Diyarbekir’e İstanbul’dan bakınca

Vahdettin İnce / Yazar
5.08.2017

Ankara’dan, Kemalist bürokrasinin merkezinden gelirseniz karşınızda Diyarbakır’ı bulursunuz. Ulusalcı, dışlayıcı sol Kemalizmin kalesi İzmir’den gelirseniz bu sefer de Amed’e çıkar yolunuz. Çok kültürlülük, çok renklilik, çok dillilik, çok dinlilik demek olan kadim imparatorlukların payitahtı İstanbul’dan gelirseniz karşınızda Diyarbekir’i görürsünüz.


Diyarbekir’e İstanbul’dan bakınca

Geçenlerde yazdığım bir yazıda (İçeriden Diyarbekir) dile getirdiğim hususları okuyan bir dostum “Ben de Diyarbakır’a gidip geliyorum, bu dediklerini görmedim, nereden çıkarıyorsun?” deyince “Sen Diyarbakır’a gitmişsin de ondan, eğer Diyarbekir’e gitseydin sen de gördüklerimi görürdün” dedim. Ne demek istediğimi anlamayan gözlerle baktı, ben de fazla üstelemedim.

Çok kere yazdım, isimle müsemma arasında sihirli bir ilişki vardır diye. Müsemmanın anahtarıdır isim. Doğru ismi kullanırsanız müsemmanın içindeki bütün sırların önünüze döküldüğünü görürsünüz. Diyarbekir’in tedavülde olan üç ismi var ve her bir ismin de (şehir bütün özellikleriyle aynı olsa da) ayrı müsemması var. Diyarbekir, Diyarbakır, Amed…

Ben, önceki yazıda dile getirdiğim hususları Diyarbekir’den derlemiştim. Diyarbakır veya Amed’e giderseniz daha başka şeyler görür, duyar ve gözlemlersiniz. Aslında şöyle de diyebiliriz: Temsil özelliği bulunan şehirler, muhataplarına göre uygun ismi dolayısıyla müsemmayı öne çıkarır. Ankara’dan, Kemalist bürokrasinin merkezinden gelirseniz karşınızda Diyarbakır’ı bulursunuz. Ulusalcı, dışlayıcı sol Kemalizmin kalesi İzmir’den gelirseniz bu sefer de Amed’e çıkar yolunuz. Çok kültürlülük, çok renklilik, çok dillilik, çok dinlilik demek olan kadim imparatorlukların payitahtı İstanbul’dan gelirseniz, karşınızda aynı renkliliği, çeşitliliği, derinliği, kadimliği temsil eden Diyarbekir’i görürsünüz. İstanbul ne kadar büyük düşündürücü ve ufuk açıcı ise Kürt coğrafyası da Diyarbekir’in şahsında o derece büyümeyi pekiştiren imkanlar sağlar. Ankara ne kadar resmi ve diplomatikse Diyarbakır da o kadar resmi ve soğuktur. İzmir ne kadar dışlayıcı ve tahammülsüz ise Amed de o denli dışlayıcı, burnundan soluyan bir öfkeye sahiptir. Buna karşılık Diyarbekir İstanbul gibi derin, anlamaya çalışan, tahammüllü, paylaşımcı ve cömerttir. Şöyle de diyebiliriz: İstanbul kemiyet ve keyfiyet olarak büyümek, Ankara mevcutla yetinip kabuğuna çekilmek, İzmir ise mevcut olan sadece benim olsun anlayışıyla küçülmek demektir. Diyarbekir, Diyarbakır ve Amed bunlara cevap olarak belirginleşir.

Türkiye’de son yıllarda ağır aksak da olsa İstanbul perspektifinin belirleyici olmaya başladığını söyleyebiliriz. Tektipleştirmeyen bir perspektiftir bu. Her türlü çeşitliliği olanca özgünlüğüyle içinde barındıran bir şehirdir İstanbul. İmparatorluk başkenti olmak bu demektir zaten. Vakıa Kemalist asrı saadet duyguları depreşen siyasi hareketler İstanbul’u eteklerinden tutup aşağıya çekmekten vazgeçmiyor, yine de İstanbul perspektifinin büyüklüğünün altında eziliyorlar. Bu her zaman böyle olmayabilir; İstanbul perspektifi son zamanlardaki sistematik saldırılarla zayıflayabilir. Yanına Diyarbekir’i almayan İstanbul’un zayıf, etkisiz ya da etkisinin sınırlı olması ise mukadderdir. İstanbul perspektifinin zayıf ve etkisiz olması demekse ülkenin ufuklarının kararması demektir. Bu yüzden Diyarbekir’in İstanbul’a omuz vermesi lazım. Bunun için de Diyarbekir’in de kendini Diyarbekir olarak ortaya koyacak koşulların oluşturulması gerekir. Bu o kadar önemlidir ki tarihsel, geleneksel ya da dini bir kurum şehrin öne çıkan ismine uygun bir işlevle ortaya çıkar da isim müsemma ilişkisini kavrayamayanlar “Bu neden?” diye hayretler içinde bakakalırlar.

