Devlet-toplum ilişkisinin hassas noktaları ve 15 Temmuz

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay
15.07.2017

15 Temmuz ile ilgili şimdiye kadar çok çeşitli anlatılar yapıldı ama bu anlatılar, büyük bir felakete yol açacak böyle bir girişimin yapısal mekanizmaları üzerine pek eğilmedi. Oysa bu mekanizmalar da devlet-toplum ilişkisinin hassas noktalarıyla yakından ilgilidir.


Devlet-toplum ilişkisinin hassas noktaları ve 15 Temmuz

15 Temmuz darbe girişimi, tam “artık demokrasi-dışı müdahaleler bitmiştir” dendiği bir dönemde neden vuku bulmuştur? Soruya cevaben, şimdiye kadar çok çeşitli anlatılar yapıldı ama bu anlatılar, büyük bir felakete yol açacak böyle bir girişimin yapısal mekanizmaları üzerine pek eğilmedi. Bu yazıda 15 Temmuz’a sebep olduğu, en azından o girişime zemin oluşturduğu düşünülen bazı yapısal mekanizmalar üzerinde durulacaktır ki, bu mekanizmalar da devlet-toplum ilişkisinin hassas noktalarıyla ilgili görülmektedir.

Tarihsel olarak, Türkiye’de devletin işleyiş tarzı, Kınalızade Ali Efendi’nin (1511-1571) “Adalet Dairesi” şeklinde tanımladığı bir döngüselliğe tâbi olmuştur. Daire, servet olmadan devlet; halkın refahı olmadan servet; adalet olmadan refah, devlet olmadan adalet ve nihayet servet olmadan devlet şeklinde tamamlanan geometrik bir çizgiyi oluşturur. Devlet, bu dairenin odağındadır. Devletin bu odak konumu, onun dağıtımcı işlevinin hem sebebi, hem sonucudur. Bu ise devletin oturduğu siyaset zemininin mahiyetini açığa vurur. Dağıtımcı olan bir devlet, ancak toplumdaki maddî (buna servet diyelim genel olarak) ve maddî olmayan (buna da statüler, mevkiler, unvanlar, vs. diyelim) kaynakların otorite (devlet iktidarı diyelim) aracılığıyla paylaştırılmasının karar mekanizması olan bir siyaset anlayışını esas alır.

İktidarın dört kaynağı

Böyle bir siyaset anlayışı üzerinden devletin toplumla olan ilişkisini sağlam bir zeminde inşa etmenin teminatı merkezileşmedir. Nitekim, tarihsel süreçte bu olgu kendini 1858 Arazi Kanunnamesinde ve 1864 Vilayet Nizamnamesinde göstermiştir. Merkezileşme olgusu, esasen devletin topluma nüfuz etme kanallarını tesis etmesiyle alakalı bir husustur. Tarih ve siyaset sosyoloğu Michael Mann’e başvurarak söyleyecek olursak; devlet topluma ya “despotik iktidar” kanalını döşeyerek, ya da “altyapısal iktidar” uygulayarak nüfuz etme imkânına sahiptir. “Despotik iktidar”; yönetici elitlerin toplum kesimleriyle rutin ve kurumsallaşmış pazarlıklara gerek duymadan muktedir olduklarını gösterme kapasitesidir. “Devletin altyapısal iktidarı” ise, devletin topluma nüfuz edebilme ve siyasi kararları geniş kesimler üzerinde uygulayabilme kabiliyetidir. Michael Mann’a göre, modern devletler despotik olarak zayıf, altyapısal olarak güçlüdürler. Bu tespitin, Türkiye için tersinin doğru olduğunu düşünüyorum: Türkiye’de devlet despotik olarak güçlü (“despotik” terimini siyasi anlam yükleyerek kullanmadığımı belirtmeliyim; objektif sosyolojik bir tasvir yapıyorum); altyapısal olarak zayıftır. Bunun sebebi ise modernleşme sürecinin yarattığı yapısal bozulmadır. Yukarıda bahsettiğim merkezileşme olgusu, modernleşme sürecinde ilerledikçe-zorunlu reformlar aracılığıyla-siyasi yapıyı adem-i merkezileşme yönüne sevk etmiş ve başkalaştırmıştır. Aynı şekilde, sosyal yapıda “bireyleşme” diyebileceğimiz bir başkalaşma kendini hissettirmeye başlamıştır. Söz konusu iki başkalaşmayı paralel düşündüğümüzde, Adalet Dairesi’nin odağı olan devlet, merkezi konumunu kaybetme riski karşısında “despotik iktidar” kullanma yoluna sapmıştır. Fakat, böyle bir iktidarı uygulama kapasitesi, aslında iktidarın şu dört kaynağını (gene Mann’a başvuruyorum) koordine etmeyi zorunlu kılmaktaydı. Bu kaynaklar, siyasal, askeri, ideolojik, ekonomik nitelikteydi. Osmanlı, çöküşe geçtiğinde söz konusu kaynakları bir araya getirebilecek güçten yoksundu; belki kullanabileceği en önemli kaynak ideoloji idi, o da “bu devlet nasıl kurtarılabilir?” sorusuna cevap teşkil eden bir bütünsellikten yoksun ve klikleşmiş haldeydi (Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık vs. gibi). Bu doğrultuda, devletin Adalet Dairesi’ndeki işlevsel yükümlüğü zayıflatılmış, segmanter bir sosyal ve siyasi yapının teşkili, devlet siyasetinde rol ifa eden, ilâveten o role heveslenen hangi grupsa, onun kendisini “DEVLET BENİM” tavrına muadil bir konum için iştihanı kabartmıştır. Bu ise devletin despotik iktidarını pekiştirmesi kadar, rakip grupları da aynı tür iktidara talip hale getirmiştir. Unutulan nokta ise devletin, siyasal-olanın kendini gösterdiği yegâne biçime tekabül etmediği olmuştur. Devletin kendisinin ele geçirilmesi gereken stratejik bir mekân olması; yönetici elitlerin (iktidarda olanlar ile dışında kalanlar) arasındaki çekişmenin sadece söz konusu mekâna özgü vuku bulduğu gibi bir yanlış varsayıma dayandırılmıştır. Oysa, devletin topluma nüfuzu kadar, toplumun da devlete nüfuz etmesi söz konusudur ve bu da bahsettiğimiz iktidar kaynaklarını koordineli şekilde kullanma kabiliyetine sahip grupların becerebilecekleri bir şeydir.

