Doğu’nun Paris’inden Paris’in Mağribine

Cengiz Sözübek / Araştırmacı - Yazar
21.11.2015

Paris saldırılarının içeriye yönelik ilk anlamı, Avrupa’nın yeni kimlik arayışları ve uzun dönemde Avrupa’nın/Avrupalı’nın/Avrupalı kimliğinin varlık ve bekasıyla ilgili korkuları ile bu korkuların bertaraf edilmesinde Avrupa’nın vereceği faşizm sınavı olacak.


Doğu’nun Paris’inden Paris’in Mağribine

Paris, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana 1961’de Fransız polisinin yaklaşık 200 Cezayirli öldürdüğü katliamdan sonraki en büyük katliama şahit oldu. Altı milyon civarında Müslüman nüfusuyla Avrupa’da en fazla Müslümanın yaşadığı Fransa, sadece Mağripli çocukların öfkeleriyle açıklanamayacak büyüklükte bir saldırının hedefi oldu.

Paris’teki terör saldırıları, eylemlerin eş zamanlı ve ustaca hazırlanmış olmasının yanı sıra, Fransız halkında ve tüm Avrupa’da yarattığı korku başta olmak üzere verdiği mesajlarla da 11 Eylül’ü hatırlattı. 11 Eylül bahanesiyle oluşturulan ve İslâm karşıtlığı üzerinden şekillenen küresel 28 Şubat esintileri, Avrupa’nın kalbine “İslam Devleti Terörü” adreslemesiyle yapılan menfur saldırılarla Avrupa’ya da fiilen taşınmış oldu. Bu haliyle Paris saldırıları 11 Eylül’ün sadece benzeri değil tamamlayıcısı da oldu.

Charlie Hebdo ve son Paris saldırıları, Avrupa’nın İslam/Müslüman sorununun ve buna tepki olarak gelişecek Avrupa faşizmine meşruiyet kazandırma arayışlarının Fransa üzerinden devam edeceğini gösteriyor. Fransız romancı M. Houellebecq’in “2022 yılında Fransa’da Müslüman başkan” senaryosu, fantastik kurgudan ziyade Avrupa’nın hemen tamamında derinlerde yaşanan korkunun dışa vurumu.

Avrupa’nın Müslümanlar üzerinden yaşadığı kimlik sorunu, uzun süredir Avrupa medeniyetinin çöküşü tartışmalarına refakat ediyordu. Paris’in varoşlarında yaşayan mağripli çocukların kimlik bunalımı, Müslümanları ve onların kültürlerini Avrupa kültürüyle nasıl uyumlu hale getireceğini çözemeyen Avrupa’nın kimlik bunalımından ayrı düşünülemez.

Avrupa’nın yeni kimliği

Paris saldırılarının içeriye yönelik ilk anlamı, Avrupa’nın yeni kimlik arayışları ve uzun dönemde Avrupa’nın/Avrupalı’nın/Avrupalı kimliğinin varlık ve bekasıyla ilgili korkuları ile bu korkuların bertaraf edilmesinde Avrupa’nın vereceği faşizm sınavı olacak.

Mağripli bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan Arap Baharı’nın yakıcı etkisi; dedelerine yapılanlar hâlâ hafızalarında olan Avrupa’nın varoşlarındaki öfkeli Mağripli gençlerden, Akdeniz’de boğulan Suriyeli çocukların arasından Avrupa’ya geçmeyi başarabilen mültecilerin zihninde kalan trajedilerle birlikte Avrupa’yı da içerisine alacak kadar büyük. Son tahlilde ise elbette, kapitalizmin insanlığı getirdiği Doğu-Batı ya da Kuzey-Güney ayrışmasının tüm dünyaya olduğu gibi Avrupa’ya da ödeteceği bir bedelin olacağının anlaşılması olacak.

