Dilin çöküşünden retoriğin yükselişine

Ercan Yıldırım / Yazar
16.04.2016

Post-aydın dönemde, dil’sizlik yurtsuzluk manasını alır. Tehdit, rövanşizm ve hesaplaşmaya dayalı dil kendini ekranlarda polemik ve retorikle gösteriyor. Marjinalleşen aydın ve siyasi taraflar varlık alanına girmek, yeniden devletleşebilmek, merkezleşmek için dünya sisteminin kılcallarına inmekten imtina etmiyor.


Dilin çöküşünden retoriğin yükselişine

“Bir düşünün, kaç kere felaketten kurtardı bu halk bu yurdu?”

Dostoyevski, Puşkin üzerine yaptığı ünlü konuşmasından sonra liberallerden gelen tepkilere cevap verirken kullanır bu cümleyi. Sözlerinin devamında, Türklerin ayakları altında ezilen Slavları, Rus halkının kurtardığını okuruz dünyanın en büyük romancılarından biri olan Dosto’dan. Rus modernleşmesi karşısında bugün adına galat-ı meşhur olarak milliyetçilik denen tepkiyi vermekten kaçınmaz Raskolnikov’un yazarı, halkın iradesini koyup batılılaşma dışında kendi yolunu açacağı inancından sapmadan sorar: “Sorarım size niçin, niçin bizim Avrupalılaşmış liberallerimiz Rus halkına böyle düşman olurlar?”

Modernleşme hareketleri dünyanın hangi köşesinde yürütülürse yürütülsün kavram olarak liberal başlığı altında batılılaşmayı mutlak sayarak millet varlığını, toprağın ürettiği değerleri, kültürü ve kimliği tersine çevirecek bir zümrenin güdümünde yürütüldü. AK Parti iktidarında 2011’de başlayıp 2013’te ayyuka çıkan ayrışmanın bir tarafındaki liberal isimler, erken dönemde Jön Türklerden itibaren batılılaşmanın itici gücü olmuşlardır. Genç Osmanlılar her ne kadar “medeniyet”i imparatorluğa taşıma gayesini gütse bile “şeriatı yeniden ikame etme” kaygısını içlerinde taşıyacak kadar vicdanlarına yabancılaşmamıştı.

Cumhuriyet ile birlikte batılılaşma açıkça Türkiye’nin İslam’dan arındırılmasına yönelik politikaların taşıyıcılığına soyunan aydınların hükümranlığıyla geçti. Milletin uhdesinde yaşayan değerler aynı zamanda milletin hayatiyetini sürdürmesini sağlıyordu; sol-liberal aydın ve elitler millet hayatını tüketmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik politikaların hepsinin ucundan tuttu. Millet yeri geldiğinde “kurtuluş” için canını dişine takarken o liberalleri, Kemalist elitleri de “gemiye” almaktan imtina etmedi; her seferinde can havliyle uzatılan eli tutan aydın-elit sınıf ilk fırsatta gemide açıkça ya da gizlice delikler açmayı sürdürdü. Liberallerin, solun, sağın, milliyetçilerin siyasal, kültürel düzlemde yaptıkları dejenerasyon, İslamcılığın ve muhafazakarlığın itikadi planda farklı versiyonlarda tekrarlandı fakat Türkiye varoluş mücadelesine girdiğinde kurtarıcı yine millet hayatının kendisi oldu. Türkiye’de, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeye bağlı olarak sözün gücü irtifa kaybetmeye başladı. Söz çok daha fazla söylenmeye, çok farklı mecralarda kendine yer bulmaya başladıkça irtifanın hızı arttı. Siyasetin kürsülerden, yeni aydın taifenin ekranlardan, köşelerden, sosyal medyadan aralıksız yaptığı retorik yoğun söz savaşı, sözün kıymetini ortadan kaldırdı. Dünyada evet, “önce söz vardı”, söz senetti, söz kalpten çıkıp kalbe girdiği için tesirliydi.

Söz bitti, eylem yükselişte

Bugün artık söz değil eylem gözde.

