Dilin mahiyeti ve kapasite göstergesi

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
13.01.2023

Kavramsallaştırma, soyutlukların somutlaştırılması ve somutlukların soyutlaştırılması ile gerçekleşebilir. Bu süreç mevcut kavramların anlamını sürekli gözden geçirip güncelleyerek, somut olanın anlamını açığa çıkarmakla ve soyut olanın ise göstergeler üzerinden neye tekabül ettiğinin ortaya konması ile mümkündür.


Dilin mahiyeti ve kapasite göstergesi

İnançlar ve o inançlardan türeyen tüm değerler sisteminin tamamını ifade eden dilin bütünlüğü o dili kullanan insanların genel durumlarını ifade eden en somut göstergedir. Kendisini bir inanca mensup ifade eden insanlar arasında bile, bazen uzlaşması mümkün olmayacak boyutlardaki savrulmalar, onların üst başlıkta aynı gibi göründüğü halde içeriğe dair nasıl anlam ilişkileri türettiklerini somutlaştıran dillerinde ortaya çıkar. Her dil kendi kapasitesi içinde o dili kullanana belirgin davranışlar yükler. İnsan aklının eylemi olan düşünme kavramlarla gerçekleşen bir faaliyet içinde davranışlarla açığa çıkar.

"Konuşurken el ve baş hareketleri yapanlar sadece Avrupalılardır; sanki dillerinin bütün gücü kollarındadır; buna bir de ciğerlerininkini eklerler ve bütün bunlar hiçbir işe yaramaz. Bir Frank birçok söz söylemek için çırpınıp bedenini hırpalarken, bir Türk bir an nargilesini ağzından çıkarır, yarım ağızla iki sözcük söyler ve onu bir vecize ile ezer geçer." Rousseau'nun betimlediği bu iki karakter, 'Dillerin Kökeni Üstüne Deneme' kitabının, 'Düşüncelerimizi İletmenin Çeşitli Yolları Üstüne' başlığı altında yer alır. Burada yapılan değerlendirme, kavramsal kapasitesi yeterli olmayan konuşmacı ile bu hususta yeterli olan kişinin durumunu tasvir eder. Kavramsal yetersizlikle konuşan kişinin tasviri adeta feryat figan halinde çırpına çırpına kavga eden bir kişidir. Hele onun karşısındakinin de aynı özellikleri gösterdiği tahayyül edildiğinde manzara tam bir kavga ve kargaşa ortamıdır. Bir Türk örneği üzerinden verilen örnek ise kavramsal yeterlilikle yapılan konuşmanın göstergelerini betimliyor.

Roussaeau"nun bu değerlendirmesi bana, bir takım siyasi kimliklerin veya siyasi programlarda açıklamalar yapmaya çalışan bazı konuşmacıların, ne dediklerinden bağımsız hal ve hareketleri ile çığlık çığlığa çırpınışlarını hatırlatıyor. Bu konuşmalarda öne çıkan konu, ifade edilen kelimeler ile ifade edilmeye çalışılan konular arasındaki kopukluğun, yaratılan kargaşa ortamında örtbas edilmesi olarak öne çıkıyor. İfade edilen kavramlar ve bu kavramlar ile öne sürülen iddiaların tutarsızlığı, konuya az çok aşina olan kişileri hayrete düşürecek boyutlardadır çoğu zaman. Öyle ki bu ortamın muhatapları genellikle neresinden tutulacağı bile anlaşılamayan bu tutarsızlıklarla temastan kaçınır. Cevap vermeye kalkışanlar ise tutarsızlık içinde tutunmaya çalışan çırpınışların hedefi olmayı göze almakla yüzleşir.

