Dine ayar çekenler din adına ahkam kesenler

Dr. Necdet Subaşı/Yazar
13.04.2014

Türkiye’de dinin ve devletin yeni bir celsede aralarındaki soğukluğu en aza indirecek bir müzakereye doğru ilerledikleri açıkça fark ediliyor. Devlet din alanındaki muhasarayı kaldırırken toplum da iğva ve desiselerle maneviyatı çarçur edilmiş bir geçmişe rağbet etmek yerine gündelik hayatı sağlam ideallerle inşa edecek bir zihinsel inkılap için hakikat temsillerinin müktesebatını, sicil ve muhteviyatını gözden geçiriyor.


Dine ayar çekenler din adına ahkam kesenler

Yerel seçim sürecinde başlayan ve birkaç ay içinde bütün Türkiye’yi rehin alan tartışmalardan sonra ülke, yeni bir gerilimle karşı karşıya. Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi mevcut durumu daha da derinleştirecek muhataralı bir mevzi alanı olarak dikkat çekiyor.

Gezi olaylarıyla başlayan süreçte din ve devlet ilişkileri, kapsamlı bir şekilde olmasa da sık sık sorgulanan boyutlarıyla her zaman gündemde yer aldı. Dinin siyasi ve kültürel bağlamlardaki yeri, iktidardaki hükümetin hiçbir şekilde saklanmayan yönelimleri söz konusu olduğunda çoklukla imtiyazlı bir konumda varsayıldı. Başlangıçta devletin dine arka çıktığı, hükümetin her fırsatta dinsel olanın önünü açtığı yönündeki bir dizi kanaat, bu süreçte kolayca kesin bir inanca dönüşmeye başladı.

Denge arayışı

Dinin Türkiye’de, gündelik hayatın hemen her yerinde belirleyici ve baskın yönüyle dikkatleri üzerinde toplamayı başardığı iddiasına hakikatin tescili olarak bakanlar olduğu gibi buna çarpık tecelli olarak bakanlar da var. Öte yandan Türkiye’ye özgü bir şekilde kemikleşmiş dini evrenlerin ya da ortalamada sıklıkla rastlanabilecek bir tarz Müslümanlığın hangi sosyolojik bakiye ve hasılanın ürünü olarak gündelikleştiği üzerinde yeterince durulduğundan söz etmek de oldukça zor görünüyor. Dinle gerçeklik arasındaki dengeyi kendi tarihsel tecrübesini hiçbir şekilde dışlamayarak sahiplenmiş ve içselleştirmiş bir geleneğin bugün fiili güçle irtibat kurduğunda kendine nasıl bir rota tayin edebileceği sorusu da aynı şekilde göz ardı ediliyor... Siyasete, edebiyata, müziğe, velhasıl gündelik gerçekliğin hemen her katmanına kendini suhuletle dahil etmeyi başaran bir dinin, mensubiyetini kültürel kodlarla sınırlı bir şekilde sürdürmek isteyenler için bile temel birtakım bağlayıcı kabuller ürettiği gerçeği böylece ihmal edilmiş oluyor. Oysa paradigmatik değişim, ister radikal bir zihniyet farklılaşmasıyla isterse zamanın ruhuna eklemlenerek gerçekleşsin, sonuçta din de kendini mevcut müktesebatıyla yeni yorumlara açık hale getiriyor. Din her durumda varlığını, yeni zamanların gramerini göz ardı etmeyerek sürdürüyor. Ulema bunu kollamakla kendini sınırlamıyor, yeni bir lehçe üretiyor; İlahiyatçı, felsefi atraksiyonlarını bu dikkat içinde geliştirip bu yeni havayı anlamaya çalışıyor. Yanı sıra kurumsal yapı ve düzenlemelerin hayata bigâne kalmak gibi bir kör noktada karar kılması da mümkün değil... Toplumsal zemini dolduranlar da var olan iklimi anlamaya ve kendi bilişsel güvenliklerini tahkim etmeye çalışırken dini formülasyonların emsalsiz gücünü tekrar hatırlıyorlar. 

Nükseden korkular

Paydaşlık söz konusu olduğunda Türkiye’de din, devletle cemaatler arasında farklı ilgi ve yönelimlerle ele alınan özel bir olgu olarak dikkat çekiyor. Devletin din alanına yaklaşımı zaman zaman nükseden ve cemaatlerin çoklukla birer paranoya olarak değerlendirilmesine fırsat veren ürküntülü bir duyarlılıkla işleniyor. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı, laik devlet gelenekleri içindeki serencamını hatta resmi kronolojisini takip edenler nezdinde kayıt dışı bir dindarlığın büsbütün dışlandığı bir temsil organı olarak tanımlanıp yaftalanıyor. Cumhuriyet’in değişik etaplarında farklı yönelimlerle kendi statüsünü korumayı başaran ve bugün için Türkiye’nin belki de en kapsamlı kurumları arasında yer alan Diyanet, gerçekte cemaat yaşantıları arasında kendine uygun ve tatminkâr bir yer bulamayanların yanaştıkları güvenli bir liman olma özelliği taşıyor. 

