Beş asır hatta oniki asır öncesine kadar uzanan derin tarihî ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin “Libya’da ne işi var?” sorusu mantıklı değildir. Bunun yerine şu soruyu sormak gerekir: ABD, Rusya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin Libya’da ne işi var? Emperyalist kavga bölgede hala bitmedi mi?
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Son yıllarda Doğu Akdeniz’de meydana gelen olaylar Türkiye’nin kara ve deniz sınırlarından kaynaklanan hükümranlık haklarını kullanması noktasındaki kararlılığını sergilemesine imkan vermiştir. 2020 yılı sona erdiğinde bölgesinde kayda değer önemli bir güç olduğu tüm taraflarca izlenmiştir. Kafkaslar’dan Trablusgarb Körfezi’ne kadar uzanan hat boyunca ortaya çıkan gelişmelerde Türkiye inisiyatif alarak bölgenin barış ve istikrara kavuşmasına katkı sağlamıştır. Azerbaycan’ın Karabağ’daki Ermenistan tarafından işgal edilen topraklarının yüzde 75 kadarını geri alması, Zengezur bölgesinden bir koridor açılmasını sağlayacak bir anlaşmayı taraflara kabul ettirmesi 2020 yılının en önemli olayı olmuştur. Azerbaycan’ın söz konusu başarısı yakın gelecekte Kafkaslarda yeni bir denge kurulacağını göstermektedir. Türkiye’nin sanayileşme yatırımlarının İHA ve SİHA üretimine yansımasıyla teknolojik kapasitesinin etkileri çok boyutlu sonuçlar doğurmuştur. Bu bakımdan Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları bağlamındaki araştırmalar, İdlib’ten Libya’ya kadar yapılanlar ve sonuçta elde edilen kazanımlar Türkiye’nin 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken ne kadar güçlü bir devlet haline geldiğini göstermektedir.
Doğu Akdeniz stratejik açıdan önemini tarihin her evresinde korumuştur. Fenike, Girit, Mısır, Kıbrıs gibi kadim medeniyetler burada doğmuş ve Akdeniz’in bir medeniyet havzası olmasına katkı vermişlerdir. Ardından Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık bu havzada etkilerini göstererek yeryüzüne yayılmıştır.
1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra Akdeniz-Kızıldeniz-Hint Okyanusu güzergahı Batılı güçlerin çıkar çatışmasına sahne olmaya başladı. İngiltere 1878’de Kıbrıs’a yerleşince Fransa 1881’de Tunus’u işgal etti. Ardından İngiltere 1882’de Mısır’a girdi. Bölgedeki emperyalist yayılmaya İtalya 1911’de Trablusgarb ile katıldı. 1897’de başlayıp 1913 yılına kadar süren Girit sorununda büyük devletlerin desteğini arkasına alan Yunanistan bu adayı Atina’ya bağlamak noktasında hedeflediği neticeyi almıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’nun sınırları yeniden çizilirken Doğu Akdeniz jeo-stratejik önemini tekrar göstermiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan İsrail, Filistinli Araplar yanında, bağımsızlıklarını yeni kazanan Irak, Ürdün, Suriye ve Mısır gibi Arap ülkeleriyle sorunlarını barış yoluyla çözemedi. 1948, 1967 ve 1973’te savaşmak zorunda kalan ama her savaş sonrası sınırlarını birkaç kat büyüten İsrail 2020 yılı sonlarına gelindiğinde altı Arap ülkesiyle teker teker barış yapma becerisini gösterdi. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz son yüzyılda barış ve istikrardan uzak olmasının getirdiği yükleri bertaraf edebilecek gelişme ve imkanlara da sahip olduğu görülmektedir. Doğu Akdeniz’de son yıllarda özellikle Mısır ve İsrail açıklarında tespit edilen hidrokarbon kaynakları bölgede bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır.
Petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları bakımından dünya rezervlerinin yarıdan fazlasına sahip olan Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bölgesi büyük güçlerin ilgisinin artarak devam etmesine neden olmaktadır.
