Diplomasinin Türkiye Yüzyılı

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi
10.12.2022

Güvenliğin başat unsur olacağı anlaşılan yakın gelecekte Türkiye savunma sanayisi ve yeni teknolojilere uyumuyla bu sürece ayak uyduracağının işaretlerini veriyor. En az bunun kadar önem taşıyan bir başka konu ise diplomatik çalışmalar aracılığıyla iç güvenlik alanında sağlanan başarının uluslararası alanda da desteklenmesi.


Diplomasinin Türkiye Yüzyılı

Türkiye, dünya üzerinde en uzun süreli ve en geniş yönlü terörle mücadele tecrübesine sahip olan ülkelerden biri. Kırk yılı aşkın bir geçmişi olan PKK'nın yanı sıra DHKP-C başta olmak üzere sol örgütler ülke için önemli bir güvenlik tehdidi oluşturuyor. Son yıllarda DEAŞ ve FETÖ gibi diğer başka örgütler, terörle mücadele sürecinin yeni bir safhaya girmesine neden oldu. Her bir tehdit, güvenlik güçlerinin kapasitelerini artırmalarını ve yeni mücadele yöntemleri geliştirmelerini beraberinde getirdi. Ancak terörle mücadelenin çok sayıda devletin işbirliği yapmasını gerektiren bir süreç olduğu açık. Zira örgütlerin büyük kısmı, faaliyetlerini tek bir ülke içinde yürütmüyor. Bunların militanlarının dağılımından finans kaynaklarına kadar çok sayıda faaliyeti sınır aşan bir nitelik gösteriyor. İşin daha vahim boyutu ise bazı devletlerin terör örgütlerini kendi çıkarları doğrultusunda desteklemeleri ve vekâlet savaşlarının bir unsuru olarak kullanmaları. Dolayısıyla terörle mücadele yalnızca örgüt eksenli değil, çok sayıda farklı devlet de bu sürecin bir parçası durumunda.

Türkiye'nin terörle mücadele çabaları, uluslararası düzlemde çok az bir destek buldu. Kendi güvenlik paradigmalarının merkezine terörle mücadeleyi yerleştiren ülkeler, sıra Türkiye'ye geldiğinde sırtlarını çevirdiler. Bir NATO üyesi olarak Türkiye, terörle mücadele açısından İttifakın diğer üyeleri tarafından oldukça sınırlı şekilde desteklendi. Hatta başta ABD olmak üzere NATO üyeleri, farklı dönemlerde Türkiye'ye silah ambargosu uygulamaktan kaçınmadılar. Geçtiğimiz yıllarda ABD'nin Türkiye'ye F-35 savaş uçağı satışından son anda vazgeçmesi veya Patriot hava savunma sistemlerini vermekten kaçınması bu durumun en bilinen örnekleri arasında. Bunun dışında Almanya, başta olmak üzere İttifakın diğer üyeleri Türkiye'nin terörle mücadelesine kayıtsız kaldı. Hatta bunlar daha da ileriye geçerek terör örgütlerini doğrudan veya dolaylı şekilde desteklemekten kaçınmadı.

Terörü desteklediler

Öte yandan PKK, DHKP-C ve FETÖ gibi örgütler Batı ülkelerinde adeta cirit attılar. Pek çok ülke, bu örgütlerin kendi topraklarında faaliyet göstermesine, Türkiye'de hüküm giyen militanların serbestçe gezmesine, finansman kaynakları bulmasına göz yumdular. Türkiye'nin uluslararası sözleşmeler bağlamında hak arama çabaları çoğunlukla karşılıksız bırakıldı. Kendilerine yönelen en ufak bir tehditte dayanışma ruhu içinde hareket ettiklerini kanıtlamaya çalışan Batılı ülkeler, Türkiye'nin terör sorununa gözlerini yumdular. Bu konuda devletler arası ilişkilerin gerektirdiği asgarî yükümlülükleri karşılamak bir yana terör örgütlerine destek vermekten çekinmediler. Soğuk Savaş sonrasında devletlerin güvenlik anlayışlarının merkezine terörle mücadele yerleşse de Türkiye, Batılı ülkelerin gözünde bu sürecin adeta dışında bırakıldı. Kendilerine yönelen her tehdidi kendi aralarında işbirliği mekanizmalarını harekete geçirerek beraberce çözmeye çalışan ülkeler aynı gayretkeşliği Türkiye için göstermedi. Tam tersine, Türkiye'ye karşı faaliyet gösteren örgütler desteklenmekten kaçınılmadı. Bir bakıma, Türkiye'nin enerjisinin önemli bir kısmını terörle mücadeleye ayırmasına, iç sorunlarına hapsedilerek dünyaya yönelik ilgisinin kesilmesine çaba harcandı.

