Din bu soruları hak etmiyor

Röportaj: Hale Kaplan
9.04.2022

Necdet Subaşı: "İnsan sadece Ramazan ayına hasredilmiş bir okuma, tefekkür ve kendine gelme çabasıyla bile kim bilir ne kadar çok nimete mazhar olabiliyor. Ama işte ihmalkarlık en kalıcı özelliğimiz ve bu mübarek günlerde dile getirdiğimiz şikayetler hep aynı: Açlık, susuzluk ve uykusuzluk."


Din bu soruları hak etmiyor

Ekran var olduğundan beri Ramazan ayında orada sorulan sorular değişmiyor. Hala orucu bozan halleri konuşmaktan manevi haz boyutuna geçemedik. Din sosyoloğu Necdet Subaşı bunun medyanın dinselliğe yüklediği lütfedilmiş statü olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Anlamaya değil açıklamaya yönelik bir tercihle din üzerine konuşanların yaratabileceği tek magazin bu."

İlk Ramazan ayınızı hatırlıyor musunuz? İlk oruçtan bugüne ne kaldı?

Tabii ki hatırlıyorum. Hatta bunu da kapsayan ve çocukluğumdan başlayarak bugünlere kadar eriştirdiğim Ramazanlarımı anlattığım bir de kitabım oldu. Zamanın Behrinde'de çocukluk evrenimin içinde mayalandığı 60'lı yılların kendine mahsus dini ve kültürel ikliminden bugüne gözlenebilir gerçekliğini kendi üzerimden takip etmeye ve kaydetmeye çalıştım. Sorunuza gelince, evet ilk oruç bugün gibi aklımda. Aile içi incelikli toleranslarla birer ısındırma olarak da okunabilecek "tekne orucu" kabilinden tuttuğumuz oruçların evveliyatı tabii ki aileme dahil olduğum tarihlere kadar gider ama tekmil oruç olarak sayılabilecek ilk niyetlenişim, sahur ve iftarım ilkokul beşin Ramazan'ında başlar. Ne kaldı deyince, kuşkusuz çok şey. Ailenizle sahura kalkıyor, kendi başınıza orucunuzu tutuyor, akşam da "Ümmet-i Muhammet"le birlikte iftar ediyorsunuz. Bundan daha güzel ne olabilir? Aidiyet, ortak neşe, sabır, mukavemet ve huzur. Bir kere saflık; içine ne riyakarlığın ne de polemiklerle yol alan bilgiçliklerin yer aldığı bir mutlu dindarlık etabı. Evet tek kelimeyle mutlu dindarlık. Bu kavramsallaştırma kimilerince yadırganabilir ama aklımda kaldığı kadarıyla Ramazan ile ilk temas kurduğumuz yıllarda sanki sadece oruç vardı ve bunun formu ya da biçimi üzerine tadımızı tuzumuzu bozacak hiçbir telkin, müdahale ve ödüllendirici seküler bir puantaj cetveli de yoktu. O günlerde yaşadığım sevinci eş zamanlı olarak annemin de babamın da etrafta tanıdığım pek çok insanın da benimle birlikte aynı düzeyde yaşadığını ne hikmetse hissediyordum. Sanki o zamanlarda ya herkes birden olabildiğince çocuktu, çocukça ilgilerle saf bir dini muhabbetin parçası olmuşlardı ya da ben dahil herkes bir şekilde oruçla birlikte büyümüş ve aynı yaşta ilerleyen olgun insanlar arasına düşmüştük. Şimdi, bu aradaki makasın olabildiğine açıldığını üzülerek müşahede ediyorum.

Ramazan ve çocukluk nostaljinin ötesinde bir bütünlük gibi... Ne dersiniz?

Çocukluk dünyası ilksel başlangıçların yegâne rampası olmasının yanı sıra görece boş bir zihin üzerine yerleşmeye başlayan yeni keşiflerle de hep akılda tutuluyor. Her şey orada başlıyor ve adım adım ilerleyen hayatımıza dahil olan dinî yaşanmışlıklar da zihnimize böylece kazınmaya başlıyor. İlerleyen yaşlarda geçmişe dair tecrübelerimizi teker teker unutsak da düşle gerçek arasında bir yerde şekillenen çocukluğumuza pek bir şey olmuyor. O bizi tabiri caizse ölene kadar takip ediyor. Ondandır Ramazan'ı insan sanırım en çok da çocukluğunda hissediyor. Allah Allah olarak, evren evren olarak biliniyor biraz da ondan. Sonra işin cılkını çıkaran o kadar çok şey zihnimizi ifsat ediyor ki artık bütün bu kargaşa içinde temiz hatıralarla olan bağımızı diri tutmak için azami derecede gayret sarf etmek zorunda kalıyoruz. Bana kalırsa insan hep aynı insandı ama dünya hiç bu kadar şirazesinden çık(arıl)mamıştı.