11 Eylül sonrası Amerikalı bir küçük kızın annesine sorduğu “bu insanlar bizden neden nefret ediyor?” sorusu, Paris’in varoşlarında aidiyet/kimlik bunalımı yaşayan Mağripli gençlere IŞİD’in neden cazip geldiği sorusuyla devam ediyor. Fransa ve aslında tüm Avrupa, Avrupa vatandaşı olan ve çoğunlukla da orada doğmuş bu Müslüman üvey evlatlarının IŞİD’e katılmasındaki arka planla yüzleşmeye devam edecek. Din değiştirerek Müslüman olan öz evlatlarından IŞİD’e sempati duyanların varlığı ise, derin bir muhasebe için başka bir şey aramaya gerek bırakmayacak kadar tehlikeli bir durumu işaret ediyor.

Paris saldırılarının küresel ölçekte 11 Eylül’le benzeşen bir diğeri yönü ise, terörün küresel mücadelede yeniden bir manivela olarak kullanılmaya başlanılması oldu.

11 Eylül’ün hayali örgütü üzerinden icra edilen küresel mücadele, Arap Baharı’nın filizlenmeye başladığı günlerde imal edilen bir başka örgüt üzerinden devam edecek gibi gözüküyor.

On günlük bir zaman diliminde; Mısır’da Rus uçağını düşüren, Beyrut’ta bombaları patlatan ve Paris’te altı ayrı noktada eş zamanlı saldırı düzenleyebilen IŞİD, okyanusun derinliklerine gömülen El-Kaide’nin küresel operasyon gücüne kavuşturulmuş oldu. Rusya’nın da bu terörle savaş oyununa dahil olmasıyla, Kafkaslar’dan Moskova metrosuna, Balkanlar’dan Fergana Vadisi’ne kadar çok geniş bir alanda IŞİD’in adını duyabileceğiz.

Graham Fuller’in geçen haftaki “IŞİD’in raf ömrü bitti, BM önderliğinde IŞİD’le savaşılmalı ve yok edilmeli” çıkışı da bu anlamda not edilmeli.

Fransa: Hem IŞİD hem Esed

Suriye’deki iç savaşın tıkandığı nokta, Esed’in gitmesiyle doğacak vakumun IŞİD gibi radikal İslamcı örgütlerce doldurulması ihtimalinin bir nevi kırk katır mı kırk satır mı ile Batı kamuoyunu endişelendirmesiydi. Yüz binlerce insanın katili laik ve seküler Esed’in yerine kafa kesen “barbar İslâmcılar” gelemezdi.

Fransız tarihçi J. P. Filiu’nun  “Fransa Beşar ile IŞİD’in aynı şey olduğunu söyleyen dünyadaki tek ülkedir” tespiti, Suriye konusunda Fransa’nın başta Avrupalılar olmak üzere Batı’lı müttefiklerinden temel olarak ayrıştığı ve aslında karşı saflarda olduklarının veciz bir ifadesi.

Fransa’nın Suriye’de rejim değişikliği ısrarı adeta bir devlet politikası olarak kendisini gösterdi. Fransa’nın merkez muhalefeti de Esedli bir Suriye’den yana olmadı. Chirac’a sadakatiyle bilinen eski Fransız Başbakan’ı D. Villepin’in “IŞİD küstah ve kibirli Batı politikalarının şekilsiz çocuğudur (…) 2003’de başlatılan Irak savaşı sonrasında iktidara getirilen Maliki’nin oynadığı mezhepçilik oyunu, IŞİD’in büyümesine neden oldu” tespiti, tipik bir Fransız’ın De Gaulleci anti-Amerikancı&İngilizci reflekslerinden çok öte bir yerde.

