Dini telkin dilinin açmazları

M. Taceddin Kutay / Türk- Alman Üniversitesi
18.06.2016

Modern insan premodern bir dili dinlemiyor ve kendisini bu dile kapatıveriyor. Neşesiz, ürkütme üzerine kurulmuş, ikaz ederken aşağılamaktan çekinmeyen premodern bir iletişim şeklini ilahiyatçılarımız ne yazık ki terk etmiş değil.


Dini telkin dilinin açmazları

Ortaçağ’da inşa edilen Katolik kiliselerini gezen pek çok kimsenin dikkatini bir sütuna yahut duvara monte edilmiş gibi duran garip bir balkon çeker. Söz konusu balkonların ne bir merdiveni ne de giriş yapılabilecek bir kapısı vardır. Yalnızca duvarda yükselen bir balkondan ibarettir. Bu garip yapı esasen bizlere Ortaçağ Katolik dindarlığının karakteristiğini yansıtmaktadır: Rahipler ve vaizler bu dönemde vaaz vermenin ateşli bir söylem gerektirdiğine yönelik sarsılmaz bir inanca sahipti ve pek çok vaiz, vâz-u nasihati cemaate hakaret etmeden ve cehennem tasvirleriyle cemaati ağlatmadan bitirmezdi. Bu sebeple vaaz kürsüsünden başka bir şey olmayan bu balkonlar merdivensiz ve kapısız yapılmıştır; ta ki cemaat vaazın tonuna hiddetlenerek kürsüye saldırmasın. Bir ip merdiven marifetiyle balkona tırmanan vaiz merdiveni toplayarak yanı başına koyar, vaaz sonrası tekrar sallandırarak balkondan inerdi.

Modern insanın modernite öncesi insan ile aynı kişi olmadığını gören kilise, bir hakikati de fark etmekte gecikmedi: Kullandığı bu üst perdeden dil ile toplumun önemli bir kesimini kendisinden, dolayısıyla dinden uzaklaştırmaktaydı. Kilisenin ihtiyacı olan şey yeni bir iletişim diliydi. Bu dili yaratacak ve kilise kadrolarına aktaracak olan yeni bir sistematiğin oluşturulması gerekmekteydi. Bu amaçla üniversitelerde 18. asırdan beridir okutulan geleneksel pastoral teolojinin yerini modern pastoral teoloji almış, homili (vaaz bilimi) bu modern pastoral teoloji çerçevesinde yeniden şekillendirilmiştir. Pastoral teoloji İncil’den mülhem bir adlandırmadır ve dini insanlara anlatma, cemaat idare etme gibi din adamına mahsus edimlerin usulünü öğreten bir bilim dalıdır. İlaveten yeni bir disiplin olarak ortaya konulan pastoral psikoloji, din adamı eğitiminde önemli rol oynamaya başlamış, kilisenin geleneksel değerleri, modern insanın duymak isteyeceği bir şekilde anlatılır hale gelmiştir.

Batı’nın aksine bir aydınlanma süreci yaşamayan Türkiye’de dinin modern bir yoruma ihtiyacı olduğu 19. asırdan beridir dillendirilmekte. Bununla birlikte bu modernizasyon tartışmaları kör dövüşünü andırır bir biçimde sürüp gidiyor; zira modernizasyonu savunanlar dinin modernize edilmesi gereken kısmını tatbikattan ziyade dinin aslına tekabül ettiği var sayılan noktalarda arıyor. Bu kabul, modernizasyon tartışmalarını tıkıyor.

Modern ilahiyatçılar arasında “dinde modernizasyon” savının bayraktarlığını yürüten ilahiyatçılar toplumun geniş kesimlerince tanınırlığı olan kimseler. Söz konusu kimselerin müşterek oldukları en önemli nokta ise modern Batı düşüncesinin iki önemli sacayağı olan Descartes rasyonalizmine ve Bacon empirizmine metotlarının merkezinde yer veriyor olmaları. Geleneksel din yorumu ile alakalı bir eleştiri yapacakları zaman hemen aklı referans vermeleri bunun en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Söz konusu ilahiyatçıların Luther, Zwingli, Hus gibi reformasyon benzeri bir çabalarının olmadığı düşünülse de esas itibariyle yaptıkları şey reformatörlerin yaptığından hiç de farklı değil: Dinin algı yahut tatbikat metoduyla ilgilenmek yerine; kökten yanlış yorumlandığını, dolayısıyla temelden bir dönüşümün gerekli olduğunu savunmak. Bu kimselere göre Hz. Muhammed ile günümüz arasında kalan bin 400 yıllık sürecin büyük çoğunluğu dinin yanlış yorumlandığı bir süreç olarak yaşanmış durumda. Dindarlar arası bir etkileşimi ve din aktarımını güvenilmez bulan bu görüş, Luther’in “Sola Scriptura” prensibini bizlere hatırlatırcasına kitap vurgusu yapıyor.