Eylem ve pratik millet hayatını domine eden yegane unsur haline gelmeye başladı. Üreten söz değil eylem olmaya başladı. Televizyon ekranlarındaki tartışma, yorum, haber programlarının hepsinde söze dayalı bir kültür üretiliyor. Söz sanatlarının olmadığı ama alt etmeye dayalı tüm reflekslerin söze yedirilmeye çalışıldığı, sözü lakırdıya evrilten izahlar, siyasal angajmanlara yapılan altlıklar itimat duygusunu da zedeliyor. Konuşma, tartışma, müzakere söz niteliği taşımadığı için siyasal karşılığı da olmuyor, farkında değil konuşanlar ama artık millet hayatında söz tesir gücünü kaybettiğinden beri siyasal yönelimler bilkuvve mecra değiştirmeye başladı.

Dil varlığın yuvasıdır, der filozof. Varolanların Varlıkla irtibatını sağlayan yegane unsur dildir. Dil bu bakımdan “giz” ile de ilgilidir; dil örter ya da açar. Giz’i ortadan dil kaldırır, eğer özne dili bir varoluş beyanı olarak görürse.

Dil kalpten gelir, akılda süzülür bu yüzden de Varlıkla irtibat kurduğu andan itibaren hakikate kapı aralar. Hakiki olan sahiciliğe bağlıdır, dil sahici olduğunda giz’i kaldırır yoksa hakikati en iyi örtecek olan yine dildir. Aradaki samimiyet ve sahicilik Varlıkla olan ilişkinin doğrudanlığına bağlıdır. Açan, açığa çıkaran değil örten bir dil Varlık ile teması yok edince irade farklı kanallara açık bir hale gelir.

Dil ile aktarılanların hakikiliği sorgulanmaz bu yüzden de taliplisi az fakat gücü fazladır. Millet hayatı dile gelmese de dilin gösterdiğini anlayabilecek sezgilere sahiptir. Lafzen tekrarlananın örttüğünü anlayabilecek irfan millet hayatında aydınların ve siyasetçilerin tahmin ettiğinden yüksektir. “Konuşulanlara değil yapılanlara” bakılmaya başlandığı andan itibaren dilin düşünceden, millet hayatından dolayısıyla varlıktan çekilmeye başlandığını görmek mümkün.

Dil hayattan çekiliyorsa sahicilik, samimiyet, varoluşsal mensubiyet bağları da yok oluyor demektir. Böylece eylemin götürdüğü yer hakikat halini alır.

Teori-pratik kavgası içinde pratiğin, eylemin gücü zannedilir ki dilden fazladır; halbuki eylem dil varsa mana kazanır. Dil odur ki, kürsülerden, ekranlardan ne söylerseniz söyleyin, millet hayatı sizin kalbinizdekini anlar. Ne kadar “giz”lemeye çalışırsanız çalışın hakikati örtülerin altından kaldırır; ne derece hakikati açık ettiğinizi şaşaalı belagat örnekleriyle, maddi delillerle, dram ve tiyatral gösterilerle sunmaya çalışırsanız çalışın, hakikati örttüğünüzü “bilir.” Eylem dil değildir.

Türk modernleşmesi “dilsiz eylem ile eylemsiz dil” üzerine bina edildiği, dil ile eylemin buluşmasına müsaade edilmediği için millet hayatının uhdesindeki açığa çıkamadı. Fakat millet hayatı giz’i sever, kritik dönemlerde “açığa çıkartacak dil”i de bulabilme başarısına sahiptir. Siyasetin, düşüncenin tekrar düşünceye dönmesi dil ve sözün hakkının verilmesine, ağırlığının korunmasına bağlıdır.

Retoriğin meşruiyeti

Türk siyasi hayatı nicedir kürsülerdeki retorik üzerinden yürümeye başladı.

