Dizileri gerçek, hayatı kurmaca saymak üzerine

Dr. Sertaç Timur Demir / Gümüşhane Üniversitesi
13.10.2018

Modern bireyin trajedisi hem olmadığı gibi görünüp hem de göründüğü gibi olmamayı her nasılsa becerebilmesindedir. İçinde yaşadığımız toplumda hem bu denli sentetik rollere ve portatif maskelere sahip olup; hem de kendimizi özgür sanıyor olabilmemiz bundandır muhtemelen.


Dizileri gerçek, hayatı kurmaca saymak üzerine

Medyanın –özellikle pespaye programları ya da dizilerini meşrulaştırmak adına öne sürdüğü üç argüman var: İlki “toplum istiyor biz de veriyoruz”, ikincisi “biz sadece toplumda olanı yansıtıyoruz”, üçüncüsü “kumanda elinizde, kanal değiştirebilirsiniz”. Diziler etrafında oluşturulan bu yazı, dizilerin toplumu ne derece yansıttığını, verilen şeylerin izleyici talebi mi olduğunu ve kanal değiştirme hürriyetinin mutlaklığı sorguluyor. Ayrıca izleyicilerin en fazla şikâyet ettikleri yapımlara rağbet etmesinin ruh halini anlamlandırmaya çalışıyor.Nitekim diziler temsiliyet yüklüdür, çünkü çok televizyon bir toplumun gün içindeki altın saatleri (prime-time) dizilerle tüketilmektedir.

Kontrolünün çok az sayıdaki yapımcının elinde bulunduğu diziler –tıpkı filmler gibi ama filmlerden daha yüksek bir hızla– yalnızca olmuş ya da olmakta olan değil; olması istenen ve büyük olasılıkla olacak olan dünyanın ipuçlarını fısıldar. Elbette her teşhirin, teşvik edici bir tarafı vardır. Diziler, sıkıcı rutin hayatı daha heyecanlı bir hayat tasavvuruyla takas etmeyi vaat eder. Esasında keyif verirken de, korkuturken de, üzerken de yapmaya çalıştığı budur. Birbirinden çok farklı ve uzak izleyiciler böylece ortak bir motivasyonda ve gittikçe melezleşen bir kültürde buluşurlar. Hepsinin topyekûn kime benzediğinin veyahut benzeyeceğinin cevabı, aracı üreten ve yayanın kim olduğu sorusunda gizlidir. McLuhan’nın “medium is themessage” (araç mesajın kendisidir) sözü, bu soruya tatmin edici bir cevap verir. Buna göre, mesajı kodlayan ve dağıtan, mesajın –yani dominant kültürün de belirleyici öznesidir.

Tecrübe değil tercüme

Bu noktada Türkiye’de yapılan dizilerin, olanca büyük bütçe, izlenme ve ihraç edilme oranlarına rağmen; çok da otantik ve özgün olmadığının altı çizilmelidir –ki internetten yapılacak basit bir araştırmayla mevzubahis kopya yapımların bilgisine erişilebilir. Birbirini tekrar eden senaryolarıyla gayri-meşru yaşamın uzantılarından beslenen dizilerin değişmez kaideleri vardır: Yasak ya da sapkın ilişkiler, zengin-fakir çatışması, lüks hayatlar, kusursuz bedenler, yaklaşılmayan tabular, sevimsiz ayıplar, karşı konmayan zorbalar ya da mafyalar... Değişen tek şey yüzler ve mekânlardır belki de. Son dönemde söz konusu formlar tarih anlatılarıyla yeni bir boyut kazanmışsa da, burada da hakikatler yine entrikanın ve mübalağanın avuçlarında buharlaşmaktadır. Bu trajik durum, Cemil Meriç’in tecrübeye değil; tercümeye dayandığını vurguladığı entelektüel dünyamızın güncel bir izdüşümü olarak pekâlâ görülebilir.

Diziler yaşamı yansıtmaz yalnızca. Çoğu kez orada bastırılan şeyleri ifşa da eder. İlgi çekmesinin özü biraz da budur. Böyledir, çünkü insan en fazla bastırdıklarının esiridir. En fazla kaçtıklarına tutsak… En fazla şikâyet ettiklerine müptela olması da bundandır. İzleyici-ekran bağlantısının ruhunda dikizleme istenci vardır. İzleyicinin dikizleme temayülü, kitlenin ortak tavrıyla meşruiyet kazanır. Yani bireyin yanlışı çoğunluğun eylemi içinde kaybedilir. Bu nedenle diziler kitle olarak tüketilir ve ne kadar büyük kitle üzerinde tesirli olursa o denli başarılı addedilir. Yoksa fikrin orijinal, hikâyenin derin, senaryonun çok katmanlı, uygulamanın da profesyonel olması başat hedef değildir. Tekniğin değeri, sunulan şeyin sansasyonelliğinde görülmez olur.

Sıradaki ne?

