Dünya sistemi üzerinde Osmanlı hayaleti

Ercan Yıldırım / Yazar
2.02.2020

Libya’da dünya sisteminin “boşluğu”ndan faydalanıp münhasır bölge çıkışıyla ciddi bir “yarık” açan Türkiye, elbette iki bloğun dışında ve karşısında yer alabilecek güce el’an sahip değil. Fakat... Çok kutuplu hale gelen dünya sisteminde bölgesel siyasi denkleme renk verebilecek çıkmaları yaptığı da bir gerçek.


Dünya sistemi üzerinde Osmanlı hayaleti

Soğuk Savaş’ta “iki kutuplu tek merkezli” dünya sistemi, Sovyetlerin çökmesinden 2008 ekonomik krizine kadar geçen sürede “tek merkezli tek kutuplu” şekilde işledi. 2008 krizi küresel iktisadi düzeni aynı bırakmak kaydıyla siyasal alanı yeniden belirledi. Öncelikle artık dünya sistemi yine tek merkezli vasfını korurken bu sefer çok kutuplu evreye geçti. Neoliberal iktisad tüm dünyada aynı tonda fakat daha sert işlemeye başladı ama siyasi yapıda ulus devletleri yeni tedbirler almaya zorladı. Bunların başında, etkisi 1980’lerden 2000’li yılların yarısına kadar geçen sürede egemenlik kuran neoliberal siyaset gelir.

2008’deki finansal kriz, küresel şirketlerin mutlak egemenliğine, özelleştirmelere ve sınırsız serbestlikteki ticarete dayalı neoliberal iktisada hiç dokunmazken, küresel şirketlerin kurtarılıp ceremesinin emekçilere, orta ve alt sınıflara yüklendiği; onların da bunu sırtlamalarına, tolere etmelerine, sindirmelerine yardımcı olmak amacıyla güçlü devlet ve güçlü lider kültünün egemenliğindeki yeni bir siyasal alan inşa etti.

Düşmanlıklar listesi

Putin, Trump, May hatta Merkel merkezinde popülizm diye çevrilen bu yeni siyasal alanda, kitlelere küresel şirketlerin yüklerini taşımaları karşılığında yeni sorumluluklar verildi; bir nevi düşmanlıklar listesi... Küresel şirketlerin tüm kayıpları, zararları, yükleri kitlelerden kaçırılarak yeni düşman ötekilere yüklendi; Müslümanlar, mülteciler, göçmenler, sistemin merkezindeki ülkelerin, ABD’nin, kıta Avrupası’nın kaldıracıydı artık. Avrupa bundan müşteki değildi, ekmeğini bölüşmekten korkan Amerikalılar zaten Meksikalılardan ve ötekilerin tümünden nefret ediyordu.

Siyasi model çıkmazı

Çok kutuplu dünya sürecinde Batı merkezcilik iyiden iyiye ayrıştı; Avrupa merkezci okumaların, ideolojik yönelimlerin, değerler sisteminin tümü çöktü. Bunun karşısında Amerika merkezci eğilim güçlendi, üstelik Trump’ın gelmesiyle farklı boyuta geçti. Dahası Avrupa’nın Çin ile teması, İngiltere’nin AB’den ayrılma süreci kıta Avrupası’nın dünya sisteminin merkezindeki konumunu zayıflattı.

Afganistan’dan Suriye’ye, Çin ile Ticaret Savaşı’ndan Libya meselesine kadar çatışma alanları genişledikçe aktörler de çoğalmaya başladı. Bu evrede Avrupa’da İrlanda, Katalanya gibi sahalardaki krizler siyasal alanda yeni arayışları beraberinde getirdi; kabul etmek gerekir ki Batı merkezcilik iktisatta, askeri hükümranlıkta hala dünyayı kontrol edebiliyor ama felsefi düşünce, siyasi model, toplumlardaki ekonomik farklılıkları karşılayabilecek çözümlerden çok uzakta... Neoliberalizmin ilk uygulandığı Şili’den Fransa’ya, İran’dan Hong Kong’a uzanan rahatsızlık silsilesi iktisadi alternatiflere evriltmese bile siyasi sorgulamaları o da kaba milliyetçilikleri, lümpen tepkileri, geçmişteki faşist uygulamaları gündeme getiriyor. Avrupa merkezci uyanış günümüzde mesela Habermas gibi Kantçı düşünürlerin tüm çabalarına rağmen hala Amerikan kontrolü nedeniyle siyasi modellemeye geçemedi, geçmesi de yakın zamanda mümkün görünmüyor fakat başta Avrupa olmak üzere Ortadoğu, patlamaya hazır Balkanlar, Rus hinterlandı yeni siyasi organizasyonlara yakın zamanda gebe olmasa da talepkar...

