Dijital zaman fragmanında medyaya yeniden dokunmak: Madalyonun iki yüzü

Dr. Sertaç Timur Demir/ Gümüşhane Üniversitesi
7.07.2018

Habertürk’ün aldığı ‘zorunlu’ karar, tümüyle dijitalleşmekte olan bir evrenin ülkemizdeki taze izdüşümüdür sadece. Bu, hızla sürüklendiğimiz ‘gelecek’ dünyasının açık bir mesajıdır. Yaşam dijitale doğru akmaktadır. Zaman e-ilişkilerin, e-buluşmaların, e-arayışların ve e-kayboluşların zamanıdır. Kendisine kayıtsız kalmanın artık tümüyle muhal olduğu bu devrimin ‘yapan’ ve ‘yıkan’ iki yönü vardır.


Dijital zaman fragmanında  medyaya yeniden dokunmak: Madalyonun iki yüzü

Bu yazı, Habertürk gazetesinin basılı yayın hayatını sona erdirip; varlığını dijital mecrada sürdüreceğini duyurmasının ardından kaleme alınmıştır. Bu durum, hiç şüphesiz Habertürk’e özgü istisnai bir girişim olarak görülmemelidir. Söz konusu “zorunlu” karar, tümüyle dijitalleşmekte olan bir evrenin ülkemizdeki taze izdüşümüdür sadece. Bu, hızla sürüklendiğimiz “gelecek” dünyasının açık bir mesajıdır. Yaşam dijitale doğru akmaktadır. Zaman e-ilişkilerin, e-buluşmaların, e-arayışların ve e-kayboluşların zamanıdır. Kendisine kayıtsız kalmanın artık tümüyle muhal olduğu bu devrimin “yapan” ve “yıkan” iki yönü vardır. Nitekim her yenileyici özgürleşme, Jean Baudrillard’ın dediği gibi, iyiliği ve kötülüğü eşit şekilde etkilemektedir. Dijital sunum ve performanslardan oluşan bu kültürü anlamak, bu paradoksun görülmesini şart kılmaktadır. Gündelik yaşamın ve özelde medyanın dijitalleşmesi, üretici ve tüketici konumundaki bizlerin, yani modern insanlığın acil, ortak ve öncü soru(n)larından biridir.

Madalyonun arka-gri yüzü

“Eskiden dünya atın ayağının gidebildiği yere kadar sapasağlamdı; şimdi ise ışık hızında hayal kırıcı”. Sanırım böyle diyordu şair. Yalnızca yıllar önce ince bir şiir kitabında okuduğumu anımsayabildiğim bu dizenin bugün salt bir aforizma olmanın çok ötesinde, bu kaypak ve kaygan çağın ruhunu fısıldayan bir hakikat sedası olduğunu anlıyorum. Işık aydınlatıcı fakat körleştiricidir. Hız ise ulaştırıcı fakat aşındırıcı. Değişime gelince, değişim yalnızca “yeni” şeyler sunmaz bize. En derinlere kök salan alışkanlıkları dahi eskitir; bitmeyen “yeniler”in imkânsız hayalini dayatır gizliden gizliye. Daha işlevsel, daha basit ve daha göz alıcı olana sahip olma arzusunu kışkırtır. Zamanın ilerleyişi yalnızca pürüzsüz bir akışkanlığı değil; çoğu kez onulmaz kırılganlıkları işaretler. Modern insanın, yaşamını kolaylaştırmak adına üretegeldiği teknik de böyledir. Her dışsal kolaylık, içsel bir zorluğun habercisidir. Rehavetin yarattığı huzursuzluk ve atalet; emek yoksunluğunun neden olduğu bir keyifsizlik / lezzetsizlik hali vardır çünkü orada.

Hızın girdaba dönüştüğü bir toplumdur bizimkisi. Bu nedenle kavramlar da anlamlandırmalar da –tıpkı araçlar gibi odağı dağıtan bir süratle başkalaşmaktadır. Örneğin bir zamanlar gerçeğin metaforu olan “dokunma” eylemi, bugün ağırlıkla sanala aittir. Yaşama temas eden “parmak uçları” ise artık ekranlara hapistir. Sevdiklerimizin yüzlerinden bile çok baktığımız, hayatı gittikçe kendinde sıkıştıran ekranlar! Televizyonlar, bilgisayarlar, telefonlar, vitrinler, fotoğraflar, bloglar, sosyal medya hesapları, afişler, dergiler ve hatta kişinin kimliğine baskın gelen dijital görünümler, yüzeyler… Tüm bunlar ekranın farklı yüzleridir. Ekranlar modern insanlığın hipnotize edilmiş bakışının toplandığı kolektif bir gözdür artık. Kendisini de yutacağı gerçeğini fütursuzca göz ardı eden dünyanın şimdilik tek geçerli şifresi budur.  