Ses kirliliği

Son zamanlarda, 'yönetimde çoğulculuk' söylemi böyle bir ortamda gerçekleşiyor. Onca çırpınış ve çığlıklarla oluşan ses kirliliği ayıklandığında, halkın seçtiği iktidara duyulan öfkenin, tekrarlana tekrarlanan normalleştirilmeye çalışılan 'tek adam' söylemine indirgenip, çözüm olarak da, çoğulculuğun bir devlet yönetim biçimi olarak takdimi içinde savunulduğu anlaşılıyor. Buradaki çoğulculuk ifadesi ise çoğulcu bir ortamda seçilmiş bir cumhurbaşkanı aleyhtarlığı ile bir araya gelmiş kitleleri ima ediyor. Seçilen bu kavram asla konuya tekabül etmese de buna itirazın, sen çoğulculuğa karşı mısın itirazı ile susturulmaya elverişli bir konu. Hele konunun bağırış çağırışlar içinde ele alındığını gördüğünüzde, daha başından içinden çıkılmaz, çözümsüzlüğün çözüm olarak hedeflendiği bir kaos ortamına düşmemek mümkün değildir. Laiklik kavramının içeriği de böyle bir atmosferde boşaltılarak amacın hasıl olması için darbelere varan bir şiddetin aracı haline dönüştürülmüştü. Kavramlar silah haline getirilmek için yontulmaya başlandığında kavramsal özelliklerini yitirip bambaşka aygıtlara dönüşüyor. Bunun en dramatik sonucu ise anlamını kaybetmiş kavramlar ile iletişimin kopması ve kimsenin kimseyi anlamadığı karanlık bir ortamın yaratılmasıdır. İnsan için karanlık, iletişim koptuğunda gerçekleşir ve bu durum karanlık ortamda karanlık işler çevirenler için uygun koşullar sunar. Her biri kendi söylemleri ve yaşamsallığı ile demokratik ortamın en önemli göstergesi olan çoğulcu ortamlar elbette insan olmanın kapasitesi için önemli göstergelerdir. Bunların her biri kendi kamusallığı içinde anlamlı iken, ortak bir karara varmaları çoğu zaman kaos ortamlarına dönüşür. Bu modelin en önemli destekleyicisi olarak Batı'dan koalisyon örnekleri vermek tam bir kafa karışıklığı örneği oluyor. Öncelikle verilen örneklerin toplumsal yapıları dikkate alınmadan veya Türkiye'nin parlamenter dönemine ilişkin koalisyonlara hiç değinilmeden verilen böyle örnekler büyük tutarsızlık sergiliyor. Bu örneği çok uzatmadan şu söylenebilir ki çoğulculuk bir yönetim biçimi değil, çoğulcu bir ortamda şekillenen yönetim ve yöneticinin dikkate alması gereken bir haktır.

Dünyada hiç saf dil yoktur

Rousseau'nun cümleleri 1750'li yılların ortamını ifade ediyor. Bu yazı bize, o döneme ilişkin Fransızca konuşan bir Fransız ile Türkçe konuşan bir Türk tasviri üzerinden o dönem için bu dillerin kapasitesine dair ipuçları da veriyor. Bugün Fransızların Rousseau'nun bu eleştirisini kısmen aştıklarını özellikle dillerine verdikleri değer üzerinden ve o dilde üretilen eserleri dikkate aldığımızda söyleyebilirken, bizim dilimiz ile ilişkimiz için ne yazık ki aynı gelişimi söyleyebilmek mümkün görünmüyor. Öz Türkçe saymayarak attığımız kelimelerin muhtevası bu gerilemede büyük bir yer tutuyor. Dünyada hiçbir saf dil yoktur ve tüm diller insan dili olarak birbiri ile etkileşim içindedir. Bu etkileşime girebilin diller ve o dili kullanan toplumlar insanlığın birikiminden istifade edebilen toplumlar olarak insani gelişmişliğin göstergelerini taşırlar. Aksi ise bağrışmalar ve çırpınışlarda açığa çıkan acizlikte kendini gösterir. Mevcut kavramlarına sahip çıkıp kavram üretmeyen bir toplumun iletişim ortamı da böyle bir kargaşaya düşmekten kurtulamaz.