Terör sorununun çözülmesi farklı mekanizmalar aracılığıyla yürütülecek çok boyutlu bir çaba gerektirir. Türkiye, son dönemde teknolojinin sunduğu imkânlardan da geniş şekilde yararlanarak terörle mücadele konusunda önemli bir başarı elde etti. Silahlı ve silahsız insansız hava aracı teknolojisiyle PKK'nın kırsal alandaki faaliyetleri büyük ölçüde engellendi. Örgütün Suriye ve Kuzey Irak'ta bulunan unsurlarına da karadan ve havadan yürütülen operasyonlarla büyük darbe vuruldu. Böylece PKK'nın eylem kabiliyeti önemli ölçüde azaldı. Bununla eşzamanlı olarak örgütün şehir yapılanmasını çökertecek adımlar atıldı. Aynı çabalar, DEAŞ, FETÖ, DHKP-C ve diğer örgütler için de sergilendi. Böylece tüm örgütlerin güçlerinde önemli bir aşınma yaşandı.

Operasyonel alanda sağlanan başarının kalıcı olması için örgütün yurtdışında bulunan etki gücünün kırılması önem taşıyor. Bu süreçte de en önemli sorumluluk da örgütlerin üslendiği ülkelere düşüyor. Türkiye, geçmişten beri terör örgütünün militanlarını yaşadıkları ülkelerden resmî kanallar aracılığıyla istedi. Aynı şekilde örgütlerin finans kaynaklarının kesilmesi başta olmak üzere hareket kabiliyetlerini sınırlayacak bir dizi talepte bulunuldu. Ancak bu taleplerin oldukça sınırlı bir kısmının cevap bulduğu görüldü. Bu talepler karşısında her seferinde farklı bir mazeret üretildi. Söz konusu ülkelerin hükümetleri ve parlamentoları terör örgütlerini destekleyen açıklamalar yapmaktan da kaçınmadı. Bir bakıma, Türkiye terörle mücadelesinde büyük oranda yalnız bırakıldı.

Diyalog kanalı açık tutuldu

Son dönemde Türkiye'nin gösterdiği aktif diplomasi farklı alanlarda olumlu etkilerini göstermeye başladı. Bu durumun en yeni örneklerinden biriyle Rusya-Ukrayna Savaşında karşılaştık. Türkiye, taraflar arasında diyalog kanallarının açık olması için arabuluculuk rolü üstlendi. Bu süreçte izlenen tavır yalnızca her iki ülke arasındaki meselelere ilişkin de değildi. Örneğin dünyanın önemli bir bölümünü ilgilendiren tahıl koridorunun açılmasında Türkiye hayatî bir rol oynadı. Üstelik işgal karşıtı tavrından vazgeçmeden, Ukrayna'ya insansız hava aracı satışı yaparak ve Rusya ile doğalgaz ticaretinin zarar görmesine izin vermeyerek yaptı bunu. Aynı şekilde taraflar arasındaki ilk buluşmalar da yine Türkiye'nin refakatinde İstanbul'da yaşandı. Bu incelikli denge politikasının bile başlı başına önemli bir diplomatik başarı olduğu açık. Başka bir başarı ise İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya üyelik süreçlerinde yaşandı.

Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşın dolaylı sonuçlarından biri İsveç ile Finlandiya'nın apar topar NATO üyesi yapılmak istenmesi oldu. Rusya'nın Ukrayna'nın ardından kendilerine yönelik bir askerî harekât başlatacağından çekinen iki ülke üyelik için NATO'ya başvurdu. NATO da bu talebe sıcak bakarak normal şartlar altında uzun bir zaman gerektiren üyelik prosedürünü hızlıca başlattı. Ancak Türkiye'nin gösterdiği tavır, bu devletlerin terörle aralarına mesafe koymadan NATO üyeliğine kabul edilmelerinin önüne set çekti. Daha doğrusu, Türkiye, veto hakkını kullanmamak için İsveç ve Finlandiya'nın terör örgütlerine verdiği desteği çekmelerini istedi. Bu tavrın özellikle geçmişten itibaren topraklarında çok sayıda terör örgütü militanı barındıran İsveç'e yönelik olduğu söylenebilir.