Zaten 19. asırda başlayan Batılılaşma sürecine karşı geliştirdiği bağışıklık, muhafazakar Müslüman kitlede “Bari dinimiz Batılılaştırılmasın” benzeri bir direnç oluşmasına ve dışarıdan gelebilecek her türlü alışılmadık müdahalenin reaksiyonla karşılanmasına sebebiyet veriyor. Dolayısıyla günümüzde dini sahada gündeme gelecek her türlü yenilik talebi söz konusu ilahiyatçıların yarattıkları dinde reform algısına çarpıyor. Geleneksel dindarlıktan ödün vermeyen muhafazakâr Müslüman kitle herhangi bir yenilik teklifi karşısında geliştirdiği argümanları, teklif edilen modernizasyona uygun olup olmadığına bakılmaksızın sıralamaya başlıyor.

Pastoral dile ihtiyaç var

Ak Parti karşıtı kitlede iktidarın yıkılmaz olduğuna yönelik geliştirilen algı ister istemez din ile özdeşleştirilen bu partinin hesabının din ve dini olan şeylere kesilmesini beraberinde getiriyor. Dine mesafeli bir kesime ek olarak reaksiyoner bir kesimden de bahsedebiliriz. Bu kesim iktidara karşı reaksiyonunu dini olan hemen her şeye karşı genelleme eğilimi taşıyor. Din, söz konusu kitleler açısından mesajı önemsenmeyecek bir şeye tekabül ediyor. Bu bakımdan din aktarımında söz konusu kitleyi de kapsayıcı bir dil kullanılması bir zaruret olarak karşımızda duruyor. Oysa böyle bir dili yaratmasını ümit edebileceğimiz bir pastoral teoloji geleneğimizin olmaması bizleri bu noktada beklenti geliştiremez hale getiriyor. Psikoloji, sosyoloji, felsefe, antropoloji gibi sosyal bilim dalları tarafından beslenen bir pastoral teoloji geleneğini ortaya koymamızın vakti geldi de geçiyor. Çünkü modern insan premodern bir dili dinlemiyor ve kendisini bu dile kapatıveriyor. Neşesiz, ürkütme üzerine kurulmuş, ikaz ederken aşağılamaktan çekinmeyen premodern bir iletişim şeklini ilahiyatçılarımız ne yazık ki terk etmiş değiller. Dahası bir kısım ilahiyatçımızın yukarıda izah edilmeye çalışılan esasat-tatbik metodu konusundaki kafa karışıklığı sebebiyle böyle bir dili “din adamı olmanın” bir gereği olarak tercih ettiklerine sıkça şahit olmaktayız. Bahsettiğimiz bu dil kendi jargonuna aşina, bu terbiye ile büyümüş kimseler haricinde hiç kimseye hitap edemiyor. İşte bu sebepten ilahiyatçılarımız kırdıkları bir takım potların aslında pot kırmak olduğunu ancak büyük bir yaygara koptuktan sonra anlayabiliyor. Bununla birlikte yaygaranın kopuş şeklinin ve geliştirilen argümanların, getirilen eleştirilerin iyi niyetli eleştiriler olmadığını ortaya koyduğunu da ifade etmeliyiz.

Kimse alınmasın...

Prof. Mustafa Aşkar “Namaz kılmayan hayvandır” gibi iddialı ve Türkiye’nin büyük bir çoğunluğunu tahkir eden bir ifadeyi son derece tabii bir şeymiş gibi dile getirirken yukarıda anlatılmak istenen yanlışa düştü. Prof. Aşkar’ın elbette kimseye hakaret etmek gibi bir niyeti yoktu, zira dini telkin dilinin bir gereği olarak kullanılan bir ifade elbette hakaret anlamına gelemezdi. Zaten bu sebeple söz konusu ifadeyi dile getirmeden önce Aşkar “Kimse de alınmasın” diyerek son derece incitici olan bu ifadeden alınılmaması gerektiğine dair inancını ortaya koydu. Normallik algısındaki bu asimetriyi yaratan en önemli sebep modern insanın dinamikleriyle teolojik pratiğin dinamikleri arasındaki farklılıktır.

Modern hayat ile din arasında zaman zaman baş gösteren bu tarz sıkıntıların kaynağının temel din yorumunda aranması her yıl Ramazan ayında yinelenen sahur vakti tartışmalarını neticelendiriyor. Söz konusu tartışmalar verimli tartışmalar olmaktan çok uzak, zira tartışılmaya çalışılan şeyler türbe, şefaat, tevessül gibi yerel dindarlığı oluşturan ve besleyen öğeler olageliyor. Bu tartışmalar esnasında açıkça itiraf edilemeyen şey ise, teklif edilen modernizasyonun sadece dînî tasavvuru değil, inanılan dini de değiştirmeyi teklif anlamına geldiği. Bu yüzdendir ki yakın gelecekte bir pastoral teoloji geleneği inşa etmemiz çok zor gözüküyor. Çünkü karşımızda birbirine fayda etmeyen iki alternatiften başka bir şey bulunmuyor: tatbikat ve pratik sıkıntılarını gidermek yerine köklü bir din değişimi öneren radikal reformistler ve karşılarında reformistelere karşı oluşan tepkiden beslenen ve her türlü tatbikat-pratik arızasını halının altına süpüren muhafazakâr dindarlık. Söz konusu alternatiflerin her ikisi de bizlere “namaz kılmayan hayvandır” sözünün anormal olduğu şuurunu besleyecek bir dindarlık sunmuyor.

 [email protected]