İstanbul perspektifine göre şekillenen Türk tarihinin Diyarbekir’i yanına almak gibi bilinçli bir tercihi olmuştur her zaman. Oğlu Mehmed’i (Fatih) yetiştirsin diye Diyarbekirli bir Kürt’ü (Diyarbekir’in Deşta Gewran bölgesinde hala mevcut ve meskun olan Goran köyünden Mela Goranî) hoca olarak tutan ll. Murad’ın bu tavrı kesinlikle tesadüf değildi. İstanbul’a sahip olmanın yolu Diyarbekir’den geçiyordu çünkü. Büyümenin bununla mümkün olduğunun farkındaydı Osmanlılar. Etnik, mezhebi, dilsel çeşitliliği esas alan Osmanlılar bu yüzden büyüdü. Bölgesel temsil potansiyeline sahip Diyarbekir’in İstanbul’a desteğinin tek örneği bu değildir elbette. Osmanlılar her zaman Kürdistan ulemasından yararlandı.

Osmanlının büyüyüp imparatorluk olmasının sembolü ve birkaç dil bilen Fatih Sultan Mehmed’in dışında Türk tarihinin bir Mehmed’i daha var. Karamanoğlu Mehmed Bey. Bırakın İstanbul’u tasavvur edecek bir ufka sahip olmayı, Selçuklu’dan tevarüs eden dil çeşitliliğinin önemini bile kavrayamamıştı. “Bundan sonra çarşıda pazarda… Türkçe’den başka dil kullanılmaya…” dediği gün sonunu ilan etmişti.Yerinde bile sayamadı, dağıldı gitti beyliği.

Medreselerin işlevi

Ben kendini evrensel çeşitlilikten izole eden eski Türkiye’nin Kemalist dönemini dil ve başka hususlarda “tek”çiliği esas alan Karamanoğlu Mehmed Bey dönemine benzetiyorum. Yürümedi, dağılma sürecine girecekti ki Fatih (açan-açılım yapan) Mehmed dönemini çağrıştıran yeni Türkiye perspektifi devreye girdi de kara bulutlarla kaplı ufuklar aydınlanmaya başladı. Elverir ki iç ve dış hücumlardan etkilenip içine kapanma gafletinde bulunmasın yeni Türkiye. Bunun için tez elden eski Türkiye’nin reflekslerinden sıyrılmak gerekir. Ve tabii Diyarbekir’in İstanbul’a omuz vermesini sağlayacak adımlar atmak bu bağlamda büyük önem arz etmektedir. Türkiye, tarih destanının satır aralarında bir paranteze sığmak anlamına gelen Kemalist refleksin merkezi Ankara perspektifini esas aldığı sürece de Diyarbekir’in bölgesel temsiliyet gücüyle kendisine omuz vermesini geciktireceğini aklından çıkarmamalıdır. O perspektif sonu izmihlale varan (akarsuyun akarken yerinde saymasını beklemek gibi) bir muhalin peşinde zaman tüketmektir çünkü. Atılacak adımlardan en önemlisi kuşkusuz Kürdistan medreselerinin tıpkı Diyarbekir isim ve müsemması gibi etkin hale getirilmesidir. Medreseler de tıpkı Diyarbekir, Diyarbakır ve Amed gibi farklı misyonlarla belirginleşiyor çünkü. Elbette İstanbul perspektifiyle baktığımız zaman kadim Kürdistan Medreseleri ülkenin merkezine enerji sağlayan, büyümeye omuz veren, yol gösteren Mela Goranı ve Ebu Suud Efendi misyonuyla belirginleşirler. Said Nursi de bu misyonun bir uyarıcısı olarak geleceğe bir işaret fişeği bırakmış olması bakımından dikkate değer bir rol oynamıştır. Mesela onun çok dilli Medresetu’z Zehra projesi, o hercümerç günlerinde ülkeyi yönetenlere izlenecek yolun çok dilli bir zeminde tek dilliliği dayatmaya kalkan Karamanoğlu Mehmed Bey’in değil, çok dilli Sultan Murad oğlu Sultan Mehmed’in yolu olduğuna ilişkin bir hatırlatmadır. Medresenin bu temelde işlevini görmesi için kadim Kürdistan geleneği çerçevesinde rolünü oynamasına imkan sağlamak gerekir.