Esed’in şahsında Suriye’deki rejimin değişmesinin nelere yol açacağını Henry Kissinger’ın “Suriye’ye müdahale küresel düzeni yıkma riski taşıyor” tespitinde arayabiliriz. Esed’in gitmesini herhangi bir şarta bağlamadan doğrudan isteyen ve hatta Paris Savcılığı ile Esed’e savaş suçu soruşturması açacak kadar keskin bir Esed karşıtı olan Fransa, Kissinger’ın vurguladığı küresel düzeni yıkacak hamlelerde bulunmaktan hiç geri durmadı.

Küresel yap-boz

Fransa’nın geleneksel dış politikasında İngiltere’yi ve Amerika’yı dengeleme stratejisi belirgindir. Kurucu ortaklarından ve mimarlarından olduğu Avrupa Birliği’ni bir yönüyle ABD’ye karşı da konumlandırmayı hesaplayan Fransa, Avrupa’nın jandarmalığını ABD’ye vermek demek olan NATO’ya da –De Gaulle’nin ifadesiyle- hep şüpheyle bakmıştı.

De Gaulle ile Fransa 1966 yılında NATO’dan millî bir savunma politikası geliştirmek için ayrıldığında, Churchill’in “üstünlüğümüzü ABD’ye ödünç olarak veriyoruz” dediği hayallere sahipti. Amerika ve Rusya, Soğuk Savaş’ın tahkim edici gücü ile ne Fransa’ya ne İngiltere’ye alan açmamıştı. Fransa tarih sahnesinde eski gücüne kavuşamamanın trajedisini yaşıyordu. Yüzyıl önce İngiltere ile haritasını birlikte çizdikleri Ortadoğu’ya artık girememesine, sırtını Afrika’ya dayama denemelerinin de boşa çıkması eklenmesi, sadece De Gaulleci Fransızları endişelendirmemişti.

Fransa’nın mevcut Ortadoğu stratejisi, Irak’a yüz milyarlarca dolar harcayıp girdikten sonra Irak’ı Maliki üzerinden İran’a teslim eden neo-con Amerika’nın bu politikasının karşısında yer alarak şekillendi. Fransa bir yandan İran’a ambargoyu delerek ekonomik ilişkilerini devam ettirirken, Irak’tan Yemen’e kadar uzanan coğrafyada İran’ı/Şiî hilâlini dengeleyecek politikalar geliştirdi.

Hiç kuşkusuz İran’ın etkinliğini kıracak en önemli stratejik ittifak Suudi Arabistan’la olacağından, Fransa Ortadoğu politikasının merkezine bu ittifakı yerleştirdi. Geçtiğimiz Haziran ayında iki ülke arasında 2 adet nükleer tesisin yapılması ve 23 adet helikopterin de alımını içeren 12 milyar dolarlık anlaşma imzalandı. Fransa, Katar’a 24 adet savaş uçağını da kapsayan 7 milyar dolarlık ve  Beyrut’a 3 milyar dolarlık silah satışı anlaşmaları da yaptı.

2013’de Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Savunma ve Dışişleri Bakanlarıyla birlikte Suudi Arabistan’a yaptığı ziyarette, Lübnan Eski Başbakanı Said Hariri ve Suriye muhalefetinden Ahmet Carba da vardı. Heyetteki isimlerin simgesel anlamı Fransa’nın kurduğu denklemi açıklıyordu.

Bu denklemin en kritik bilineni Esed’in kayıtsız şartsız gitmesi olunca; Fransa’nın, Doğu Akdeniz’e uçak gemisi göndermesinin de Türkiye’nin Suriye’de tampon bölge kurma fikrini desteklemesinin de manası anlaşılmış oluyor.

Fransa, Doğu’nun Paris’i Beyrut’a yapılan saldırın akabinde Paris’in Mağriplilerince vuruldu. Paris saldırıları Fransa’yı Ortadoğu politikalarından vazgeçmesine zorlayacak kadar karizmasını çizdirse de, Fransa devleti bir Çin atasözündeki kritik eşikte olduğunu çok iyi biliyor: “Güçlü olamıyorsan, zayıfta değilsen bu işin sonu yenilgidir.”

[email protected]