Kabul etmek gerekir ki devletin laikleştirici/sekülerleştirici yönelimleri karşısında Diyanet’in gerçekte ne olup olmadığına yönelik kaygılar çoklukla akademik/entelektüel kanallardan beslenen sorularla temellendiriliyor. Bununla birlikte onu devletin organik birer parçası olarak görenler, azımsanmayacak oranda bir toplum kesiminin nasıl olup da bu kuruma ciddi ölçüde destek verdiğini açıklamakta bir hayli zorlanıyorlar. Öte yandan İslam’ı görece sivil sayılabilecek bağlamlarda siyasi projelerle ilişkilendirmeye yeltenenlerin de aynı şekilde genel toplum nazarında marjinalleşme tehdidi altında yaşadıkları da bir gerçek. Bu yetersizliği aşmak için her şeyden önce muhtemel kafa karışıklıklarıyla, yanlış yönlendirmeleri besleyen referans noktalarıyla yüzleşmek ve toplumsal dinamikleri okumayı kolaylaştıracak metodolojilere açık olmak gerekiyor. Tarihte olanı bilmek kadar, şimdi hazırda olup biteni fark etmek ve bu minvalde öne çıkan temel bulgulara dikkat kesilmek zorunlu. 

Meşruiyet sıkıntısı

Din, devlete yaklaşırken kalıcı bir meşruiyet beklentisiyle bütünleşme çabası risk alırken, topluma yaklaşırken de istismar odağı olma tehlikesinden kurtulamıyor. Bu bağlamda devlet, dini, toplumun genel geçer politik ilgilerinden korumayı öncelerken, toplumsal duyarlılık da cemaatler üzerinden dini, devletin hegamonyatik ağından koparmaya yöneliyor. Devletle toplumun din konusundaki anlaşmazlıklarının altında yatan asıl mesele, Osmanlı sonrası modern sistem arayışında dinin yerinin neresi olduğundan çok, “bugün için din ne ifade etmektedir” sorusunu boşlukta bırakan muğlak ilgi ve yakınlıklarda düğümleniyor. 

Devletin kendi yapılanmasına 19. yüzyılın popüler hissiyatı içinde yeni bir yön verme çabası, dinin yerinin neresi olacağına dair gerçekçi arayışların sert bir laiklikle buluşmasına yol açmıştı. Devlet başlangıçta, Selçuklu-Osmanlı geleneğindeki sırlı uzlaşı modelinden açıkça sapmayı ve uzaklaşmayı göze alarak, dini, hem kendi modern hedeflerini hem de toplumdan yana korkularını dikkate alan bir beklenti içinde gözaltında tutmayı tercih etmiştir. 

İçinden geçtiğimiz süreçleri abartılı bir şekilde yoğun İslamlaşma çabası olarak değerlendiren yaklaşımlar bir yana, soğukkanlı bir şekilde gerçekte olanın, kayıpları geri getirmeye yönelik bir telafi arayışından mı yoksa toplumsal şartların mütemadiyen beslediği bir dinamikten mi kaynaklandığı konusunda nesnel bir karara varmak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında hem toplumu hem de devleti kuşatan evhamları bugün aynı dirayetle sürdürenlerin toplumsal değişimin nirengi noktalarını açıklama iddialarından kuşku duymak gerekir. Oysa devlet kadar toplum da değişmiş, gündelik gerçekliğin marjları altüst olmuş, dünya bir halden bir başka hale evirilmiştir. Siyasette dinsel ilgilerin gücünü artıran gelişmeler, hepimizi, çoğunluğun maneviyatını besleyecek yetkin bir anlamlandırma çabasının her şeyden önce dinde sahici karşılıklar bulabilecek sahici çıkışlar üzerinden sağlanabileceğini teslim etmeye zorlamaktadır.