Bireysel ve toplumsal anlaşmazlıklar çoğunlukla kelimelerin kendinde olan anlamları dışında, onlara yüklenen yapay anlamların fay hatlarında gerçekleşir. İnsana dair meseleler üzerinde konuşabilmek için öncelikle insan kelimesinin taşıdığı anlam üzerinde uzlaşabilmek gerekir. İnsan ise düşünen bir varlık olarak kendini düşüncesi ile inşa eden bir varlıktır. Akıllı varlıkların müzakere mekanı, düşüncenin nesneleri olan kelimelerin anlam dünyasıdır. Bu anlam dünyası da dilin kendisi olan ve hatta kendisini bir dille vücuda getiren millettir. Olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla dilin başına gelen her şey milletin ve milletin evi olan vatanın başına gelmiş olur.

Ortak nefret objesi

Türkiye'de var olan siyasal tartışmaların temeli de toplumsal yaşamın merkezinde olan kavramlara ne anlamlar yüklendiği üzerinden gerçekleşiyor. Milletin temsili zemininde gerçekleşen siyasal söylemin dili millet adına ve hesabına sonuçlar doğuruyor. Oysa çatışma alanlarına dönüşen anlaşmazlıkların temeli, tarafların ifadelerinin uzlaşmadan uzak içeriklerine dayanıyor. Lafız olarak hiçbir ihtilaf olmayan kavramların, içerik olarak birbiriyle uzlaşamayacak mecralara taşınması Türkiye'deki siyasal ortamın muhalefet ve müzakere zeminini mecrasından çıkarıp adeta düşmanla verilen mücadele araçlarına çevirebiliyor. Bugün ortak nefret objesi için bir araya gelenlerin yarın aynı ayrışmayı kendi içlerinde yaşaması kaçınılmazdır. Siyasal zemini oluşturan kavramların neyi ifade ettiği reel siyasetin çıkış noktasıdır. Buradan kopup keyfi bağlamlarla siyaset yapmak, kendisine benzemeyeni denize dökmekle tehdit etme noktasına savrulabiliyor.

Kavramsallaştırma meselesi soyutlukların somutlaştırılması ve somutlukların soyutlaştırılması ile gerçekleşebilir. Bu süreç mevcut kavramların anlamını sürekli gözden geçirip güncelleyerek, somut olanın anlamını açığa çıkarmakla ve soyut olanın ise göstergeler üzerinden neye tekabül ettiğinin ortaya konması ile mümkündür. Ancak bu çalışmalar da ne yazık ki ideolojik kabilelerin kendisi gibi olmayandan nefret söyleminde örtbas ediliyor. Bu konuda en köklü çalışmalara imza atmış Şerif Mardin'i anmamak eksiklik olur. Ondan esirgenen teveccühü eserlerine göstererek büyük bir açığı hızla kapatabileceğimizi düşünüyorum. Ancak önyargılarla yontulmuş sloganlar buna geçit verir mi bilemiyorum. Kişilik ve kapasiteye bakılmaksızın, bir şekilde edinilen tarafgirlik göstergesi kimliklerle varlık kazanmanın mümkün olduğu bir ortamda, insana dair iletişim mümkün değildir. Kendisi dışındakileri düşman olarak tanımlayan, Amin Maalouf'un bir kitabının adı olan ölümcül kimlikler, kendisine benzeyene merhamet, farklı olana ise gazap gösteren ses ve hareketlerin, var olmak için yeterli olduğu, kavramları da aynı algılarla yontup çıkarlarına göre şekillendiren bir aidiyetler göstergesi. Özellikle emperyalist zeminde bir coğrafyanın sömürüye açık tutulmasının en kolay yolu, böyle kabilelerin sayısının olabildiğince çoğaltılıp, bunun da çoğulculuk adı altında pazarlandığı bir tımarhane düzeni olsa gerek.

[email protected]