Dostoyevski’nin Zeki Demirkubuz’la imtihanı

Mehmet Hakan Kekeç / Yazar
7.02.2015

Zeki Demirkubuz, Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ından uyarladığı filminde romanı indirgemeci bir okumanın kurbanı yapmış, “Yeraltı”nı bir tutunamayan hikâyesinden öteye taşıyamamıştı. Öte yandan haber vermeliyiz ki Dostoyevski de bir sağcıydı.


Dostoyevski’nin  Zeki Demirkubuz’la imtihanı
Zeki Demirkubuz’un, geçen hafta, 34. İstanbul Film Festivali’nde -Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanı olacağı duyuruldu.
 
Çok Dostoyevski ve çok Nietzsche okuduğu için, Demirkubuz’un, jüri başkanlığı meselesine sıradışı bir yerden bakacağı kesin. Biliyorsunuz, ünlü yönetmen, çok Dostoyevski ve çok Nietzsche okuduğundan Gezi Parkı hadiselerine de sıradışı bir yerden bakmıştı.
 
Demirkubuz, yaklaşık iki yıl önce Türkiye ‘deki film festivallerine bir daha katılmama kararı almıştı ve twitter hesabından “Bu filmleri kendileri jürilik yapsın diye çektiğimi zanneden gerzeklerden sıkıldım artık. Bundan sonra Türk festivallerinde yarışmak yok” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Yönetmenin, artık katılmayacağını belirttiği festivallerden birinde jüri başkanlığı yapacak olması elbette şaşkınlık yarattı.
 
Demirkubuz, konu ile ilgili, Hürriyet Gazetesi’nden Cansu Çamlıbel’e “İnsanların şaşırmalarına şaşırdım, ikisi ayrı şeyler: Ben festivallerde yarışmayacağım dedim, jürilik yapmayacağım demedim ki” şeklinde bir yanıt verdi. 
 
Tabii, sıradışı biri olan Zeki Bey -çünkü çok kitap okuyor- röportajı da sıradanlıktan çıkarmak için gerekeni yaptı: Syriza’dan, Gezi Parkı’ndan ve sağ - sol meselelerinden de bahsetti.  Aslında en çok bunlardan bahsetti, araya da sinema meselelerini kattı  dersek daha doğru olur.
 
Zeki Demirkubuz iyi bir sinemacı mıdır? İlgilenmiyorum... Daha doğrusu, ilgilenemiyorum. Çünkü yönetmenin son yıllardaki çıkışlarına baktığımda kendisinin de bundan (yani sinema açısındaki değerinden) çok “politik değeri” ile meşgul olduğunu görüyorum. Dolayısıyla, ister istemez, yönetmen hakkında yönetmenin söylemleri üzerinden konuşmak zorundayız.
 
Nasıl olduğunu anlayamadım, röportajda konu birden festivallerden ‘karma eğitim’ meselesine geliyor. Zeki Bey vahiylenmiş gibi, aniden, “benim miladım karma eğitimin bozulup bozulmayacağı” diyor. Siz de benim gibi “bu nereden çıktı şimdi yahu” diyebilirsiniz... Oysa ki çok Dostoyevski ve çok Nietzsche okusaydık anlardık... 
 
Ardından gelen soru şu: “Karma eğitimi bitirirlerse ne yaparsınız, ülkeyi terk eder misiniz mesela?” Ve usta yönetmenden ustaca cevap: “Bilmiyorum artık ama elimden geleni ardıma koymam. Aslında bunu konuşuyor olmak bile utanç verici. Ama bir yandan bunları bu hükümete yükleyip meseleden sıyrılmak da doğru değil. Ben 1975’te Milliyetçi Cephe hükümeti kurulduğunda Köy Enstitüsü kökenli bir öğretmen okulunda okuyordum. Bu okullarda daha o yıllarda mescit açıldı, zorunlu din dersi eğitimi konuldu. 12 Mart darbesinden beş yıl sonra, 12 Eylül darbesinden 6 yıl önce yani. Askeri vesayetin en güçlü olduğu zamanlar. Din dersinde kara tahtanın önüne konulan bir sıranın üzerinde namaz kılmaya zorlandık...” 
 
Sağcı lobisi gene devrede
 
Konu şimdi de ‘AK Parti hükümetlerinin öncekilerden farkı’na geliyor. Bakalım bir fark var mıymış: “Ayrıntı ve detaylarda, şekilde elbette bir farkı var ama bunu büyük bir fark olarak öne çıkarmak en büyük tuzak. Bu hükümet bence İslamcı bile değil, yarın konjonktür değişince laik bile olabilirler. Bu hükümet ta Osmanlı’dan beri gelen ve Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden sağcılığın en ileri halidir, sağcılığın en son aşaması ve en estetize edilmiş halidir. AKP, sağcılığın son numarasıdır. Üstüne bugünkü uygulama ve politikaları yüzünden çok daha ırkçı çok daha faşizan bir iktidarın zeminini hazırlıyorlar.”
 
Peki ya Syriza hakkında ne düşünüyorsunuz Zeki bey: “Türkiye, Yunanistan’ın geldiği bu aşamaya 2001 krizinde gelmişti. Yunanistan belki Türkiye’den daha zor bir duruma geldi ama gerçeğe dokunmadı bozmadı. Her şeyi yaşayabilir bir ülke ama gerçeğin genetiğiyle oynamaya başlarsanız Türkiye gibi olur. Türkiye toplumu 2001 krizinden sonra siyaseten ya da siyaset dışı şekilde gerçeği ile sınıfsal ve ahlaki sorunlarıyla yüzleşeceğine bunu görmezden geldi. Türkiye, sağcılığın yarattığı travmalardan yine sağcılığı seçerek kurtulmaya çalışırken Yunan toplumu ufkunu açmaya çalışıp en azından şansını denedi.  Bir eşiğe gelindiğinde Türkiye gibi ülkelerde sonuç AKP olur, Rusya’da Putin olur...” 
 
