Dinde sahte otoriteler

Prof. Dr. Bedri Gencer / Yıldız Teknik Ünv.
7.05.2016

Toplum için asıl tehlike, şeyh taslaklarından ziyade doğrudan dini öğretme mevkiindeki âlim taslaklarıdır. “Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder” sözlerinin ve şu hadisin belirttiği gibi: “Nice hâmil-i fıkıh (fıkhı yük olarak taşıyan) vardır ki fakih (fıkhı yaşayan) değildir.”


Dinde sahte otoriteler

Son yıllarda Türkiye’de yaşanan korkunç ahlakî yozlaşma, özellikle din ve dil alanına yansıyor. Dil alanındaki tedennî, sanal medyanın dipsiz kuyularında kaynayıp gidiyor, pek fark edilmeden Türkçe her geçen gün ölüme doğru gidiyor. Ancak din alanındaki tedennî, toplumu uçlara savuruyor. Bunun ana sebebi, peygamber varisi âlim ve şeyhlerin câmiye bağlı medrese ve tekke gibi kurumlar sayesinde yaşattığı “sünnet olarak din” anlayışının çözülmesi. Bunun vahim sonucu ise dinde miyarın kaybı, tuz ile toz şekerin karışması gibi hakikî ile sahtenin, sapla samanın birbirine karışması, sû-i misalin emsal olması, dinde bir şeyin istismarının tenkidinin o şeyin ıslahı talebi yerine hemen inkârına yol açmasıdır. Mesela mezhep taassubu ve istismarının mezhepsizlik çağrısına, tasavvufun istismarının tasavvuf karşıtlığına dönüşmesinin örneklerini son günlerde sıkça görüyoruz. Bunların güya İslâm’ın istismarına tepkinin bizzat İslâm düşmanlığına dönüşmesinden ne farkı var? Bu, içindeki arızalı kısımları tamir etmek yerine bir evi tamamen yıkmaya benzer. Ne yazık ki samimi Müslümanlar işin doğrusunu anlatıncaya kadar bu suikastlar yapacağı zihnî tahribatı yapıyor; geçiyor, ama delip de geçiyor.

Halkı kandıran sahte şeyhler şikâyeti, ülkemizde bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten beri gündemde. Sahte şeyhler, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra âdeta İstanbul’u istilâ etmişti. Ancak aşağıda saydığımız sebepler, bizi tasavvufun istismarıyla ilgili bu eleştirilerin samimiyetinden şüpheye sevk ediyor.

Birincisi, ümmetin büyüklerinden gelen sayısız farklı tarifin de belirttiği üzere tasavvuf, İslâm’ın özüdür ve bundan dolayı iki ucu keskin kılıç gibidir; istifadesi kadar istismarı da mümkün ve büyüktür.

Şeriatsız hakikatçiler

İkincisi, sûfîler, dindeki bu kritik öneminden dolayı tasavvufu Kitab ve Sünnet gibi iki sağlam temele oturtmuşlar, sıkı ölçü ve ölçütler koymuşlar ve sağlam bir (öz)eleştiri kültürü geliştirmişlerdir. “Hâcegân (Hocalar) silsilesi”nden anlaşılabileceği gibi, “ashâb ve ulemâ tarikatı” denen Nakşibendilik, bu konuda titizliğiyle öne çıkmıştır. Merhum M. Osman Akfırat’ın Ali Arslan tarafından Türkçe’ye Erenlerin Kalp Gözü adıyla çevrilen 1923 (1341) tarihli Basîratü’s-Sâlikîn ve Hetkü’l-Mâkirîn min ‘Ulemâi’s-Sûi ve’l-Meşâyihı’l-Mübtedi’în adlı eseri, tasavvufun içindeki eleştiri geleneğinin güzel bir örneğidir. Günümüzde tesettür gibi dinin şiarlarından sayılan Allah’ın emirlerini inkâr eden şeriatsız ve tarikatsız hakikatçiler, zaten samimi Müslümanlar tarafından mahkûm edilmiştir.

Şeyh uçmaz mürid uçurur

Bu arada İslâm’da hikmetin zirvesi sayılan İbnü’l-’Arabî gibi bir veliye dil uzatanlara “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim” sahih kudsî hadisini hatırlatırız. İslâm tarihi, İbnü’l-’Arabî’ye dil uzattıktan sonra gördüğü rüyalarla pişman olanların ibretli kıssalarıyla doludur. Sadruddin Konevî’nin Evhadüddin Kirmânî ile İbnü’l-Arabî’yi kasd ederek “Ben, iki anadan süt emdim” dediği rivayet edilir. Osmanlı münevverleri de bunu “Biz iki anadan süt emdik; İbnü’l-’Arabî ile Mevlânâ” olarak ifade etmişlerdir. Son yıllarda bir taraftan “şeriatsız hakikatçılar”, diğer taraftan “hakikatsiz şeriatçılar” (İslâmcılar) diyebileceğimiz iki uç kesimin de Anadolu irfanının bu iki mimarına saldırması tesadüf değildir. 