Sembolik değeri büyük

İsveç, 1980'lerden bu yana PKK'nın en fazla örgütlendiği Batı ülkelerinden biri oldu. Geçmişte NATO'ya üyelik sürecinde Türkiye'nin bu konudaki tüm girişimleri İsveç tarafından cevapsız bırakılmıştı. Ancak Türkiye'nin kararlı duruşu sonucunda İsveç geri adım atmak zorunda kaldı. İlk olarak geçtiğimiz hafta için PKK/KCK davasından kesinleşmiş mahkûmiyet kararı bulunan bir terörist Türkiye'ye iade edildi. İlerleyen günlerde de aynı minval üzerinde başka gelişmeler yaşanması bekleniyor. Kuşkusuz bu iade kararı, İsveç'in veya diğer Batı ülkelerinin teröre verdikleri desteği kestikleri anlamına gelmiyor. Buna karşılık, söz konusu gelişmenin sembolik açıdan önemli bir mahiyet taşıdığı açık. Zira bu karar, büyük ölçüde Türkiye'nin diplomatik çabaları aracılığıyla verildi.

Bölgesel bir güç durumunda olan Türkiye'nin etki alanını küresel düzleme taşıma yönünde yoğun gayretleri var. Küresel bir güç olmak için gereken hususlardan biri, diplomatik etki alanını ve gücünü genişletmek. Bunun için dış temsilcilik sayısının artırılması, kamu diplomasisinin devreye sokulması, yumuşak güç unsurlarının devreye sokulması gibi yöntemler kullanılıyor. Ancak etkinin genişlemesini sağlayan belki de en önemli etmen, kararlı ve özgüvenli bir duruş. Türkiye, tüm dünyayı etkileyen göç sorununda da terörle mücadele konusunda da ilkeli bir tavır sergiledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, insanlığın ortak sorunlarının çözümü açısından sürekli inisiyatif aldı. Belirli sorunlar karşısında ahlakî ilkelere dayalı kırmızı çizgiler çekip bunların aşılmasına izin vermeyen Erdoğan, küresel adaletsizlikler karşısında farklı ülkeleri bir araya getirmeye çalıştı. Bu çabaların giderek daha fazla şekilde karşılık bulmaya başlamasıyla birlikte Türkiye'nin de saygınlığı iyiden iyiye yükseldi. Diplomatik alanda güncel ve konjonktürel çıkarlara bağlı kalmadan etik bir tavır sergilendi. Ancak bu süreçte, bir taraftan da pergelin sabit ayağı reel politik zeminden ayrılmadı. Bu bakımdan, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyelik sürecinde Türkiye'nin taleplerine en başta olumsuz cevap vermeye hazırlanırken tavırlarını değiştirmeleri de bu kararlı tutumun sonucu. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye'nin blöf yapmadığını görmeleri bu ülkelerin tavır değiştirmelerine yol açtı.

Önümüzdeki dönem küresel ölçekte yeni gelişmelere gebe. Türkiye'nin bu süreçte, güçlü ve sağlam bir pozisyon alması önem taşıyor. Elbette böylesi durumlarda belirli ittifakların içinde yer almak devletlerin güvenliklerini sağlamak için faydalı olacaktır. Ancak bundan daha fazla önem taşıyan nokta, terörden göçe farklı küresel sorunlar karşısında ülkelerin kendi imkân ve kabiliyetlerini artırmaları. Güvenliğin başat unsur olacağı anlaşılan yakın gelecekte Türkiye savunma sanayisi ve yeni teknolojilere uyumuyla bu sürece ayak uyduracağının işaretlerini veriyor. En az bunun kadar önem taşıyan bir başka konu ise diplomatik çalışmalar aracılığıyla iç güvenlik alanında sağlanan başarının uluslararası alanda da desteklenmesi. Tüm bu unsurların birleşmesi, Türkiye Yüzyılı'nda ülkenin küresel güç hâline gelmesini sağlayacak.

@heberis