Gördünüz; sağcı lobisi gene devrede.
 
Anlaşılan, Zeki Bey, zihninde “sağcılık” adında bir canavar yaratmış ve sürekli onunla kavga ediyor. Bütün musibetlerin sebebi olarak -ne yazık ki baş edemediği- “sağcılık” canavarını görüyor ve bu sayede vicdanen de rahatlıyor: Oysa bütün insanlar Zeki Demirkubuz olsa dünya ne kadar da güzel bir yer olurdu... Ama her yer “sağcı” dolu... Bir tür batıl inanç yani yönetmenimizin kapıldığı, “sağcılık” gibi bir şey... 
 
Bir yanlış okuma hikayesi 
 
Ünlü yönetmene bu kötü haberi mecburen ben vereceğim: Sıradışı biri olmasını sağlayan Dostoyevski acayip sağcıydı, evet, ne yazık ki öyleydi.
 
Demirkubuz’un filme de uyarladığı ‘Yeraltından Notlar’a şöyle bir bakalım mesela: Yeraltından Notlar’ın yazıldığı tarih 1864... Roman, o dönemde toplumcu eylemcilerin başucu romanı olan, Lenin’in yıllar yıllar sonra öve öve bitiremeyeceği Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı?’ adlı kitabından bir yıl sonra yayımlandı. Birçok eleştirmen, Yeraltından Notlar’ın ‘Nasıl Yapmalı?’ya edebi bir cevap niteliği taşıdığına inanır. Çünkü Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da ‘Nasıl Yapmalı?’daki iyimser havayı dağıtmış -insanın içindeki insanı anlatarak Çernişevski’nin ‘rasyonel egoist’ kavramına açıkça saldırmıştır. Bunun haricinde, mesela omuz atma sahnesi ile hayat kadını Liza direkt ‘Nasıl Yapmalı?’dan alınmış ve parodileştirilmiştir.
 
Hisli liberalleri ne yapmalı
 
Dostoyevski, romanın ilk bölümünde 1860’ların toplumcu eylemcilerini (rasyonel egoistleri), anti- kahramanının geçmişini aktardığı ikinci bölümünde ise 1840’ların -batı özentisi- romantik liberallerini tefe koyar. ‘Nasıl Yapmalı?’dan parodileştirerek aktardığı hayat kadını Liza sahnesi, aynı zamanda 1840’ların liberallerinin sık kullandığı bir metafordur: Kendilerini kötü yoldan dönmüş hayat kadınlarına benzetirler. Bir taşla iki kuş...
Peki, Dostoyevski tüm bunlardan nasıl bir sonuca varmıştır, bakalım: “Romanın ilk bölümü Çağ dergisinde yayımlandığında, Dostoyevski ağabeyine yazdığı bir mektupta onuncu alt bölümün -yani kitabın özünün ifade edildiği en önemli kısım- sansür engeline takıldığından şikayet eder ve şöyle der: “Nerede herşeyden şikayet ettiysem, sırf biçim gerektirdiği için küfrettiysem, hepsine göz yumdular; ama tüm anlattıklarımdan inanmanın ve İsa’nın gerekli olduğu fikrini çıkardığımda beni susturdular!”
 
Dindarlık - solculuk ters orantısını direkt kurmak belki o kadar da doğru değil. Fakat şu an salt Zeki Bey'in önkabulleri doğrultusunda konuşuyorum. Tek derdim, (sol) liberallerle de sosyalistlerle de anlaşamayan Dostoyevski'nin vardığı sonucu -sağcılığını- göstermek. 
 
Bütün bunların ötesinde, romanın birinci katmanında, yalnız ve obsesif bir ‘yeraltı adamı’ karşılar bizi. 
Bu ‘yeraltı adamı’ sanki bir fare deliğine çekilmiş ve bize oradan -bilincimizin çook çok derinliklerinden- seslenmektedir. Fakat bu şekilde kestirip atamayız: Bizdeki karşılığı ‘tutunamayan’ olan ifade şekli oldukça yetersiz kalır ve indirgemeci bir okuma olur. Ayrıca, “varoluşçuluğun habercisi” ya da “Meursault’un atası” gibi yorumların sırrını da anlamak mümkün değil. Aksine, bu isimsiz antikahraman iki dönemde de (romantik 1840’lar ve rasyonel 1860’lar) modaya uymuş (çok kitap okumaktadır) ve neredeyse -bir obsesife yaraşır şekilde- sonuna kadar da gitmiştir. Fakat, “birinci bölümdeki akılcı bireyin derin anlayışı, ikinci bölümdeki romantik bireyin duygusal dürtüleri gibi felakete ve beklenmedik bir güldürüye yol açar.”
 
Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” uyarlaması, romanı, bu indirgemeci okumanın kurbanı yapmış -Demirkubuz, filmini, bir tutunamayan hikâyesinden öteye taşıyamamıştı. 
 
Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan, sağcılığı ya da solculuğu - dindarlığı ya da ateizmi değildi, vicdanıydı. İnsanı insan yapan, vicdanıdır. İnsanlar “sağcılar ve solcular” diye değil, “vicdanlılar ve vicdansızlar” olarak ikiye ayrılır. “Berkin’in ölümünden sol iktidar devşirmeyi” bekleyen Zeki Bey Dostoyevski’den ne kadar feyz alabilmiştir... Karar sizin...