Üçüncüsü, “et-Turuku küllühâ âdâbün” (Tarikatlar, edeplerden ibarettir) sözünün belirttiği üzere, tasavvuf, cemiyetin ana ahlakî eğitim kanalıdır. İmâm-ı Rabbânî gibi ümmetin büyüklerinin hep vurguladığı bu hakikati biz, “Din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuf” olarak formüle ettik. Yakınlarda TRT’de gösterilen Yunus Emre dizisi toplumda tahmin edilemeyecek kadar olumlu yankı buldu. Öyle ki, TRT’de çalışan bir arkadaşımın rivayetine göre, kanalı arayan birçok seyirci dizideki şeyhin nerede olduğunu sorarak onunla tanışmak, bağlanmak istediklerini söylemişler! Bu, tasavvufî irşadın vazgeçilemez bir fıtrî-içtimaî ihtiyaç olduğunun çarpıcı bir delilidir.

Dördüncüsü, ahlakî irşad temel bir manevî ihtiyaç ise insan ve cemiyet, bu ihtiyacını dinî veya seküler, meşrû veya gayr-i meşrû bir şekilde karşılama mecburiyetini duyacaktır. Mesela bugün “sahte şeyh” denince hemen postta oturan geleneksel şeyhler anlaşılıyor. Hâlbuki irşad insanın fıtrî bir ihtiyacı ise değişik ad ve kılıklarda bir şeyhi olmayan yoktur. Bugün özellikle gençlerin, insanların etkilendikleri, örnek aldıkları müteşeytın şeyh, bir yaşam koçu olduğu gibi, bir yazar, şarkıcı, futbolcu, siyasetçi, hoca kılıklı ajan olabilir. Madonna bile Kabalacı Yehuda Berg’i şeyh edinmedi mi? Türkiye gibi Müslüman bir ülkede sosyete tarafından yogacı Budist şeyhler edinmek yadırganmazken Müslüman şeyh edinmek niçin yadırgansın?

Beşincisi, her müessese resmî ve meşrû bir çerçevede sağlıklı işler, “yeraltına indiğinde” yozlaşma riskine uğrar. Dolayısıyla bugün birtakım tarikatlarda istismar varsa bu şahsî sapmalardan ziyade ulus-devletleri çağında köklü medrese ve tekke geleneğinin çözülmesinden kaynaklanır. Malum, tabiat boşluk kaldırmaz, bir şeyin hakikisi yok olduğunda sahtesi yerini doldurur. Son Osmanlı devrinde tekkeleri denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i Meşâyıh hangi ihtiyaçtan doğmuştu? O halde sahte şeyh ve tarikatlar yerine asıl bunların zuhuruna imkân veren ortamı eleştirmek, cemiyetin ahlakî eğitiminde gördüğü ikame edilemez işlevinden dolayı tasavvuf kurumlarının yok edilmesi imkânsızsa, istismarlara yol açacak imhâ tutumu yerine, onları tanıma ve düzenleme yoluna gitmek gerekmez mi?

Altıncısı, irşad denen “uçmak” insanın fıtrî bir ihtiyacı ise “uçurmak” da tabiî bir eğilimidir; “Şeyh uçmaz mürid uçurur” sözünün belirttiği gibi. Ancak kendini bilen bir şeyh, Seyyidü’l-’Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Meddahların yüzüne toprak saçın” [Müslim, Tirmizi] emrince bu tür tavırlara izin vermez. Bu hususta “ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîn” (kamuoyuna yansıyan ve bizzat bildiğim) vakıf olduğum iki örnek verebilirim. Bizzat bildiğim bir örnek olarak yakında rahmet-i Rahman’a kavuşan merhum hocamız Ahmed Yaşar (1934-2016)’ı anabilirim. Merhum, kendisi odaya girdiğinde bile ayağa kalkılmasına, kendisine “hazretleri” gibi tazim ifadeleriyle hitap edilmesine kızan, ister binlerce, isterse üç kişi olsun, anlatacağı doğruyu her kesime aynı şuurla anlatan, hayatında bir kere bile elini kolunu sallayarak abartılı hareketler yapmayan, edeb, itidal ve istikameti asla elden bırakmayan bir mücahid veliydi.

Bu hususta muhterem büyüğüm -ve hemşerim- Osman Nuri Topbaş’ın kamuoyu açıklaması da takdire değerdir: “Son zamanlarda şahsım hakkında yapılan birtakım aşırı iltifatlarla dolu, şiir ve ilâhilerle süslenmiş, çeşitli resim, slayt ve videolar internette yayınlanıp yayılmaktadır. İyi niyetle de yapılmış olsa, bu tür aşırı iltifat ihtiva eden yayınları aslâ tasvip etmediğimin, bunlara hiçbir şekilde izin ve rızam olmadığının, o yayınlarda ifade edilen aşırı yüceltmelerle uzaktan-yakından bir alâkamın bulunmadığının, siz kardeşlerim tarafından bilinmesini arzu ederim. Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği; gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan ve reklâm edercesine yapılan bu tür övgü ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan her şey gibi, şahsıma gösterilen “aşırı muhabbet ve hürmeti” de son derece mahzurlu bulduğumu, tekrar ve açıkça ilan ederim.

