‘Diji-tokrasi’nin Türk baharı arzusu

Prof. Dr. Hüsamettin Arslan - Uludağ Üniversitesi Öğr. Üyesi
15.06.2013

“Gezi Parkı” hadisesinin kurucu aktörleri, yaptıkları görüşmede iktidar partisinin temsilcisinin Taksim projesini referanduma götürelim teklifini reddetti. Bu aktörlerden birine göre, “bilimsel bir konu” halkoyuna sunulamazdı. Referandumu redlerinin gerekçesi buydu. Diktatörler halktan ve halkoyundan korktuklarında “bilimin” otoritesine sığınırlar; Hitler ve Stalin de halktan korktuklarında bilime sığınmışlardı. Buna jakobenizm diyoruz: Türkiye’deki tipik formülasyonu şu : “halka rağmen halk için.” Gezi Parkı eylemlerinde iki tür jakobenizm söz konusu: Radikal Kemalist jakobenizm ve Marxist jakobenizm. Birinciler “şiddet”e karşı olmadıklarını söylüyorlar; fakat ikinciler şiddet” yanlısı ve dolayısıyla “potansiyel” katiller; her kim ki “şiddeti” onaylıyorsa potansiyel katildir.


‘Diji-tokrasi’nin Türk baharı arzusu

Herkes neredeyse kutsayarak gençliğe övgüler yağdırıyor. Benim işim eleştirmek; düşünmek eleştirmektir; düşünmek her durumda farklı düşünmektir. Yığınların peşine takılmak değil.  Eğer taksim eylemlerinin aktörleri eleştiriye açıklarsa, mini çekicimi elime almak isterim. Basit. Fazla basit! Toplum bir organizmadır? Her organizma gibi yer, beslenir, tıkınır ve bir sindirim sürecinden sonra fazlalıkları boşaltarak rahatlar. Demokratik toplumlar Jakobenizm’i bir safra olarak kusar ve dışarı atar; bu açıdan (elbette her tür jakobenizm) demokratik toplumların kusmuğu ya da safrasıdır. Büyük şehirlerin meydanları bu boşaltım işleminin yapıldığı mekanlardır.  Toplumumuz jakoben safralarını Taksim’de boşaltıyor. Yirmibirinci yüzyıl toplumların “jakobenlerinden” kurtuluş yüzyılı olabilir. 

Dün Arap Baharı’nın aslında “Arap Kışı” olduğunu iddia edenler kıyamet borazanları gibi “Gezi Parkı” hadisesinin “Türk Baharı” olduğunu üflediler; basiretsiz, ferasetsiz, düşünme “ebilitesinden” yoksun genetik yaratıklar! Bir mucize olsaydı ve bu olay “Türk Baharı” olsaydı ne kadar sevinirlerdi! Bereket versin, yuttukları lokmayı hemen kustular. Bu olayların aktörü radikal örgüt mensubu gençler de birbirlerine şu mesajı geçtiler: “Devrim başladı!” Twit mesajıyla devrim yapabileceklerini sanıyorlar! Diji-romantikler!

Pozitif yanlarını görmek mümkünse de, ben “Arap Baharı”nın bu “baharın” aktörlerinin amaçları bakımından fiyaskoyla neticelendiğini düşünüyorum. Bu fiyaskonun birçok nedeni bulunabilir;  fakat asıl nedenin (Vattimo ve Levinas’a rağmen) tam da “diji-teknoloji”nin, “twit”in bizzat kendisi olduğunu düşünüyorum. Çok şey söylenebilir; özetin özetini yapalım: kitap kültürü biblio-mani/kitap-mani ve biblio-manyak üretir; diji kültür diji-mani ve diji-manyak üretir; bu iki kavramı twit-mani, twit-manyak” kelimeleriyle de karşılayabiliriz. 

