Din jeopolitiği ve ‘Şia Hilali’nin Ortadoğu için anlamı

Dr. Necati Anaz - Polis Akademisi Öğretim Üyesi UTSAM Başkanı
16.01.2016

Bugün İran, ‘Şia Hilali’ni tamamlamak için var gücüyle Esad’a destek veriyorsa ve Rusya ile birlikte Suriye Türkmenlerine ve muhaliflerine saldırıyorsa bunun altında, Şia yayılmacılığının ve jeo-politiğinin Kerbela’nın intikamı üzerinden kurgulanması yatmaktadır. İran’ın Suriye’de giriştiği vekâlet savaşı Hz. Ömer’in yüz yıllar sonra ‘Şia Hilali’nden geri çektirilmesi mücadelesi olarak da yorumlanabilir.


Din jeopolitiği ve ‘Şia Hilali’nin Ortadoğu için anlamı

Tanrı’nın politikayla ilgilenmesi yeni bir durum değildir. Haçlı seferlerinde Doğu’nun üzerine ordu toplayan, Endülüs’ü barbarlardan temizleyen ve Otuzyıl Savaşlarında Almanların üçte birini yok eden de ‘siyasal Tanrı’nın kendisiydi. Afganistan ve Irak işgalinde “Born Again” (yeniden doğmuş Hıristiyan) olarak görülen George Bush’a şeytanla savaşması emrini veren de aynı kutsal makamdı. Hz İsa’nın kıyamete yakın zamanda yeryüzüne ineceğini ve gerçek Hıristiyanların onun liderliğinde Deccal’e karşı savaşacağını bir öğreti ve kaçınılmaz son olarak gören de yine Hıristiyan Evengalicanlardı.

Bu öğreti basit bir teolojik bilgiden ve kendi halinde yaşayan dindar kalabalığın masum inanç sisteminden ibaret gibi anlaşılmamalıdır. Tanrı’nın bu mezhebe bazı buyrukları da vardır ki bu buyruklar dünya siyasal sisteminin yeniden dizayn edilmesine dair mekan-siyasal ilişkisini yeniden kurgulayan ilahi bir emirdir. Örneğin, Protestan Hıristiyanlığın bu kolu, Hz İsa’nın dünyaya gelmesi için Büyük İsrail’in kurulmasını öngörür. Evengelicanlar maliyeti ne olursa olsun İsrail’in kurulması için çalıştığı gibi İsrail’in korunması için de çalışırlar. Kudüs bu mezhep için kutsal bir mekândır ve Hz. İsa’nın kuracağı krallık için bu toprakların Hz. Musa’nın çocuklarının elinde kalması hayatidir (Müslümanları Anti-Christ, -Hz İsa karşıtı- olarak görürler).

Sayıları milyonları bulan bu radikal mezhebin ABD dış siyasetini etkileyen ana damar akım olması özellikle 11 Eylül sonrası dünya için endişe verici bulunmuştur. ABD’nin son yedi başkanından dördünün (Jimmy Carter, Ronald Reagan, Bill Clinton ve George W. Bush) ‘born again’ Hıristiyanlarından olmaları ve Evengalican söylemleri bu başkanların uluslararası ilişkilerinde ve Ortadoğu politikasında önemli bir yer tutması tesadüf değildir. Edward Said bu mezhep için şöyle der: “Hıristiyan Siyonistler dünya için bir tehdittir. Bu grup akılcılığı ile Bush yönetimini etkilemiş ve şeytana karşı mücadele adına tüm toplumu boyun eğmeye ve fakirliğe ikna etmiştir.” 11 Eylül terör saldırılarından sonrası ABD’nin, terörle mücadelesini ve uluslararası ilişkilerini ahiret zamanı senaryosuna benzer ‘iyi’ ile ‘kötü’nün mücadelesine indirgenmiş teolojik bir söylem üzerinden kurması dikkat çekici ve son derece kullanışlıdır. Bir süper güç ülkesinin dış politikaya şekil veren kurucu bir unsur olarak din gramerini tercih etmesi düşündürücüdür. Bu söylem ve gramer göründüğü kadar masum değildir. Teolojik söylemler üzerinden ‘ötekine’ ait coğrafyaları milyonların tahayyülünde terörle eşleştirilen bir coğrafya olarak kurgulandığında siyaset yapımcılarının işleri de kolaylaşır. Bu halde ne Afganistan’a ne de Irak’a yapılan askeri harekât insanların zihninde sorgulanır. Çünkü yapılan savaş iyinin kötüyle yaptığı ve Tanrı’nın onayladığı bir savaştır. Bu durumda Tanrı’nın sizinle aynı safta olması yeterlidir. Bu savaşta dünyanın karşınızda olması artık bu noktadan sonra çok mühim değildir.

