeniçeriliğin tasfiyesi mümkün olurken bâtıni bir karakter taşıyan Osmanlı devlet ve toplumunda geniş ağları olan Bektaşîliğin tasfiyesi mümkün olamamıştır. Hatta devlet fiili müdahaleler yanında “Tarikata karşı tarikat/Bektaşiliğe karşı özellikle Nakşîlik”ve birtakım eğitim, kültür politikalarını devreye sokmuşsa da istediği başarıyı sağlayamamıştır.

Devlet, Bektaşîliğin tasfiyesinden iki yıl sonra bu kez öteden beri resmî İslam ile uyumlu görünen Nakşî Halidîlerle karşı karşıya gelmiştir. Taraflar Sünnî olsalar bile dinî yorumlama ve güncel hayatta uygulama hususlarında anlaşamamış, böylece ideolojik temelli bir çatışma çıkmış, ocak-tarikat sarmalıyla mücadele esnasında devletin yakın durduğu bu zümre, bu kez kovuşturma ve sürgünlere muhatap olmuştur.

Devlet-tarikat çatışmasında karşılaşılan güçlükler şöyle özetlenebilir:

1-Tarikatın devlet hiyerarşisini kesmesinden kaynaklanan güçlüklerin başında müritler tarafından tarikata aidiyetin, şeyhe bağlılığın devlete, sultana olandan daha öncelikli ve önemli görülmesi gelir. Başka bir deyişle devlete aidiyetin dünyevi tarikata bağlılığın ise çok daha güçlü bâtıni motivasyon araçlarına dayanmasıdır. Bu bağlamda özellikle problemli dönemlerde tarikat hiyerarşisi devletin örgütlü yapısı içerisindeki ast üst ilişkisini keserek, devre dışı bırakmıştır. Meselâ özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren yer yer Yeniçeri askerilerinden bazı gruplar üstlerini aşarak devlete, müntesibi bulundukları Bektaşî babası ile ilgili maddeler de içeren şartlar ileri sürmüşlerdir. Meşhur Kuleli Vakası’nda (1859) da Nakşi Şeyh Ahmet ile bazı subayların ve müderrislerin gizli toplantılar yaptıkları ve bir darbe için hazırlandıkları anlaşılmıştır ki burada da memur ve askerlerin şeyhin emrine uymak suretiyle emir komuta zincirinden koptukları görülmektedir.

Sızan müritler

2- Tarikatın devlete ve topluma bütün sızmış olmasından kaynaklanan güçlüklerin en önemlisi, bir tarikata karşı yapılacak olan mücadelenin siyasi, idari ve askeri kadrolarca yürütülmesi zorunluluğuna karşın buralara sızan müritlerin söz konusu politikaların uygulanmasını zorlaştırması, sulandırması veya tümden baltalamasıdır. Nitekim II. Mahmut Bektaşiliğin yasaklanması ve tarikatın önde gelenlerinin tutuklanması emirlerine karşın bürokrasideki isteksizliği görerek “Tarîk-i Bektaşîyyeden der saadette pek çok nüfus olduğu malum iken şimdiye kadar tard u def olanları pek cüz’iyyât makulesidir.”diyerek bu durumu açıkça sorumluların yüzüne vurmuş ve onlara ihmal etmeksizin, gevşetmeden mücadele etmeleri emrini yenilemiştir (1826).

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da -yaklaşık iki asır sonra- TBMM’deki bir konuşmasında (8 Temmuz 2014) Paralel Yapı ile mücadelede üzerine düşeni yapmayan siyaset ve bürokrasi dünyasına karşı benzer çaresizlik durumunu şöyle ifade etmiştir:“Üzülerek ifade etmeliyim ki içimizde de hala bu yapıya karşı gerekli tepkiyi koymayanlar var. Kimi belediyelerde, kurumlarda, bakanlıklarda cesaretle bu işin üzerine gidilmediğini görüyorum… Milletim kimin tepkisiz, sessiz kaldığını; kafasını kuma gömerek, göz yumarak, ihanete ortak olduğunu görüyor. Bu ihanet şebekesine karşı sessiz, tepkisiz kalanlar, müsamaha gösterenler bilsinler ki biz de milletimiz de not ettik.”