Doğu Akdeniz’de adaların konumları, büyüklükleri ve sosyo- ekonomik kapasiteleri dikkate alındığında, diğer bir ifadeyle jeo-politik ve jeo-stratejik bakımdan bir değerlendirme yapıldığında, bölgenin en önemli adası Kıbrıs’tır. İskenderun Körfezi’ne doğru bir işaret parmağı gibi yükselen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Karpaz Burnu, bölgede Türkiye’nin jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan vazgeçilmez değerini fiziki olarak göstermektedir. Bu eksende Kıbrıs, Ortadoğu’ya yakınlığı, Doğu Akdeniz’in tam ortasında olması ve havza kontrolu bağlamında stratejik işlevinden dolayı vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Kökleri çok derin
Doğu Akdeniz Kudüs’te Türk egemenliğinin tarihi 878 yılına kadar geri gider. 868 yılında Tolunoğlu Ahmed Mısır’da kendi adıyla kurduğu devletin sınırlarını 10 yıl sonra Kudüs’ü kapsayacak şekilde genişletmeyi başaran büyük bir hükümdar idi. İhşîdîler, Eyyûbîler, Memlûkler ve Osmanlılar ile bu bağ Birinci Dünya Savaşı’nda Kudüs’ten ayrılığın başladığı 9 Aralık 1917 tarihine kadar devam etti. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce İstiklal Savaşı’nın Büyük Taarruz’u sürerken Gazi Mustafa Kemal Paşa “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri” talimatıyla bugün Ege Denizi denilen ancak o vakitler Akdeniz’le birlikte adlandırılan mavi vatan sularını işaret etmişti. Mîsâk-ı Millî sınırlarını içeren söz konusu hedef tam olarak Lozan’da gerçekleştirilememiş olsa da 1974 yılında yapılan Kıbrıs Barış Harekatı ile Türkler Doğu Akdeniz’deki hukukunu koruma iradesini dünyaya göstermiştir. Türkiye zaferle sonuçlanan bu askeri harekatıyla 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla sonuçlanan Müslüman Türklerin yaşadığı vatan sınırlarından geri çekilme durumuna 200 yıl sonra son verdiğini ilan etmiştir. Türkiye’nin Kıbrıs Zaferi, Anadolu kıyıları ile Doğu Akdeniz bölgesinin coğrafi bütünlüğünün bir yansıması olmakla birlikte kültürel ve siyasal köklerinin de boyutlarını göstermiş oldu.
Donanmanın gücü
Türkiye’nin mavi vatan sınırlarında faaliyet gösteren Fatih, Yavuz, Kanunî, Oruç Reis, Barbaros Hayrettin isimli sismik araştırma ve sondaj gemilerine adları verilen şahsiyetler Türk ve dünya tarihine geçen büyük denizcilerdir. Söz konusu gemiler Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını korumak üzere görev yapmaktadır. Bu iddialı isimleri taşıyan gemiler, 15 bin metre derinlikte sismik bulgulara ulaşabilirken, 12 bin 200 metre derinliğe her türlü basınç ve altı metre boyundaki dalgalar içinde bile sondaj yapabilme güç ve donanımına sahiptir. Mart 2020’de denize indirilen ve yakında tamamlanması planlanan 232 metre uzunluğundaki uçak gemisi ve tersanelerde yeni kızaklara konan savaş gemileri Türkiye’nin donanma gücünü göstermektedir. Bu bağlamda 131 gemiyle aynı anda Türk donanmasının sahaya inmesi, bölge ülkeleri ve dünya güçlerinin dikkatini çeken çok önemli bir gövde gösterisi olarak değerlendirilmektedir. Akdeniz ve Karadeniz yanında Kızıldeniz’de, Aden’de, Basra’da, Hint Okyanusunda Türk donanmasına bağlı gemiler, sancak göstermeye devam ederek bölgede barış ve istikrarı temin noktasında dünyaya güven mesajı vermektedir.
Türkiye kayıtsız kalabilir mi?
Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’de olup bitene kayıtsız kalması, beklenemez ve düşünülemez kanaatindeyim. Zira, kimi taraflarca dile getirilen pasif kalma şeklinde özetlenecek söz konusu tavsiye ve yorumlar, tarih boyunca karşılaşılan bir durum değildir. Doğu Akdeniz ve Libya’nın istikrarsızlığı, Türkiye’yi jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan doğrudan etkileyen bir faktördür. Türkiye’nin Doğu Akdeniz yaklaşımı, hakkaniyet ve adalet ilkesi çerçevesinde bölgedeki her ülkenin Doğu Akdeniz’deki doğal kaynakların paylaşımını ortaklaşa yapmaları şeklindedir. Türkiye’nin teklifleri hem bölgedeki kıyıdaş ülkeler hem de bölge halkları için en âdil teklifler olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Mısır, İsrail ve Lübnan Türkiye’nin âdil ve akılcı teklifleri sebebiyle daha fazla kazanç elde edeceklerdir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Suriye, Kıbrıs ve Libya’da bulunması, kara ve denizlerdeki vatan sınırlarını korumak için olduğu açıkça görülmektedir. Türkiye’nin denizlerdeki haklarını kullanmasını istemeyen güçler, uluslararası deniz hukuku, uluslararası antlaşmalar ve ikili ilişkilerde hakkaniyet ilkesini gözetme gibi en temel hukuk prensiplerini dikkate almadan fiili durum oluşturmak istiyorlar. Bu konuda, aşama kaydettikleri zaman, fiili pozisyonlarını hukukileştirme politikalarını sahneye koymak için daha fazla gayret göstereceklerdir. Türkiye ise, aleyhinde ortaya konan, sözde araştırma, tehdit ve şantajlara rağmen, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını taviz vermeden kullanmak istediğini her platformda dile getiriyor. Bin 792 km uzunluğundaki Akdeniz sınırları ile bölgedeki en uzun sınırlara sahip ülke olan Türkiye’nin iradesi başka ülkelerin haklarını ihlal etmek değil, bölge dışı güçlerin “İskenderun Körfezi’ne sıkıştırılma projesini sonuçsuz bırakmak”tır.