Şia ve Ehl-i Sünnet çekişmesi

Benzer teo-jeopolitik yaklaşımlar doğu coğrafyasında da mevcuttur. Yani, dinin mekân üzerinde şekillendirici ve sınıflayıcı emri ve tavsiyeleri İslam’ın ilk dönemlerindeki yeni bölgelerin ve kültürlerin İslam’la tanışması dönemine kadar gider. En bilinen örneği bugün güncelliğini hala taze tutan mezhepler üzerinden yürütülen siyasi coğrafyaya dair bölgesel çarpışmalarda görmekteyiz. Şia ve Ehl-i Sünnet çekişmesi bu duruma bir örnek teşkil ederken temeli İslam’ın ilk yıllarına kadar giden siyasal olayların gelişimine dayandırılmaktadır. Kerbela olayında Hz Ali’nin oğlu ve onun etrafındaki küçük grubun Yezidi’nin askerleri tarafından katledilmesi ‘Hz Ali taraftarları’ olarak bilinen ve bugün Şia mezhebi ve onun değişik fraksiyonlarının temsil ettiği İslam’ın aktivist ve siyasal boyutunun doğuşunu hazırlar. Bu olay aktivist İslam’ın başlangıç noktalarından sayılır. Bu olay için üretilen hikâyeler ve tekrarlar üzerinden kurgulanan söylemler Sünni İslam’ın ‘ötekisi’ olarak Şia ve Alevilikte karşılık bulur. Artık Kerbala üzerinden üretilen yeni hayali coğrafyalar, mazlumların diyarını temsil eden kutsal bir toprak olarak görülür. Bu coğrafya her daim ağlayan ve acı çeken bir coğrafyadır. Ta ki öngörülen imamın ve/veya mehdinin yeryüzüne gelip dünya siyasal düzenine yeniden bir çeki düzen verene kadar Kerbala coğrafyası acı çekmeye devam eder. Hıristiyan Evengalicanlarına benzer bir şekilde İmam/Mehdi’den iyilerin adına kötülerle savaşarak Hz Ali’den kaçırılan hilafeti yeniden inşa etmesi ve İslam topraklarını birleştirmesi beklenir. Yine burada da din ve siyaset toprak üzerinden şekillendirici bir unsur ve diğer din ve mezheplerin aleyhine yayılmacı bir hal almaktadır. Bu mazlumiyet ve masumiyet üzerine inşa edilmiş jeopolitik söylem ve dünya düzeni hiç kuşkusuz Pers merkezli ve kadim İran imparatorluk kültürünün modern bir tezahürüdür. Malum, güçlü Pers topraklarının İslam ordusu tarafından fethedilmesi çok zor olmamıştı ancak Pers kültürünün İslamlaşması hala tamamlanamamıştır.

Peki, tüm bu karşılaştırmalı olarak aktarılan teo-jeo-politiğinin güncel yansımaları nelerdir. Biliniyor ki Şii İran’ın Ortadoğu’ya dair jeopolitik arzuları son imamın gelmesini bekleyemeyecek kadar hevesli ve şiddetlidir. 1979 devrimiyle din-siyaset bütünleşmesini tamamlayan İran, nüfuz alanını genişletmek için kolları sıvar. Mezhep üzerinden yürütülen yayılmacı siyaset İran için hayatidir ve ahir zaman siyasal bütünleşme için kaçınılmaz bir stratejidir. ABD, kendi elleriyle 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleriyle İran’ın kadim hasımlarını ortadan kaldırmış ve ‘İran momentumu’ denilen siyasal yayılmaya elverişli şartları yaratmıştır. Bu çerçevede Irak’ta Sünnileri temizleyen siyasal irade iş başına getirilmiş ve İsrail’e karşı mücadele eden aktör olma üzerinden market değeri yükseltilen Lübnan Hizbullah’ının güçlendirilmesi ve Suriye’de Esad lehine görevlendirilmesi yine bu İran yayılmacılığı jeopolitiğine yarayan bir durum olmuştur. Bugün İran, ‘Şia Hilali’ni tamamlamak için var gücüyle Esad’a destek veriyorsa ve Rusya ile birlikte Suriye Türkmenlerine ve muhaliflerine saldırıyorsa bunun altında, Şia yayılmacılığının ve jeo-politiğinin Kerbela’nın intikamı üzerinden kurgulanması yatmaktadır. İran bugün Kerbela’nın öcünü Sünni coğrafyaları temizleme üzerinden almaya çalışmaktadır. Hatta İran’ın Suriye’de giriştiği vekâlet savaşı Hz Ömer’in yüz yıllar sonra ‘Şia Hilali’nden geri çektirilmesi mücadelesi olarak da yorumlanabilir.