Diğer taraftan tarikatın güçlü toplumsal ağları da mücadele edilen tarikatın halife ve müritlerinin çok iyi bildikleri bu ağlar arasında


gizlenmelerine yol açmıştır.

Nüfuz çatışması

3-Mücadelenin siyasi, bürokratik bir nüfuz çatışmasına dönüşebilmesi de önemli bir sorundur. Siyasi ve idari kadrolarda muhalif olan kesimlerin bu mücadeleyi karşılıklı bir hesaplaşma ve tasfiye aracına dönüştürebildikleri de görülmektedir. Bektaşîlikle yürütülen mücadele esnasında Abdülkadir Bey, Şânîzâde Atâullah ve Ferruh Efendilerin sürgün hadiseleri tam da bu türden bir çatışmaya işaret etmektedir. Cevdet Paşa, “Hakikatte bu adamların Bektaşîlikle hiçbir ilgileri yoktu” derken Ferruh Efendi için Hekimbaşı Behçet Efendi’nin kıskançlığına kurban gittiğini kaydetmiştir. Hatta başka tarikatların müntesibi olan bazı sûfiler bile Bektaşî olmakla yaftalanarak sürgünlere maruz kalmıştır. Devlet, söz konusu sulandırma ve zulüm hadiselerinin artması üzerine sürece müdahale ederek Bektaşi olanların tamamının Rafızi, olmadığını, içlerinde iyi halli olanların bulunduğunu bu nedenle sorumluların insanlar hakkında tek tek ayrıntılı araştırmalar yapmak suretiyle karar vermelerini emretmiştir.

4- Bir diğer sorun müritlerin “nerede ve ne kadar” olduklarının bilinememesidir. Devlet, tarikatları şeyhlerin etrafında toplanan ihvan grubunun büyüklüğüne göre bir tehdit olarak algılamıştır. Yani tarikat zahiri, görünen kısmı üzerinden takip edilebilmiştir. Ancak kimler bu tarikatın müntesibidir, bunların ne kadarı mürit, halife derecesinde çekirdek kadroda olup şeyhe ölümüne bağlıdır, devletin bunları hiçbir zaman tam olarak bilemeyecek olması özellikle sorunlu zamanlarda ciddi kaygı ve korkulara yol açmıştır.

5- Devletin içine düştüğü zor zamanlarda mücadele sekteye uğrar. Devlet, zora düştüğü zamanlarda aşiret, tarikat gibi örgütlü yapılarla müzakere etmek suretiyle krizden çıkmaya çalışmıştır. Mesela Nakşî Halidî kovuşturmasına (1828) yönelik politikalar asrın ortalarında Doğu’da Bedirhan Bey isyanının çıkmasıyla rafa kaldırılmış, isyana karşı devlet,tarikatın bölgedeki güç ve nüfuzundan yararlanmak zorunda kalmıştır.

6- Örgütlü güçlü yapılar, devleti olduğu kadar uluslararası güçleri de cezbeder. Özellikle Arap yarımadası ve Afrika’da emperyalist güçler tarikatlarla yakından ilgilenmişler ya onları kullanmak için desteklemiş ya da emperyal politikalarının önüne geçmelerini önlemek için pasifize etmişlerdir.

7- Mücadelenin uzun sürmesi de azim ve kararlılığı olumsuz yönde etkiler. Devlet, bu tür yapıları siyasete tevessül etmeleri, otoriteye karşı gelmeleri gibi sebeplerle karşısına alsa ve tebaasından topyekûn mücadeleyi talep etse de toplumun çoğunluğu tarafından dini bir yapı olarak görülmeleri mücadelenin uzun süre aynı kararlılık ve motivasyon ile sürdürülmesini zorlaştırmıştır.

.