Bağdadi ve Kasım Süleymani’nin öldürülmesi “Şii dolunayı”na darbe vururken Türkiye karşıtı Sünni bloğu Suud-Mısır hattını güçlendiriyor. Suudileri sert bir modernleşmenin beklediği kadın robota vatandaşlık vermekten kadınların her tür modern uygulamaya katılımında serbestiyet almasına kadarki göstergelerden belli. Fakat buna rağmen Batı’ya kaçan Suudi kadınların oranında düşüş yaşanmaması da süreci anlatmaya yeter. Bu ortamda Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı ve Libya meselesindeki “öncü tutumu”, başta İslam alemi, çok kutuplu konjonktürde yeni bir siyasi model için vesile de olabilir.

Zizek’in Osmanlı korkusu

Mesele Batı güdümündeki Arap basınında yahut onların uzantısı Türkiye’deki seküler medyada itibarsızlaştırmak, süreci baltalamak, Türkiye’nin tarihi misyonunu “çağa söyletmesi”ni engellemek için neo-Osmanlıcılık diye sunulan durumla, Türkiye’nin Osmanlı mirası üzerinden bir hareket gerçekleştirmesiyle ilgili değil. Tam tersine Osmanlı hayaletinin, Osmanlı gölgesinin Avrupa üzerinden hissedilmesi hatta dönem dönem canlanması… Pax Romana akıllara gelmezken, Osmanlı idari yapılanmasının hatta Pax Ottomania’nın kendisini sürekli dayatması, icbar etmesi. Kabul etmek gerekir ki, çok kültürlü, çok etnikli, çok dinli coğrafyalarda tipik ulus devlet modellemeleri yekpare başarılı olamıyor; üst bir kimlik mutlaka gerekiyor. Merkez-çevre modeline göre çevreyi sürekli kontrol altında tutma, merkeze emtia, sermaye, demografik güç gönderme kısmen sömürü üzerine odaklanmış dünya sisteminin siyasi krizine, imparator ABD’nin kendi federal yapısı dahi çözüm üretemiyor. Britanya’nın uzun imparatorluk deneyimi de esasında Osmanlı etkisi gösterir fakat Ortadoğu, İslam coğrafyası gibi sahalardaki kabile devlet imal ve icat etme sürecini İngilizler de kotaramadı…

Açık söylemek gerekirse Osmanlı’yı unutturacak bir Osmanlı tasfiyesi gerçekleştiremedi dünya sistemi… Macron’un Kudüs’te İsrail polislerine “naralar atması”nın altında da, bu Osmanlı mirası, Osmanlı korkusu var…

Türkiye’yi hilafeti ilga ettirerek Batılılaşma uygulamalarıyla, inkılaplarla imparatorluk misyonundan azade kılmaya çalışsalar da bilfiil düşmanlığa rağmen millet uhdesindeki bilfiil ateşi söndüremediler. Zizek de bu sönmeyen kordan mı korkuyor acaba?

Avrupa merkezciler 2008 sonrasındaki siyasi yönelimden hele Putin sonrası süreçten, Putin Rusyası’nın Karadeniz ve Akdeniz’e inmesinden epey endişe duyuyor. Sorun sadece Rus yayılmacılığı değil aynı zamanda Avrupa medeniyetinin vaad ettiği değerlerin aşınması, etkisizleşmesi giderek evrensel boyutunun kaybolması.

Slavoj Zizek Türkçe’deki son kitabı Umutsuz Olma Cesareti’nde, Hintli Pankaj Mishra’dan bir alıntı yaparak “gücü devreden ve azınlık haklarını teminat altına alan Osmanlı tarzı konfederal kurumlara geri dönüşü” tartışır…

Anlaşılan o ki Zizek, ülkesi Slovenya’nın iki buçuk asır Osmanlı hükümranlığında kalması ile Avrupa’nın iki dünya savaşı arasındaki faşist idareye dönmesi arasında tercih yapma durumuna kadar gelmiş. “Batılı kültürel değerlerin eşitlikçilik, temel haklar, refah devletinin kapitalist küreselleşmeye karşı silah olarak kullanılacağı bir dönemde kenara atılması”, ister istemez siyasi hiyerarşi açığını ortaya çıkarıyor. İktisadi neoliberalizmin yeryüzünün tamamında tüm orta ve alt sınıfları ezip geçmesi yerel homurtuları artırıyor fakat küresel kapitalizme alternatif geliştiremiyor.