Ekrana hiç bakıyor musunuz bu ayda? Medyanın Ramazan programlarına notunuz kaç?

Evet tabii ki de. Türkiye'de dinî hayatın ekran üzerinde hangi temsillerle ve ne şekilde işlediğini görmek yanı sıra orada olup bitenleri değerlendirmek için Ramazan emsalsiz bir ay. Bazen bu yıl ekranlara başka kimler katıldı diye merak ettiğim de olmuyor değil ama sanırım son 10 yılı hep aynı isimlerle götürüyoruz. Kabul etmek gerekir ki toplumun genel geçer maneviyatında hiç de basite alınmayacak bir etkiyi televizyonlar üretiyor. Televizyon özel ilgi ve yönelimleri sayesinde sıradan olanla kendi arasına net bir mesafe koymamış pek çok insan için hâlâ en önde gelen bir eğlence aracı. Dinin ekrana taşınması bu beklentiler içinde alıcı bulmakta gecikmiyor. "Din eğlencesi" yaralayıcı bir terkip ama bugün sıklıkla yapılan ne yazık ki bu. Profesyonel sunucular doğal olarak ilgi ve kabul görecek bir takdimin can alıcı yerlerini arayıp bulmaya ve bütün bunlarla başka diğerleri arasında fark yaratmaya ancak bu yolla fırsat bulabiliyorlar. Ekranlarda şekillenen dini ambiyans kuşkusuz etkili oluyor. Büyük toplumun referans dünyası ardı önü 10-15 kişiyi geçmeyen ve sadece Ramazanlarda ortaya çıkan bir temsil grubunun dinî muhayyilelerine bağlı bir şekilde ilerliyor. Muhabbeti özellikle de dinî konular etrafında işlenebilecek bir muhabbeti ekrana taşıma konusunda eldeki malzemeyle yetinmenin tatminkar olmadığı açık. Televizyon ve medya üzerine yeterince emek verilmemiş bir entelektüel daralma sonuçta dini de maneviyatı da en kaba haliyle pazarlamanın yolunu arıyor. Oysa başka diğerlerinin koca bir dünyanın zihin şemalarını değiştirecek gücü en çok da bu mecrada bulduğunu ve bu konuda olabildiğince başarılı olduğunu biliyoruz. Bizimkisi hâlâ biraz çadır tiyatrosu havasında. Hatır işi, aidiyet ortaklığını bir pazar olarak yakalayan sektörel rekabet bu samimiyeti besleyecek ürünler ortaya koymakta hâlâ oldukça üşengeç.

Orucu bozan halleri hala öğrenmedik mi? Teknik detaylardan iç yolculuğa geçemedik hala.. Neden?

Evet bu ekranın da medyanın da dinselliğe yüklediği lütfedilmiş statü. Medyanın dinî müfredatı ne kitabi bilgiyle ne de toplumda kararlı bir şekilde akıp giden maneviyatla bir ortak nokta bulma peşinde. Anlamaya değil açıklamaya yönelik bir tercihle din üzerine konuşanların yaratabileceği tek magazin de bu. Bana kalırsa dinini Allah'a hasredenler ve onu azimle yaşamaya çalışanlar kulluklarına halel getirmemek adına bunları da imtihanlarının bir parçası sayıp dişlerini sıkıyorlar. Gerçekten din bu soruları hak ediyor mu? Tabii ki etmiyor.

Günlerin uzun olması nedeniyle oruç tutanların vakit geçirmekte zorlandıklarını ve cep telefonu ekranına daha fazla yoğunlaştığını görüyorum. Vakitsizlikten yakınmanın da ne kadar naylon olduğunu gözler önüne seriyor bu tablo. Vakit ile ilişkimizi nasıl analiz edersiniz?

Vakit kuşkusuz çok değerli ve başlı başına bir nimet. Ben bunu yeterince idrak edenler için hiçbir zaman yetmediğini, onu hiç fark etmeyenler için ise çarçabuk geçip gittiğini ne yazık ki oldukça geç bir zamanda öğrendim. Kabul etmek gerekir ki kıymet bilme söz konusu olduğunda önce kendimizi oturup bir güzel ayıplamamız gerekiyor. Orucun belli bir zaman dilimi içinde takdim edilmesi kuşkusuz namütenahi bir bağış. İnsan sadece Ramazan ayına hasredilmiş bir okuma, tefekkür ve kendine gelme çabasıyla bile kim bilir ne kadar çok nimete mazhar olabiliyor. Ama işte ihmalkarlık en kalıcı özelliğimiz ve bu mübarek günlerde dile getirdiğimiz şikayetler hep aynı: Açlık, susuzluk ve uykusuzluk. Ben, bu nadide vakitleri duayla, ibadetle, okumayla ve kendini bilme ve bulma çabalarıyla değerlendiren insanların çoğalmasını niyaz ederim.