Hegemonik iktidar

AK Parti bunun tipik bir örneğini sergilemiştir. “Vesayet Rejimi” olarak nitelenen ve devletin “sahibi” gibi kendini gören devlet elitine karşı AK Parti, bahsettiğim dört iktidar unsurunu (siyasal, askeri, ideolojik, ekonomik) örtüştürerek hegemonik iktidarını tesis etmiş ve pekiştirmiştir. Söz konusu örtüştürme bağlamında AK Parti, siyaseti bir düzen kurma olarak görmüş ve bunun için de altyapısal iktidar tesis etmeyi ön planda tutmamıştır (her ne kadar “İleri Demokrasi” kavramlaştırmasıyla bu hususu önemsediğini göstermişse de..). Elbette, bir düzen kurma, Gramscigil anlamda bir hegemonya oluşturmayı, yani halkın bir kesiminin/tarafın durum içinde ön plana çıkmasını, lider konumuna geçmesini içerir. AK Parti’nin 14 yıllık iktidarı bu sayede mümkün olmuştur, fakat hegemonyanın, tâbiri câizse, münhasıran devlet mekânıyla alakalı olduğu düşünülmüş; oysa, siyasal-olanın devleti öncelediği hususu gözden kaçırılmıştır. Devlet mekânı dışında, bahsedilen iktidar kaynaklarını koordine ederek kendi sosyal iktidarını oluşturan grupların, sadece devlet mekânı dışında kalmakla yetinemeyecekleri öngörülmemiştir. Bunun tarihsel-sosyolojik sebepleri, şüphesiz, burada tahlil edilemeyecek kadar uzundur. Bununla beraber, belirtmek gerekir ki, AK Parti’nin maruz kaldığı darbe girişimi, aynı iktidar unsurlarının küresel çapta koordineli şekilde kullanıldığı bir döneme denk gelmiş olmasıdır. Bundan kastım, Carl Schmitt’in “Küresel İç Savaş” (Weltbürgerkrieg) dediği, “yeni düşmanların” ve “yeni düşmanlık algılarının” yaratıldığı olgunun varlığıdır ve bu olgu devlet-dışı unsurlar arasında vuku bulmakta; bölgesel/küresel siyasi dizaynlar için iktidar ağlarının içine uygun olan sosyal iktidar sahibi grupları da kolayca dâhil edebilmektedirler.

Alt-yapısal iktidar

AK Parti, iktidarı boyunca devletin dağıtımcı işlevini ifa ederken, Adalet Dairesi dâhilinde tam bir işleyişi, iktidarın dört kaynağını vesayetçi anlayış karşısında örtüştürme zorunluluğundan gerçekleştirememiştir. Açıkça ifade edilmese de Adalet Dairesi’ni ihya etme niyeti gene de kuruluşundan beri AK Parti’nin gündeminde olan bir husustu. Fakat, meselelere giderek devlet odaklı bakar hale gelmesi, en başta ideolojik paydaşlığın, bir sosyal iktidar unsuru olarak iştahlı bir rakip doğurabileceğini AK Parti kestirememiştir. Bu tür bir rakip, Küresel İç Savaş’ın paydaşlığını tercih ederek siyasi riskli yüzünü 15 Temmuz’da göstermiştir. AK Parti’nin 15 Temmuz sonrası değerlendirmeleri ve bu doğrultuda uyguladığı politikalar, iktidar kaynaklarını paydaşsız yeniden tesis ve tahkim etme yönünde gözükmektedir. 15 Temmuz gibi bir felaketin bir daha yaşanmaması için kendi iktidarı açısından AK Parti haklı görülebilir. Bununla beraber, devlet iktidarını kullanan bir siyasi aktör olarak AK Parti’nin kendi üzerinden devletin topluma yeniden nüfuz etme girişiminin biri diğerini dışlayan iki sonucu olabilir. Birincisi, demokrasinin geniş bir tabana oturtulması, devlet iktidarı paydaşlarının azami derecede artırılmasıdır. Bu husus, hiç şüphesiz, altyapısal iktidarın tahkim edilmesi meselesidir. İkincisi, 15 Temmuz’un yarattığı şüphecilikle toplum kesimleriyle (meşru siyasi temsilcileri dâhil) rutin ve kurumsallaşmış müzakerelere hiç girişmeden kendi politikalarını hayata geçirmesidir. Bu gerçekleştiğinde ise demokrasinin zayıflayarak, rakip sosyal iktidar unsurlarını, Küresel İç Savaş’ın aktörlerine dönüşmesinin zemininin döşenmiş olacağı unutulmamalıdır. Birinci ihtimal, yani altyapısal iktidarın tahkim edilmesi, sadece 15 Temmuz’a direniş bilincini yükseltmiş olmakla kalmayacak, AK Parti’nin kuruluşunun siyasi felsefesini ve misyonunu da yeniden hatırlamak olacaktır.

[email protected]

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay / Uludağ Üniversitesi