Dindar mı ‘dindara saygılı’ anayasa mı?

Abdülkadir Özkan - Yazar
30.04.2016

Ara dönemlerden kalma alışkanlıklarla tanımlanmış laiklik anlayışının günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir modelle ele alınıp tartışılması Türkiye’nin geleceği adına ‘kaygı verici’ olmaktan öte ‘umut vericidir’. Yeter ki ‘fikrî tartışmalar’ ‘kısır ideolojilere’ kurban edilmesin.


Dindar mı ‘dindara saygılı’ anayasa mı?

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman’ın İstanbul Üniversitesi’nde İslam Ülkeleri ve Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” konferansındaki “dindar anayasa” çıkışı yeni bir siyasi tartışmanın fitilini ateşlemiş gibi görünüyor. Türkiye’nin “entelektüel birikimi” konuyu şimdilik tartışa dursun; ilk açıklamasında kişisel kanaati olduğunu ifade eden Meclis Başkanı Kahraman “laiklik maddesinin yer almadığı dindar anayasadan” neyi kastettiğini ilerleyen günlerde daha mufassal bir şekilde izah edecektir.

Hazır tartışmanın fitili ateş almışken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2011 yılında yaşanan “Arap Baharının” ardından bölgeyi ziyareti sırasında dile getirdiği “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum” sözleri doğrultusunda dünya ölçeğinde “laikliğin” nasıl yorumlandığına bakmakta fayda var.  

Din karşıtlığı algısı

“Laiklik” genel manada hem Türkiye’de hem de pek çok İslam ülkesinde dindar kesimlerin “baskı altında tutulması” için uzun yıllar “araçsal” kullanımıyla “moderniteden tevarüz ettiğine inanılan bir din karşıtlığı” olarak algılanmaktadır. Türkiye örneğinden yola çıkılacak olursa dindar kesimlerdeki bu yerleşik algı kendiliğinden oluşmuş, sıradan, sebepsiz bir durum değil elbette. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde kendine yer bulan “laiklik”, pozitivist, aydınlanmacı toplumsal projenin en önemli parçası olarak uygulanmıştı. Laik dünya görüşünü kendisine hayat düsturu haline getiren tek parti dönemi siyasal seçkinleri, laikliği toplumsal bir uzlaşma aracı olmaktan
çok, topluma her türlü dini duyarlılıktan uzak bir “biçim verme” politikası olarak sahneye koymuştu. Bireye değil devlete özgü bir “duruş” olması gereken “laikliğin” kendi “şahıslarında mündemiç” olduğunu kabul eden “siyasi anlayışların” dindar kesimlere “laiklik” tanımıyla uyguladıkları “despotik ve otoriter” yönetimin en son örneği olan “28 Şubat Darbesi” hafızalardaki tazeliğini hala koruyor. Hal böyle olunca dindar kesimlerin “laikliği” bir “din karşıtlığı” gibi algılamasını geçmişte yaşanan “travmatik” gelişmelerin bir sonucu olarak görmek gerekiyor.

Şirazesi kaymış laiklik

Meclis Başkanı’nın hangi tanımlama içinde böyle bir açıklama yaptığını bilemiyoruz, ancak üzerinde durulması gereken iki önemli nokta olduğu muhakkak. Birincisi “laikliğin” özü itibariyle geçmiş kötü tecrübelerin aksine “din karşıtlığı” olmadığı, ikincisi ise farklı dinsel grupların anayasal teminat altına alınabilmesi için yazılı metinlerde salt laiklik ilkesine yer verme zorunluluğu olmadığı gerçeği.