Bilginin –hakikat simülasyonu halinde kendisinden aktığı pınardır ekranlar. Zehri lezzetinde saklıdır. Laneti lütfundadır. Parmak ucuyla dokunmak, yaşama duyumsamak değil; onu hırsla yeniden tasarlamak iddiasındadır zira. McLuhan-vari tasvirce dokunsal iletişim çağı olarak kodlanan bu elektronik zaman, sahici duyuşların, kavi hissedişlerin mahrumiyet evresidir.“Bir dokunmanla bilgelik düzeyine eriştim” diyen Shakespeare’in kutlu övgüsünün aksine; geçici olana koşutlanmış, faydacı ve yanılsamalı bir aydınlanmadır (ekranlara) dokunmak. Burada keşfetmeye değer yeni ve bilinmez âlemler yerine; ruha sızmayan sayısal veriler, ölümden haber vermeyen süslü iktibaslar, kontrolsüz paylaşımlar, soğuk beğeniler, paranoyak takipler, yoran devinimler, yol aldırmayan patinajlar ve biriken depresif hayal kırıklıkları vardır.

Ön-parlak yüz...

Modern dünyada teknoloji devrimini meşru kılan ve herkesçe kabul gördüğü için önemli yapan gerekçelerdir madalyonun ön yüzü: Gerçekleştirilebilir rekabet, sürdürülebilir iktidar, planlı istikrar, öngörülebilir gelecek tasarımı, büyütülebilir ekonomi, yönetilebilir enerji… Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin dijitalleşmeye öncü güçlere karşı kendi direnç ve mücadele refleksini/geleneğini oluşturma isteği. Olanca varoluşsal yıkıcılığına rağmen dijitalleşme günümüz dünyasında kurulan ilişkilerin, organize edilen işlerin, desteklenen işletmelerin ve dahi ulusal stratejilerin merkezindedir artık. Bu, bundan böyle bir seçenek ya da alternatif değil; içine düşülen ve kendisinden kaçmanın güçleştiği bir karşılaşma/yüzleşme/hesaplaşma halidir.

Yine de devletler, kurumlar, işletmeler, takımlar ve hatta kişiler bu karşılaşmayı “yönetenler” ve ona “maruz kalanlar” şeklinde ikiye ayrılacaktır. Habertürk’ün akıbeti bu açıdan küresel trendin ulusal yansımasıdır. Nitekim gazete satışları düşmekte, reklam gelirleri azalmakta ve baskı maliyetleri artmaktadır. Ayrıca mobil iletişim teknolojileri yaygınlaşmakta ve yaşamı/bilgiyi ekranlarından tüketen, dijital-baskın bir nesil belirmektedir. Bu noktada, değişim hızı bakımından örneğin Birleşik Devletler ya da Fransa ile Türkiye arasındaki farklılaşmanın minimize olduğu söylenebilir.

Batı’da yükselen dijitalleşme inşasının gölgesi öyle ya da böyle dünyanın tüm köşelerine düşerken; Türkiye’de özellikle internet ekseninde dikkat çeken atılımlar ve yatırımlar yapılmaktadır. Örneğin neredeyse tüm vatandaşlık işlemleri e-devlet hizmetleri üzerinden yürütülebilmekte. Kütüphanelerde kaynaklar ve akademik dergiler açık-erişime kavuşmakta; bilgisayar tabanlı eğitim imkânları genişlemektedir. Ayrıca ulusal medya organlarına internet sayfalarından ulaşılabilmekte; bunun dışında, Basın İlan Kurumu verdiği destek karşılığında yerel gazeteleri dahi düzenli şekilde dijital paylaşıma teşvik etmektedir. 3D ve hibrit gazeteciliğin de gündeme geldiği bu süreçte, haberler/veriler yalnızca izlenmekle kalmayıp; eş zamanlı indirilip, paylaşılabilmektedir.

Kadim analog/pastoral kültür yalnızca kabuk değil; içerik de değiştirmektedir. Farklı mekânlara gitmeyi ifade eden eski tip göçerlik ritüelleri, yerini bugün oturdukları yerden kalkma ihtiyacı duymayan mobil göçebeliğe bırakmıştır. Üstelik bu hareketin belli ve mutlak bir yönü, sabit bir hızı ve kesin olarak varsayılabilir bir güzergâhı da yoktur. Burada özneler nesnelerle, amaçlar araçlarla, zaman da uzamla girift ve amorf bir ilişki ağına sahiptir. Siber-varlığa evrilen bireyler, ellerindeki yüksek çözünürlüklü ekranlarda verili bir hayatı yaşasalar da; ironik özgürlük avuntusu içindedirler. Bedenleri ve bilgileri kuşatan bu yeni yaşam formu fotonlardan değil; piksellerden oluşmaktadır.