Türkiye’nin sınırları
Türkiye söz konusu egemenlik iradesini fiilen ve resmen muhataplarına göstermesi gerektiği zamanlarda en küçük bir zaaf sergilerse, Ege ve Akdeniz’deki haklarının takipçisi olmak noktasında gecikirse, üç tarafı denizlerle çevrili kara sınırlarında İskenderun Körfezi’nden çıkamaz olacaktır. Türk balıkçıları, üç tarafı denizle çevrili vatan topraklarının kıyılarında oltayla bile avlanamaz duruma düşecektir. Türk Donanması bugün sancak gösterdiği, Karadeniz’den Akdeniz’e, Kızıldeniz’den Okyanuslara uzanan sularda barış ve istikrara katkı verme kapasitesinden uzaklaşacaktır. Bu bağlamda sorulması gereken en temel soru: Beş asır hatta oniki asır öncesine kadar uzanan derin tarihî ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin “Libya’da ne işi var?” sorusu mantıklı olmamaktadır. Bunun yerine şu soruları sormak gereklidir: ABD, Rusya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin Libya’da ne işi var? Emperyalist kavga bölgede hala bitmedi mi? Rusya ve Fransa gibi bölge dışından gelen ülkeler hangi değerler uğruna Libya’nın toprak bütünlüğünü tehlikeye atan ve Kaddafi devrinin olumsuz izlerini takip eden emekli bir generale destek veriyorlar?
Türkiye’nin desteği Libya halkının sömürgeci güçlere karşı birlik ve bütünlüğünü koruyarak ülkenin bağımsızlığını ve iç barışını garanti altına almak anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi bir devletin kara hakimiyet sınırları yanında deniz hakimiyet sınırları da vardır. Bu sınırların siyasal boyutu yanında jeopolitik ve jeo-kültürel boyutları da vardır. Bu bağlamda, Türkiye’nin Adalar Denizi, Akdeniz ve özellikle Doğu Akdeniz’deki varlığı ve çıkarlarını koruyabilmesi açısından jeopolitik ve jeostratejik sınırlarının Libya’dan başladığını ifade etmek yerindedir.
Libya ile ilişkileri Türkiye’nin Akdeniz, Ege ve Kıbrıs adasındaki hukukunu korumak bakımından alternatifi olmayan nitelik taşımaktadır. Tarihe bakıldığında Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olma yolundaki en önemli adımlarından birisi denizcilik alanındadır. Türkiye’nin kara ve mavi vatan sınırlarındaki çıkarlarını koruması, Kanuni Sultan Süleyman devrinde olduğu gibi güçlü bir deniz gücü kapasitesine bağlıdır. Doğu Akdeniz’de en uzun sahil şeridine sahip olan Türkiye’nin bölgedeki enerji kaynakları ve enerji yolları üzerinde de hukukunu koruması büyüyen deniz gücü kapasitesine bağlıdır.
Barış ve istikrara katkı
Doğu Akdeniz’de herhangi bir sınırı ve hakkı bulunmayan Fransa’nın Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile askeri tatbikatlar yapması, Rusya’nın Lazkiye’deki Tartus üslerini tahkim etmesi, ABD’nin en büyük filolarından 6. Filo’yu Akdeniz’i kontrol için Sicilya’da konuşlandırması, Libya’da ülkenin bölünmesine yol açacak şekilde kaba güç kullanan Haftar’a destek vererek yabancı güçlerin vekalet savaşlarına katalizörlük yapan ülkeler karşısında Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’da olan biteni elini kolunu bağlayarak pasif bir şekilde izlemesi beklenemez. Türkiye’nin söz konusu politikaları hem ülke çıkarlarını korumak hem de bölge barışını sağlamak açısından vazgeçilmezdir.
Doğu Akdeniz, geçmişte kalması gereken emperyalist iştahla ve haksız saldırganlıklara sahne olmaktan uzaklaşmalıdır. Bu konuda bölgedeki kıyıdaş devlet ve halkların meşru haklarını savunan Türkiye kayda değer bir politika yürütmektedir. Bölgede kıyısı olmayan güçlerin petrol ve doğalgaz şirketlerine en kârlı anlaşmaları yapmak için donanma ve hava kuvvetlerini devreye sokmaları emperyalist tavırlarını açıkça göstermektedir. Buna karşılık, Türkiye’nin haklı tepkileri bölge ve dünya kamuoyunun en azından bir kısmı tarafından takdirle karşılanmakta ve zamanla etkilerini göstermektedir. Türkiye’nin haklarının takipçisi olduğunu gören şirketlerin birer birer bölgeden ayrılması, Doğu Akdeniz’de hakkaniyete dayalı bir paylaşım ve âdil koşullara rıza göstererek bir işbirliğinin tesis edileceği noktasındaki umutların canlanmasını sağlamıştır.