Birinci noktayı izah ederken Rahmetli Özal ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın farklı zaman ve zeminlerde dile getirdikleri “laiklik tanımı” her türlü “yorum istismarına” kapıları kapatması bakımından çok önemli. Başbakan olarak hacca gittiğinde, “Laik bir devletin Başbakanı olarak nasıl hacca gidersiniz” sorularına muhatap olan Rahmetli Özal, bu soruya verdiği “Laiklik devletin uygulama standardıdır, dindarlık ise kişinin inancını yansıtır. Hacca gitmek dindarlara göre farzdır. Dindarlığımızın gereğini yapmaya geldik” cevabıyla laikliği kişiye özgü değil bir “devlet duruşu” olarak tanımlamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2011 yılında Mısır, Tunus ve Libya’da dile getirdiği
“Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın” çıkışı ise “muhafazakar ve sağ” gelenekten gelen bir başka siyasetçinin “şirazesi kaymış” laiklik tanımlamasını “aslî mecrasına” yeniden oturtma çabası olarak kabul görmüştü.  

Ali Fuat Başgil’in “ne münkirliktir ne de hususiyle din düşmanlığıdır” şeklinde izah ettiği, uzun yıllar Maarif müfredatında “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak karşımıza çıkan, ara dönemlerde vesayet kurumlarının siyasete müdahale gerekçesi olarak adeta “demoklesin kılıcına” dönüşen laikliğin Batı’daki örneklerinden hareketle tanım ve uygulamalarında çeşitli farklılıkların olduğu söylenebilir. -Avrupalı siyasetçilerin neredeyse her uluslararası toplantıda Türk delegasyonlarını, “zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ve Diyanet” özelinde “laikliği” ihlal eden bir ülkenin temsilcileri olarak itham etmesi Batı’daki “örnek çeşitliliğinin” daha bir dikkatle incelenmesini gerekli kılıyor.-

Zaman zaman “kilise ile içli dışlı” bir zeminde yol alan Batı’daki laiklik uygulamalarını daha net anlamak bakımından Niyazi Berkes’in kavrama ilişkin dillendirdiği tanımlamayı bir kenara not etmek lazım. Berkes, din-devlet ikilemine dayanan “laiklik” teriminin, Hıristiyanlığın ilk mezhebi olan Katoliklik içinde geliştiğini ve bu nedenle de Osmanlı-Türk toplumuna pek uygun düşmediğini belirtir. Berkes’e göre “Laicisme sözcüğü Katolik Hıristiyanlığın yayıldığı halkların dilinde, özellikle Fransızca’da kullanılır ve kökenine bakılırsa “halksallaştırma” demektir. Çünkü kaynağı olan eski ve Hıristiyanlık öncesi Grekçedeki laos, laikos sözcükleri Hıristiyanlık döneminde klericus, yani
din adamları dışında olan kişiler için kullanılırdı. Modern Fransızca’da “laicisme” din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere, dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme davasıdır.” Berkes, değerlendirmesinin devamında İslam’da, Hıristiyanlıktaki gibi “din-devlet ikilemi” olmaması nedeniyle laiklik sürecinin Müslüman toplumlar için yersiz ve gereksiz olduğuna da hükmedilemeyeceğini söyler.

Batı’da laiklik örnekleri...

Şimdi, Fransa, Birleşik Krallık, Almanya ve Birleşik Devletler’de uygulanan laiklik örneklerine bir göz atalım:   

Fransa: 1958 Anayasasının 1. Maddesinde laikliğe yer veren Fransa’da, Müslüman öğrencilerin okullarda “başörtüsü” ile derse girmesi ve hatta öğrenci velilerinin okul gezilerine başörtüleri ile katılmaları laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanırken Katolik Okullarında öğretmenlerin maaşları devlet tarafından karşılanmaktadır.