Yedincisi, genel kaide olarak “sû-i misal emsal olmaz”, bu gibi “hüsn-i misaller emsal olur.” Varsa tasavvufu istismar eden şeyh ve tarikatların istismarı, bütüne teşmil edilemez. Bu konuda işin hakkını verenler dâhil herkesi töhmet altında bırakacak hedefi belirsiz serseri atışlar, iyi niyete haml edilemez. Bu eleştirileri iyi niyetle yapanlara düşen, tasavvufun doğrusunu, hakkını verenleri arayıp bulmaktır.

Sekizincisi, “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” fehvâsınca, tarikatlara bağlı cemaatlerin işlevine, toplum için ürettikleri faydaya bakarak işin hakkını verip vermedikleri anlaşılabilir. İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa, Menzil ve diğer tüm sünnî cemaatlerin topluma yaptıkları faydalı hizmetleri inkâr mümkün mü? Tasavvufu istismar (!) edenler bu kadar fayda üretebilirler mi?

Asıl tehlike âlim taslağı

Dokuzuncusu, toplum için asıl tehlike, şeyh taslaklarından ziyade doğrudan dini öğretme mevkiindeki âlim taslaklarıdır. “Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder” sözlerinin belirttiği gibi. Ben, Seyyidü’l-’Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdan şeyh taslaklarıyla ilgili değil, ama fakih taslaklarıyla ilgili bir hadis hatırlıyorum: “Nice hâmil-i fıkıh (fıkhı yük olarak taşıyan) vardır ki fakih (fıkhı yaşayan) değildir.” Allah Rasûlü’nün burada âlim yerine hâmil-i fıkıh ve fakihlerden söz etmesi, günümüz açısından ne kadar mânâlı. Zira bugün en azından eleştirilecek şeyhler olsa da eleştirilecek âlimlerin varlığı şüpheli; medreselerin kapanmasıyla âlim neslinin tükenmesinden sonra açılan ilahiyat fakültelerinden çıkan ilahiyat profesörleri âlim değil, akademisyen kategorisine giriyor.

Ne hazindir ki bugün hadiste geçen ne fakih, hatta ne hâmil-i fıkıh, ancak “İslâm hukuku profesörü” kaldı. “İslâm hukuku profesörü” tabiri ise haddizatında yaman bir çelişkiyi barındırır; zira bir kilise unvanı olan “profesör” aslında “papaz” demektir. Bugün üniversite ve diyanet mensuplarının giydiği kolu bantlı cübbeler de aslında kilise hiyerarşisini gösterir. Bir zamanlar birinin “Bana general değil, paşa deyin” dediği gibi, ilahiyat profesörlerinden de “Bana entelektüel değil, hoca deyin” diyenler çıkabilir. Ancak bu ülkede antrenörlere, koreograflara da “hoca” denmiyor mu? Dilimizdeki “Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin” sözünün belirttiği üzere, eskiden şahitliği bile kabul edilmeyen sakalsız kişilerin hoca sayılmasıyla “hoca, hocaefendi” kavramlarının içi boşaltılmadı mı? Vel-hâsıl, günümüzde bütün kavramların içi boşaltılmış durumda. Ancak hadisteki “hâmil-i fıkıh” tabiri, fıkhı yaşamaktan ziyade yük olarak taşıyan günümüz İslâm hukuku uzmanlarına tam uyuyor.

Çağımızda Cemaleddin Afgânî’nin açtığı çığırda “dinde mühendislik” yolunda teolojik olarak İslâm hukukçuluğu, ideolojik olarak İslâmcılığı tamamlıyor; ikisi de “fıkıhçı modernleşme” denen şeyle toplumu sekülerizm yönünde dönüştürüyor. Sultan Abdülhamid’in İngiliz ajanı olduğu için göz hapsine aldığı Afgânî hayranı birinin hadiste kasd edilen mânâda fakih olması imkânsızdır; Afgânî gibi birinin peşinden giden, istikamet ve felah bulamaz. Evet, hadisin belirttiği fıkıh hâmillerinin fetvalarıyla bu toplum bozulmadı mı? Erkeklere altın alyans, ev için kredi (faiz), namahremle tokalaşma gibi hususlarda ibahî fetvalarla bu toplumu harama onlar alıştırmadılar mı? Allah rahmet eylesin, Ahmet Davudoğlu ve Sadrettin Yüksel gibi mücahid âlimlerin vefatından sonra meydanı boş bulanlar, yıllarca din (ilahiyat ve diyanet) camiasında mafya-vârî bir saltanat sürdüler, kendi din anlayışlarına aykırı gördükleri ehl-i sünnete hayat hakkı tanımadılar. Yıllarca İngiliz ve Acem paraleliyle iş tuttuktan sonra mağdur rolü oynayanlar da bunlardı. Hâsıl-ı kelam, sahte şeyhleri dert edinenlerin önce aynaya bakmaları gerekir. Hedefi belirsiz serseri atışlar, sonunda bumerang gibi dönüp sahibini vurur.

[email protected]