Hızlı yaşamı ve devamlı değişimi kışkırtan diziler, sonunda bu biteviye akışkanlığın ellerinde kendini de bitirir. Çünkü hıza ve değişime uyumlaştırılmış izleyici beğenisi, diziyi sürgit değişime baskılar. Starlık müessesinin sonu, yeni’yi dayatan bu müşterek baskıcı davranışta aranabilir. Nitekim günümüzün ekran yüzleri güçlü şekilde parlamakta ve bir anda sönüp unutulmaktadır. Bu unutuluş, yeni gelen yıldızın öncekinin yokluğuyla açılan küçük boşluğu eşzamanlı doldurmasıyla mümkün olmaktadır. İzleyici, bu açıdan, az önce yücelttiği yıldızın bir anda kayışının yasını tutamayacak kadar “sıradaki ne” sorusuyla meşguldür. İroni, bu sorunun kalıcı bir cevabının olmamasındadır. Pazarı besleyen tam da bu cevapsızlık değil midir? Günümüzde fanilik yalnızca varlığın kaçınılmaz yazgısının değil; kendini yiyerek beslenen tüketimci kültürün de sloganıdır.

Diziler gerçeği de yansıtırlar bazen. Fakat bu yansıtma daha çok yanılsamalıdır. İzleyici, izlediği dizinin yalnızca karşısında değil; içerisindedir çünkü.Burada farkında olarak ya da olmayarak dolaylı bir yüzleşmeye girişir. Evvela “kurmaca” olarak başlanan seyir etkinliği, zamanla yerini yansıyan görüntünün duygulanım yaratışına bırakır. Duyulara sızan şeylerin duygular üzerinde oluşturduğu çatlak her geçen dakika büyür. Artık izleyici kendi aidiyet köklerinden uzaklaşmaya, başka bir ifadeyle olduğu şeyden demir almaya hazırdır.Bu arada ansızın ve keyif kaçırarak araya giren reklamlar dizinin akışını böler görünse de; esasında tam da dizide göndermesi yapılan yüce hayata sahip olmanın somut yollarını işaret eder.

Hasetçi ve memnuniyetsiz

İzleyici, izlediğiyle ve kendisi arasında kaçınılmaz bir karşılaştırma içine düşer. Bu bazen öykünmeci bazen de tiksinmecidir. Her ne olursa olsun, arzulanan şey, basit bir romantizm esintisi yaratmadan ziyade hasetçi ve memnuniyetsiz bir bakışı yerleşikleştirmektir. Zira Bauman’ın dediği gibi, “Pazar, ürettiği mutsuzluktan beslenmektedir”. Yani değişim ve mutsuzluk birbirini büyütmektedir. Milan Kundera’nın “İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir” sözü bu açıdan yorumlanabilir. İzleyici yükselen mutsuzluk hezeyanlarını geçiştirmek adına yeni ürünlere ve görünümlere kavuşmaya çalışırken; zamanla ikametini yitirmiş bir bilinç-dışı göçebeye dönüşür. Bu nedenle izlenenle izleyici arasındaki yakınlaşma bir yansıtma-görme ilişkisinin ötesindedir.Aksine görüntüler, gerçeğin geçerli moda mucibince yeniden yeniden tasarlanması, üretilmesi ve dağıtılmasıdır.  

Hal böyleyken, “kanalı değiştirirsin olur biter” demenin makul bir geçerliliği yoktur. Nitekim sürekli uyum için koşulsuz değişimi salık veren şeyin “mevcudiyeti” bile yeterlidir. Kabul görmenin, onaylanmanın ve içeriye dâhil edilmenin ön şartı medyaca türetilse de, burada verilen mesajın kişiye ulaşması yalnızca ekran yoluyla değildir. Zamanla tüm izleyiciler, dizi bittikten sonra başlayan bir motivasyonla salık verilen modanın istemsiz mümessilliğini üstlenirler. Bundan sonra kitleleri harekete geçiren şey, Baudrillard’ın dediği gibi, “bulaşma”dır.

Türkiye’de en fazla şikâyet edilen dizilerin, aynı zamanda en fazla izlenen diziler olması meselesine gelince… Burada şikâyetin sahipleri yalnızca samimiyetsizlik içinde değildir. Burada bir tür iç-hesaplaşmadan ve kendi muhasebesinden borçlu çıkma ihtimalinden kaçma eğilimi vardır. Yani kişilerin sözlerini, eylemlerindeki tutarsızlıkların ödeteceği bedele karşı perde olarak kullanma eğilimi…Sözler anlatıcıdan çok gizleyici olabilir, demek istiyorum. Gösterirken saklayabilir sözler. Dizilerde de empoze edilenlerde açıkça verilenlerden çok ima edilenlerdir mesela. Modern bireyin trajedisi ise, tam da bu şekilde hem olmadığı gibi görünüp hem de göründüğü gibi olmamayı her nasılsa becerebilmesindedir. İçinde yaşadığımız toplumda hem bu denli sentetik rollere ve portatif maskelere sahip olup; hem de kendimizi özgür sanıyor olabilmemiz bundandır muhtemelen.

[email protected]