Medreseleri ihya etmek de (iyi niyete ve samimi duygulara rağmen) Diyanet İşyeri Başkanlığının son yıllarda başlattığı mele ve seydaları imam kadrosuna almak değildir.

TRT Kurdî’de “Seyda” programı var. Önceki yazıda belirttiğim gibi ben de Ramazan ayı boyunca Diyarbekir’de sahur programı sundum. Konuklarım büyük oranda “seydalar”dandı. Hem “Seyda” programında hem de kendi programımda gördüğüm şey Kemalist Ankara parantezine sıkıştırılmış seydaların adeta elleri kolları bağlanmış gibi çırpındıklarıydı. Kadim medresenin özerk ortamında yetişmiş seydaların Ankara bürokrasisinin verimsizliği temsil eden amir-memur ilişkisi içinde verimsizleştiğini gözlemledim. Bu haliyle Kürdistan ulemasının, Diyarbekir melelerinin İstanbul misyonuna ruh vermeleri beklenmemeli. Bunun yolu medreselerin özerk yapılar olarak yeniden işlevsel hale getirilmeleridir. Bugün eğer çığır açıcı İstanbul misyonuna omuz veremiyorsa Diyarbekir, bunun bir nedeni de seyda ve melelerin yetersizliği değil, Ankara misyonunun hala belirleyici olması, kadim medreselerin ellerini, kollarını bağlamasıdır.

Söz konusu programı sunarken şunu da fark ettim: Seydaları bu dar alana sığdırmak yukarıda işaret edildiği gibi Türkiye’nin İstanbul perspektifiyle büyümesine zarar vermek anlamına gelir, doğru, ama onların kapasiteleri de bu dar sınırlara sığmayacak kadar büyüktür.  Bu programı Türkiye’nin batıdaki her hangi bir ilinde yapsaydım ve konuklarımı da cami imamlarından seçseydim, 30 programı tamamlamama imkan olmazdı. Bugün Diyanet işlerinin İmam statüsüne almaya çalıştığı seydalar dini programlara katılan ilahiyatçı akademisyenleri de aşan bir performans sergiliyorlardı. İçlerinde elbette köy vaizi düzeyinde olanları vardı, ama geneli Türkiye’nin dini gündemini kasıp kavuran konulara ilişkin sorularıma son derece yetkin cevaplar vermek suretiyle müthiş bir kapasiteye sahip olduklarını gösteriyorlardı.

Bütün ilim şu göğsümdedir

Bunları görünce TRT Kurdî’yi, yöneticilerini tebrik etmek lazım demiştim. Tabii aklıma bir müddet eğitim aldığım medresede Feqîlerin tatil günlerinde sahneledikleri bir oyun gelmişti. Cami cemaati seyirci olarak halka oluşturur beklerdi. Hepsinin başında sarık ve ellerinde elifba olurdu. O sırada kapıdan içeri biri girerdi elinde silahıyla. “Çıkarın şu sarıkları, kaldırın şu elifbaları” diye bağırırdı. Herkese şapka giymelerini, ellerine alfabe almalarını emrederdi. Seyirciler de dediğini yapardı. O sırada sarık ve cüppesiyle seyda içeri girer ve seyircilere tersini yapmalarını emrederdi. Bu arada seyda ile diğer kişi arasında bir konuşma geçerdi. O kişi: “Sen boşuna uğraşıyorsun, ben bütün kaynaklarınızı kuruttum, imkanı yok artık bu ilmi ihya edemezsin.” Seyda elini göğsüne götürerek, “Kuruttuğunu sandığın bütün ilim şu göğsümdedir” cevabını verirdi ve alkış kıyamet kopardı… Programda gördüğüm, seydaların kadim medeniyetimizin ilim-irfanını göğüslerinde taşıdıklarıydı.

Bu yüzden Diyanet işlerinin meleleri, seydaları imam yapmaktan vazgeçmesi gerekir. Özgün ve özerk bir kurum olarak medreseye yasal bir statü, mele ve seydalara da akademyadaki unvanlara denk unvanlar verilmelidir. Çünkü seyda ve melalar İmam-Hatip veya İlahiyat mezunu imamlara değil, ilahiyat akademisyenlerine denktir.

Bölgeye İstanbul’dan bakmanın, karşısında Diyarbekir’i ve temsil ettiği kültür ve medeniyet havzasını görmenin yolu budur. Ve bu, başımızı çokça ağrıtan ve daha çok ağrıtacağa benzeyen Kürt sorununu çözmenin de bir ilk adımıdır.

[email protected]