Diji-manyaklar kitap okumazlar; twit-okurlar; kitap okurken okuduğunuz şeyi düşünecek kadar vaktiniz vardır; fakat dijital mesaj size düşünme zamanı vermez; size twit’in içeriğiyle ilgili kuşku duyma zamanı tanımaz; diji-teknolojisi bir “görme” teknolojisi olduğu için “kolayca ikna etmekle ya da olmakla” ve sorgulamaksızın “ikna”yla sonuçlanır. Bu yüzden bu sorgulama fırsatı tanımaksızın ikna dijitokrasinin (demokrasinin değil) silahıdır. Diji-mani bir görüntü rejimidir; görünenin altını, üstünü, gerisini, ötesini gizler; çünkü göz kamaştırıcıdır ve kamaşan göz kördür.  Diji-manyak bu anlamda kurbandır. Twit-mani ya da diji-mani biblio-mani’nin karşıt kutbudur; twit-okuru kitap okuma ve dolayısıyla düşünme yeteneği iğdiş edilmiş “yaratık”tır. Diji-manyağın beyni “estetik ameliyat geçirmiş” ettir/bedendir. Doğru artık bir “dijital yurttaş”tan söz edilebilir; fakat dijital yurttaş memleketsiz ve vatansız ve “halksız/insansızdır; dijital teknolojiyle Gezi parkı hadiselerinde sokaklara dökülenlerin herhangi bir “memleket” endişesinden yoksun olmalarını dijital yurttaşlar olmalarına bağlayabiliriz. Batı solu evrilerek “intiküreseleşmeci” aşamaya geçti; versiyonlarıyla birlikte Türkiye’de sol “küresselleşmeci” aşamada can çekişiyor. Sloganı açık: Küresel değerlere evet, yerel ya da otantik değerlere hayır. Gezi Parkı direnişi baharın “b”si bile değildir; diji-direniş, “sanal-direniş”tir; bu direnişin çoğulculuğunun ve renkliliğinin nedeni ya da kaynağı, Türkiye’nin veya toplumumuzun realitesi değil, diji-teknolojinin mantığıdır. “Gezi Parkı direnişi” bir diji-direniştir ve sonucu (elbette etkili) bir diji-mania, ya da twit-maniadır. Diji-mania uçsuz bucaksız bir çöldür; hayatın yeşerdiği vaha değil. Twit-mania reel dünyanın yanı başında ve dışında bir başka dünyadır; bu direniş (parktaki taktik ve sembolik kitap sahnelerine rağmen) kitap-okuru öğrencilerin ve gençlerin direnişi değil, twit-okurlarının direnişidir ve sanaldır; politik iktidardan taleplerinin hiçbirinin toplumun gerçek sorunlarına tekabül etmemesinin nedeni budur.    