Dil bitince retorik başlar. Retorik kalptekini değil hesaptakini aktarır. Retorik kabiliyet aynı zamanda örten, gizleyen özelliğe de sahiptir. Muhalefet liderinin sözleri siyasetsizliğin açığa çıkmasından öte manalar ifade etmiyor. Ona karşı verilen cevaplardaki dil ve söz ise siyasetin sınırlarının nereye kadar dayandığını da gösteriyor esasında. Retorik kavgası ile başta terörle mücadele eylemi arasında Türkiye’nin siyasi, fikri, kültürel hayatı irtifa kaybetmeyi sürdürüyor. Terörle mücadelenin açtığı eylem alanı meşruiyetini kuşku yok ki millet hayatının beklentilerinden alıyor ama terörle mücadele esnasında ülkenin geleceğini belirleyecek siyasal söylem, adımlardaki beklenti “dil”e gelmese bile millet hayatında kaygı halini artırıyor.  Siyasetin askeri eylemlerle retorik arasına sıkıştığı ortamda başka dinamik güçler durumdan vazife, etkisi yitip gitmiş umudu diri elitler ise kendi alanlarını muhkemleştirmenin imkânlarını arıyor. Dünya sistemiyle masaya oturmanın hesabını sadece terör örgütü değil, marjinalleşen kesimlerin hepsi yapıyor. Evet, Nuray Mert’in 2002 öncesine dönüp zinde güçleri “şeriat tehlikesi”yle tehdit etmesi bir yere kadar anlaşılabilir.

Şeriat tehlikesi ve tarz-ı hayat üzerinden yaşanan kavgaların siyasi hayattaki karşılığı bertaraf edilmiş simülatif derin güç paranoyası olmuştur. Fakat statüko denen yapının hem retorik kavgalardan hem Nuray Mert’i hassaslaştıran endişelerden hem de eylem yoğun gündemden yeni gıdalar aldığı muhakkak. Bu bakımdan “kafası bitlenen Tarık Akan”ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, çocukları üzerinden tehdidinin oturduğu yere, mesajla birlikte bakmakta da fayda var. Buna mutlaka Cengiz Çandar’ın gazetesinin kapatılmasından sonra verdiği röportajda Doğan grubu üzerinden İstanbul büyük burjuvazisi ve küresel sermayeye yönelttiği eleştiriler ve mesajları da eklemek lazım. Tarık Akan’ın, Cengiz Çandar’ın, Nuray Mert’in söylemi retorik gözükse de aslında dil’e dairdir, varoluşsal çırpınmayı gösterir. Gezi ile açığa çıkan demokrasi tartışması da yine bir yönüyle siyasetin imkânlarıyla millet hayatının içinde gezinen ruhun zaman zaman çarpışması kimi zaman örtüşmesiyle ilgili.

Bugün için aydının merkezileştiği ya da aydının marjinalleştiği yorumlarını yapmak mümkün. Buradaki tehlike siyasetin, siyaset dilinin marjinalleşmesidir. Siyaset marjinalleşirse böyle bir dünya sisteminde yetke bir başka siyaset yapıcı güce geçer. Türk siyasi hayatının rövanşist karakterini dikkate almadan yapılan siyasi yönelimler, belki millet hayatının irfani geleneğinde düzeltilir, tekrar doğru yöne sevkedilir ama bu aradaki süreç keskin ayrışma ve yıkımları beraberinde getirir. Post-aydın dönemde, retoriğin ekranlarda düşüncenin yerini aldığı zamanlarda, dil’sizlik yurtsuzluk manasını alır.

Dil’in çekilip, retoriğin devreye girmesiyle Çandar, Akın, Mert üzerinden geliştirilen hassasiyet noktaları meşruiyet alanını sorgulamaya başlar. Tehdit, rövanşizm, hesaplaşmaya dayalı dil kendini ekranlarda polemik ve retorikle gösteriyor. Marjinalleşen aydın ve siyasi taraflar varlık alanına girmek, yeniden devletleşebilmek, merkezleşmek için dünya sisteminin kılcallarına inmekten imtina etmiyor.

Rus modernleşmesiyle Türk modernleşmesi birbirine çok benzer. Batıcı aydınların halka bakışı batılı olmayan modernleşmelerde hep aynı; projeler, dönüşümler sürekli milletin tarihi ve köklü kimliğine yöneliyor. Osmanlı modernleşmesi, Cumhuriyet modernleşmesi birer elit-aydın projesi olarak milleti uçurumun kenarına getirip bıraktı. Millet irfanıyla, asla sadakatiyle, nümayişsiz takibiyle modernleştirici güçlerin yapıp ettiklerini izlemeye devam ediyor. Dil varlığına millet vasıtasıyla kavuşacağı günleri, millet kendi içinden çıkartacağı yeni yolları sabırla bekliyor.

[email protected]