Kerbela’nın intikamı mı?

Dinlerin/mezheplerin uluslararası ilişkilerin inşasında ve bu ilişkilerin sürdürülmesinde kültürel bir done olarak kabul edildiği artık bugün genel kabul görmüş bir yaklaşımdır. Ancak ‘ötekine ait’ din ya da mezhep üzerinden milyonların zihninde kendi hayali cemaat ve coğrafyasının yaratılması noktasında mezhepler özel bir öneme sahiptir. Tıpkı Avrupa coğrafyasının bir Hıristiyan dünyasına dönüşmesinde İslam’ın Avrupa’nın içlerine Endülüs’ten ve Viyana’dan girmesinin tetiklediği düşünülüyorsa, bugünde, ‘Şia Hilali’ni hayali coğrafyadan jeopolitik bir realiteye dönüştürmek için İran’ın Ortadoğu’da ‘Sünni öteki’ üzerinden inşa etmeye çalıştığı çatışmacı mezhep-kimliği oldukça başarılı bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceleri ‘mağdur’ söylemi üzerinden siyasal retoriğini kurgulayan İran, Ortadoğu’da özellikle Arap Baharı sonrası oluşan kaos jeopolitiği sürecinde bu durumu stratejik avantaja çevirmek ve olası ‘yeni Ortadoğu’ dizaynında eli güçlü bir şekilde masaya oturmak istemektedir. Bu bağlamda beyin ölümü gerçekleşmiş Esad rejimine yaşam ünitesi olmak İran-Şia jeopolitiği için hayatidir. İran için bu bitkisel yaşam durumu Suriye’de ve Irak’ta taşların yerine oturmasına kadar devam etmesi ihtiyaç duyulan bir süreçtir. 

Mezhep yayılmacılığı

Suudi Arabistan-İran krizi tam da bu noktada Ortadoğu’nun mezhepler üzerinden yeniden çatışma bölgesine dönüşmesi akıllara teo-jeopolitik rekabet temelinde sürdürülen bölgenin yeniden dizaynı tartışmaları gelmektedir. Ancak bu rekabetçi-çatışma durumu bir taraftan Rusya ve koalisyon güçlerinin Suriye’ye daha fazla yerleşmesini sağlarken diğer taraftan da Sünni-Şia farklılığını kimliksel krize ve jeopolitik çıkmaza sevk ederek İslam dünyasında kalıcı kanyonlar oluşmasına neden olmaktadır. Mezhepler üzerinden sürdürülen yayılmacı ve çatışmacı jeopolitik binlerce insanın malına ve canına mal olurken petrol doları üzerinden ekonomik refahını devam ettiren Körfez ülkelerini de Batı ülkelerinin himayesine sürüklemekte ve telafisi mümkün olmayan işbirliklerini zorlamaktadır. En bilinen etkisi, Şia tehdidi devam ettikçe Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşması kalıcılaşırken ABD’nin literatürden kalkan silahları da Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin envanterindeki yerini bulacaktır.

Dinin/mezhebin milyonlarca insanı mobilize eden -milliyetçilikten sonra- en etkin araç olması hasebiyle dinsel/mezhepsel çatışmalar Ortadoğu’da jeopolitik şehvetlerin kullanışlı birer enstrümanı olmaya devam edecektir. Bu yeni bir durum değildir. Mızrakların ucuna Kuran ayetlerini takarak siyasal bir saldırıya daha siyasal bir cevapla karşılık vermek ne kadar anlaşılır ise bugün de mezhepsel ayrışmadan kalıcı coğrafi kimlikler inşa etmek o kadar anlaşılır olmalıdır.  Bu manada Şia jeopolitiği İran için ne kadar kurucu bir söylem ise İran’ın stratejik yayılmacılığı için de aynı derecede meşrulaştırıcıdır.

[email protected]