Birleşik Krallık: Anayasası’nda laiklik bulunmayan Birleşik Krallık’ta 1688’de uygulamaya konan Taç Giyme Yasasına göre Kral yahut Kraliçe’nin Anglikan Kilisesi inancını savunmaya yemin ederek taç giymesi zorunludur. İngiltere Kilisesinin ruhani vaizleri olan piskoposlar “Ruhani Lordlar” sıfatıyla Lordlar Kamarası’nda sandalye sahibi olup tartışmalara katılmakta, bütün ülkeyi etkileyen kararlar için ihtilaflarda oy kullanabilmektedir. Parlamentonun dua ile açıldığı Birleşik Krallık’ta Kral yahut Kraliçe taç giyme töreninde ülkenin en büyük manastırı olan Westmister Abbey’de Canterbury Başpiskoposu tarafından kutsanmış yağ ile meshedilir ve Tanrı’nın yasaları ile İncil’in
doğru açıklamasını devam ettirmeye, Protestanlığı sürdürmeye ve korumaya yemin etmek zorundadır. Ayrıca İngiliz Kralı yahut Kraliçesi Anglikan Kilisesinin de “başı” kabul edildiğinden ülkedeki en “üst düzey dini otoritedir.”

Almanya: Anayasasında laiklik maddesi yok. Ülkede bir devlet kilisesi bulunmuyor; toplumsal sözleşmede devlet ve dinsel topluluklar arasındaki ilişki bir ortaklık olarak tanımlanmış. Çoğunluğu Katoliklerden oluşan dinsel topluluklar, yasal bir işbirliği statüsü ile kilise üyelerinden “gelir vergisinin” yanı sıra “kilise vergisi” tahsil etme hakkına da sahip.

İncil üzerine yemin etme

Birleşik Devletler: Anayasasında “laiklik” ibaresi bulunmadığı halde “laik hukukla” yönetilen Birleşik Devletlerin federal düzeyde bir devlet dini bulunmuyor. Bütün dini gruplar “kongre, dini bir kuruma ilişkin veya serbest ibadeti yasaklayan; ya da ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü kısıtlayan; ya da halkın sükûnet içinde toplanma ve şikâyete neden olan bir halin düzeltilmesi için hükümetten talepte bulunma hakkını kısıtlayan herhangi bir yasa yapmayacaktır” ilkesiyle garanti altına alınmış. Ayrıca, Birleşik Devletler Başkanı’nın göreve seçilmesinin ardından ant içme törenlerinde ve mahkemelerde “İncil üzerine yemin etme” alışkanlığı ise devam etmekte olan bir ge
lenek.

Yukarıdaki örneklerden de görülebileceği gibi, “laiklik” yahut “laik hukuk sistemleri” farklı dini tezahürleri “özgürlük sınırları” içerisinde teminat altına aldığı sürece bir “değer” ifade ediyor ve toplumsal “huzura” katkı sağlıyor. Birleşik Devletler’de ilkesel bir duruş olarak kabul gören uygulama sayesinde farklı inanç grupları dinsel ritüellerini özgürce yaşama hakkına sahipler. -11 Eylül sonrası oluşan konjonktürel değişimi arızî bir durum olarak kaydetmek gerekiyor.- Aksi halde Fransa örneğinde olduğu gibi “farklı dinsel gruplara özgürlük alanı bırakmayan” bir laiklik tanımlaması başka inançları “baskılama” olarak tezahür ediyor ki uzun yıllar travmatik sonuçlar doğuran
Türkiye uygulaması bu kötü uygulamanın örneklerindendir.

Sonuç olarak; çağın ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir toplumsal mutabakat metnine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bugünlerde Türkiye’nin entelektüel birikiminin hamasî, ideolojik, siyasi, politik her türlü ayrışmalardan uzak Türkiye’yi geleceğe taşıyacak “dine ve dindara saygılı” “yeni bir anayasa” üzerinde kafa yorması zorunlu. Ara dönemlerden kalma “alışkanlıklarla” tanımlanmış “laiklik” anlayışının günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir modelle ele alınıp tartışılmasının Türkiye’nin geleceği adına “kaygı verici” olmaktan öte “umut verici” olduğunu itiraf etmek lazım. Yeter ki “fikrî tartışmalar” “kısır ideolojilere” kurban edilmesin.

[email protected]