Söylem pazarı

Dinsel yönelim eksenli cemaatlerin toplumsal fayda temelindeki konum ve koşullarını, devletin laikçi ya da sekülarist söylemlerinden bağımsız olarak müzakere etmek gerekir. Cemaatlerin ürettiği söylemler, öncelikli olarak muhasara altına alınmış bir dini politiğin üzerindeki baskıları savuşturmayı ve tipik Müslüman öznenin doğrudan tahliye ve tasfiyesini önceleyen, dışlayıcı uygulamalar karşısında rahatlatıcı yeni mevziler yaratmayı öncelemişlerdi. Sonuçta herkesçe bilinen talepleri doğrudan İslam’dan beslenen bir siyasi-dini jargonla, kısıtlanmış bir yaşama alanını açmaktan ibaretti. Ne var ki devlet organizasyonuna dahil olmadan devletle aynı sahayı kullanma çabası pek çok noktada ilgili yapıları bildik muhalif retoriklerden uzaklaştırıp rakip birer organizasyona dönüştürmekte gecikmedi. 

Gelenekteki varlığını dine itibar eden devlet pratikleri içindeki boş kalan manevi alanları ihya etme iddiasıyla temellendiren cemaatlerin, tarikat ya da vakıf organizasyonları marifetiyle genel toplumda edindikleri yer ve hacim her şeyden önce bir tamamlayıcılık, telafi ve tahkim özelliği taşımaktaydı. Karmaşık sosyo-politik süreçlerin ağırlığını hafifletmek üzere bugün de pek çok tarikat ve cemaat, dini-toplumsal muhayyilenin laik devlet aklından bağımsız bir şekilde işletilmesi için seferber olmakta ve devletin boş bıraktığı ya da ihmal ettiği alanlarda hizmet üretmek yerine farklı bir idrak silsilesi içinde  topluma rehberlik etme iddiasıyla eşzamanlı bir şekilde kayıt dışı faaliyetlere yönelmektedir. 

Devletle cemaatler arasında din alanı toplumsal meşruiyet söz konusu olduğunda en çok rağbet edilen alanların başında gelmektedir. Cemaatler farklı bileşenleriyle derin toplumsal katmanlara erişir ve  öteden beri yabancı olmadıkları bir dünyanın dilini kullanırken devlet de toplum karşısında kendi varlığını adeta müphemleştiren verili soğukluğunu din üzerinden kurduğu yakınlıklarla izale etmektedir.

Din alanının sosyal gerçeklik düzeyinde müdahaleye açık bir şekilde varlığını sürdürmesinin pek çok nedeni var. Dinin kendi dinamikleriyle ortada görünmesini kısıtlayan süreçler dindarın yaşam dünyasını da etkilemiş görünüyor. Etkin bir üslup yerine ağdalı bir edebiyatı yardıma çağıran dil arayışı somut göstergeler dünyasının yorumlanışında içinden çıkılması güç  mecazların söz almasına yol açıyor. Ancak istiarelerle, mecaz ve metaforlarla ilerleyebilen bir din diline mahkum olmanın sosyo-politik süreçlerden kaynaklanan yanları olduğu açık. Devletin kamusal alandaki varlığı otoriter bir yapıya büründükçe sadece sivil dini söylemler değil resmi dini lehçeler bile başta Diyanet İşleri başkanlığı olmak üzere İlahiyat ya da diğer dini müesseselerle aynı düzlemde yeni bir dil akışına teslim olmak zorunda kalıyor.

İnsanın Allah’la ilişkisi 

Anlaşıldığı kadarıyla devlet, din alanının keyfi ve istismara açık kapı bırakan bir mağduriyetle buluşmasının mahzurlarından geç de olsa haberdardır. Dünya ölçeğinde bugün İslamcı söylemlerin devleti İslamlaştırmak ve gündelik hayatın dinsel limitlerini genişletmekten çok dinin yeri ve yönelimleri hakkındaki bildik tahrifatı ortadan kaldırmak ve insanla Allah arasındaki yakınlığa müdahale eden yapı ve organizasyonlarla mücadele etmek gibi daha rasyonel hedeflere yöneldiği anlaşılıyor. Ne devletin reel-politik tasavvuruna kayıtsız-şartsız teslimiyet ne de din adına insanı kullanmayı amaçlayan sözüm ona maneviyat vurguları.

Türkiye’de dinin ve devletin yeni bir celsede aralarındaki soğukluğu en aza indirecek bir müzakereye doğru ilerledikleri açıkça fark ediliyor. Devlet din alanındaki muhasarayı kaldırırken toplum da iğva ve desiselerle maneviyatı çarçur edilmiş bir geçmişe rağbet etmek yerine gündelik hayatı sağlam ideallerle inşa edecek bir zihinsel inkılap için hakikat temsillerinin müktesebatını, sicil ve muhteviyatını gözden geçiriyor.

[email protected]