Elitlerin Gezi Parkı

Gazeteciler, akademisyenler, kanaat önderleri, ideologlar ağız birliği etmişçesine “Gezi Parkı” hadisesi konusunda hemfikirler: bu Türkiye’de yeni, yep-yeni, görülmedik bir olay. Ne muhteşem ve kuyruklu bir genelleme: İzninizle ben de biraz genelleme yapayım. Bu tespit aslında, bir entelektüel çaresizliğin itirafı; radikal Marxsist örgütlerin, Aydınlıkçılar’ın ve CHP’li gençlerin dışındaki katılımcılar bile yaptıkları şeyin ne olduğunu bilmiyorlar; andrenalin, macera, eğlence; yaptıkları eylemin düşünülmemiş, tasarlanmamış sonuçlar doğurabileceğini düşünebilme “ebilitesinden” yoksunlar. Kahır çoğunluğu ile hayatın başka alanlarında hiçbir şey olamamış, önemli olamamış, hiçbirşey başaramamış insanlardan oluşan ve “gençlik yalakası” entelektüellere “aaa bunlar da apolitik değilmiş” dedirten  bu yığınlara, aslında  “bir yığın”ın, bir kalabalığın içinde “hiç”e dönüştüklerini hatırlatmaya gerek var mı? Varoluşlarını, hayatlarını tasvir edebilecek yegane kavramın “nihilizm” olduğunu söylemeye gerek var mı? Twit mesajlarıyla sokaklara dökülmenin “hiçliğe koşu” olduğunu söylemeye gerek var mı? Radikal örgüt mensubu “potansiyel katiller” ile yegane derdi “ertesi gün hapına” kolay ulaşamamak olan ve on gündür toplumu “masumiyetlerine”  ikna için feryat edenler kol kola! Bu masumiyet çığlığı ya da çığlıkları neleri gizliyor acaba? Bu ertesi gün hapı yoksulları gündelik hayatın asgari ücretle beş kişilik bir aileyi geçindiren kahramanları konusunda, egemen kapitalizmin “diji-otobanında” (dijitokrasi) sörf yaparak yaşayan ve bu diji-aristokratik piramidin dibinde yaşadıklarının bile farkında olmayan bu “gençlerin” kapitalizm hakkında, her şey bir yana diji-teknoloj ve dünyada giderek yaygınlaşan dijitokrasi hakkında bir fikirleri var mı acaba? Bu doksan kuşağı öğrencileri “best-seller” kitaplar dışında kitap okumuşlar mı; dersleri ve bıranşları için hazır “özetleri” okumak dışında kitap okumuşlar mı acaba? Ben gerçek okurların (politik açıdan şu ya da bu olması önemli değil), yani “biblio-manyak” öğrencilerin bu direnişte yer almadıklarını düşünüyorum. Biblio-manyak düşünür; diji-manyak düşünemez; biblio-manyak düşünmenin “farklı düşünmek” olduğunu bilir; kalabalıkların sesine sağırdır; fakat diji-manyak kaçınılmaz şekilde başkaları gibi düşünür; yalnızdır; kendisini, düşünme yeteneği iğdiş edilmiş insanlardan oluşan diji-cemaatin kollarına atar.

Yaygaraya bakın: Aslında onlar “çoğulmuş,” “çok-renkliliğimizi temsil ediyorlarmış.” Buna ancak gülünebilir. Farklı politik ve kültürel etiketleriyle sahne almış olsalar bile tersi daha doğru: Onlar aynı oldukları için oradalar, farklı oldukları için değil; aynı oldukları için birarada durabiliyorlar. Onları birleştiren  şey aynı ekolojik çevreyi paylaşmak: Diji-eko ya da eko-diji denen topografyada yaşıyor olmak. Hayatın anlamını yalnızca diji-teknolojide, twit-mania’da bulmak. Onlar dijital kontekst dışındaki kontekstleri göremezler; çünkü dijital kontekst diğer bütün konteksleri gizler; diğer bütün kontekstleri; yani asıl kontekstleri; politik konteksti, düşünme kontekstini, etik konteksti, hatta demokrasi kontekstini ve elbette gerçek ekolojik konteksti gizler. Dijital kontekstte önemli olan Taksim’dir; önemli olan sokaklardır; önemli olan “gösteri”dir; görüntüdür, içerik değil.  Ve Taksim kocaman bir hiçtir! İktidar partisi dahil politik elitler ve entelektüel elitler bütün dünyaya “ekolojik kaygıları dolayısıyla masumiyetlerini ilan etmiştir. Fakat sorun tam da buradadır: Sorun bu biz “masumuz”, sorun “onlar masum” feryadındadır. Auswitz’in kurbanları bile masum değildiler; Levinas’ın dediği gibi “hiçbir kurban masum değildir.” Masumiyet “meleklerin imtiyazıdır” insanların değil. 

Özetle; “gezi parkı” hadisesi “twit-mani”dir; gerçek bir politik hadise değil; ben tam da bu nedenle, gençlere yapılan yalakalıkların ve atılan palavraların aksine, Türkiye’nin müstakbel demokrasisine umulandan çok daha az katkıda bulunacağını düşünüyorum. Gezi-Parkı’ndaki hanım kızımız gazetecinin mikrofonuna var gücüyle haykırıyor: “Halkın direnişini” sonuna kadar sürdüreceğiz; hangi halkın, hangi halkın, hangi halkın direnişini? Siz “halk” mısınız; siz nesiniz? Helal olsun size; toplumumuza bir iktidar partisinin “iktidarda” olduğu zaman bile gerçek muhalefeti temsil ettiğini öğrettiniz; çok iyi öğrettiniz.

[email protected]