Dijital gerçeklik 

Dijital gerçeklik, dijitalin gerçeği kendi dokusuna uygun yeniden tefsir ve tesis etmesine ön ayak olmaktadır. Bu durum, yansıtılan gerçeğin/aktarılan bilginin doğruluğu konusundaki müphemliğin artmasına neden olacak gibidir. Reuters Enstitüsü ve Oxford Üniversitesi ortaklığında hazırlanan “Gazetecilik, Medya ve Teknoloji Trend ve Öngörüleri 2018” başlıklı raporunda Nic Newman da bu minvalde, artık “gerçek dünya” ve “dijital dünya”yı birbirinden ayırarak anla(t)manın güçlüğüne dikkat çekmekte ve “Belirsiz bir Gelecek” alt-başlıklı son bölümünde şu araç-bazlı karmaşanın yaşanabileceğini belirtmektedir: “Önümüzdeki yıllarda yalnızca neyin doğru olduğunu değil; aksine bilginin bir insan tarafından üretilip üretilmediği soracağız”.

Robotların ve yapay zekânın yaşamımızda her geçen gün daha büyük roller üstleneceğini ekleyen Newman, kolaylığın ve tercih etmenin keyfini sürmekle beraber, kontrolü sağlayıp sağlayamayacağımız konusunda endişelerimizin bitmeyeceğini vurgulamaktadır. Dahası, ona göre, kullanacağımız araçların algoritmalarının kimler tarafından programlandığına dair şüphelerimiz hep var olacaktır. Yayıncılara dair riskler ise raporda şöyle sınıflandırılmıştır: Platformların gücü (yüzde 21), inovasyon acziyeti (yüzde 20), iş ortamındaki değişimler (yüzde 19), yanlış ve odaklanılmamış strateji (yüzde 18), değişime dair içsel direnç (yüzde 17) ve siyasi istikrarsızlık (yüzde 6).

Resmin öte yanında, kendisini uzun yıllardır geleneksel haberciliğin yerleşik gereklerine göre eğitmiş iş gücünün bu yeni/dijital medyanın araç-merkezli yapılanışı karşısında istihdam sorunu vardır. Haber tüketicileri açısından veri akışının yoğunluğuna istinaden bir bilgi kirliliğine maruz kalma ve haber sağanağında kaybolma ihtimali bulunmaktadır. Bu durum, yazının başında belirtmeye çalıştığım gibi, daha fazla araca-entegre ve araca-bağımlı bireyler türetecek gibidir. Öte yandan her bir araç kullanıcısının bir tür mobil muhabire dönüşme fırsatına istinaden, haber kaynaklarının çeşitlenmesi ve ciddi bir editorya stratejisinin gerekliliği öne çıkmaktadır. Devlet ve siyasi iktidarlar açısından da devasa bir denetim-yönetim güçlüğü ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda haber üreticileri, tüketicileri ve dağıtıcıları açısından muğlaklaşan bir “ifade özgürlüğü”, “haber alma hakkı” ve “sansür” çerçevesi çizilecektir.

En son Gezi Şiddet Eylemleri’nde ve 15 Temmuz darbe kalkışmasında görüldüğü gibi gündem/olay bilgisi tayini, tasarımı, sunumu daha fazla kişiselleşerek; daha kontrolsüz bir dağıtım ağına kavuşmuştur. Kaliteli veri/görüntü aktarabilen mobil araçları üzerinden yayın yapabilen bu sivil-sokak muhabirleri, yayıncılığın objektiflik ilkesini ve kurumsal medyanın eksenini yeniden tanımlayacaktır. Daha fazla serbest fakat daha az organize olacak olan bu gibi kitleler, aynı zamanda dış etkenlerin dezenformasyonuna daha açık ve korunaksız kalacaktır. Bu durum, devlet(ler)i demokrasi ve varlık bekası ikileminde belirecek yeni soruların cevabına zorlayacaktır. Yalnızca “tedbir alıcı” veya “engelleyici” bir yaklaşım geliştirmek yerine “belirleyici”, “düzenleyici” ve “yönlendirici” bir devlet politikası geliştirmek önemlidir. Bu açıdan, 24 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı öngörülen yeni teşkilat/yönetim şemasında görülen özellikle “İletişim” ve “Teknoloji” ofislerinin, ilgili bakanlık ve kurullarla işbirliği halinde bu sorunsallara “dokunarak”; gerçekçi, bütünlükçü, güncel, seri ve sistematik bir dil/yöntem geliştirmesi faydalı olacaktır.

[email protected]