Hatta Rusya’da Putin, Medvedev Hükümeti’nin liberal eğilimleri karşısında imparatorluk mirasını harekete geçirecek güçlü devlet mekanizmasına yönelirken iktisadi olarak neoliberalizmi harfi harfine uyguluyor. Dış yatırımlara her türlü garantiyi veren Putin, Rusya’nın ekonomik gücünü düşürmeden otoriter bir idareyi geliştiriyor; pek çok ülkedeki zenginlerin Londra’ya sermaye taşımasının Putin Rusyası’nda da gerçekleşmesine rağmen!

Rand Raporu’nun anlattığı

Dünyadaki genel eğilimlere bakarak Türkiye’nin bu süreçte nasıl bir siyasi yol seçeceği aslına bakılırsa herkes için merak konusu… Son yıllarda Transatlantik ve Avrasya Blokları arasında belirgin tercihler yapmayıp üçüncü yolu tercih eden Türkiye’yi bir kampa saplama tutumu ABD ve NATO cenahında çok güçlü.

Yayımlanan son Rand Corporation Raporu’nda bizim için artık klasikleşen darbe ikazının ötesinde hangi kampta yer almamız gerektiğine ilişkin senaryolar ve kısmi sonuçları da işlendi. ABD’nin Türkiye’nin Rusya ile ilişkisine “müsaade etmesi” hem Soğuk Savaş refleksine uygun illa bir kampta yer alma anlayışını güdüyor hem Soğuk Savaş kurallarını esneterek karşı cephede faaliyette bulunmasının mümkünlüğünü getiriyor. Raporun bir yerinde Türkiye’nin ABD’ye eğitim için askeri öğrenci göndermesinin devamlılığının vurgulanması da mühim. Malum 27 Mayıs sürecinde ordudan yaklaşık 7 bin subay tasfiye edilmişti; Osmanlı gören, bilen, Alman sistemini uygulayan askerlerin yerine zamanın ruhuna uygun yeni bir ordu inşa edilmişti; 12 Eylül ve 28 Şubat’ta bu “bizim çocuklar” rol almıştı.

Libya’da dünya sisteminin “boşluğu”ndan faydalanıp münhasır bölge çıkışıyla ciddi bir “yarık” açan Türkiye, elbette iki bloğun dışında ve karşısında yer alabilecek güce el’an sahip değil fakat çok kutuplu hale gelen dünya sisteminde bölgesel siyasi denkleme renk verebilecek çıkmaları yaptığı da bir gerçek. Buna tarihi referans noktalarını, bilkuvve Osmanlı deneyimini, Batı’ya başkaldırabilme kabiliyetini, Hilafet vasıtasıyla İslam ülkelerinin önderliğini de eklediğinizde önemli bir birikim çıkıyor ortaya.

Bugün dünyada Müslümanları temsil eden, haklarını savunan bir devlet ve kurum, siyasi odak yok… İşin tuhafı bunu kendine dert edinen İslam ülkesi de bulunmuyor, Türkiye hariç.

Türkiye temsil makamında bilfiil bulunmasa, güçlü İslam ülkeleriyle nizalı olsa da bu can alıcı soruyu sorabiliyor, bu sorunun izlerini takip edebiliyor. Türkiye sadece Osmanlı’nın varisi değil İslam ülkelerinin merkezi konumundaki siyasi varisliği de uhdesinde barındırabiliyor.

ABD Başkanı Trump’ın “küresel düşün yerel davran” yerine “yerel düşün küresel davran” anlayışına geçmesi biz Türklerin benliğine içkindir bir farkla; Tek Parti yönetiminde bile buradaki “yerel” kavramının kapsamı İslam coğrafyasının hududuna, Osmanlı sınırlarına denk gelir! Küresel kapitalizm ve popülist otoriter idare mantığı ile çok kutuplu dünya sistemi konjonktüründe Türkiye, İslam ülkeleri nasıl organize olacak, hangi değerler etrafında toparlanacak… Bu çok çetrefilli soru en azından Türkiye için belirgin göstergeler etrafında anlaşılabiliyor.

Millet ittifakını oluşturan partilerin siyasi kanaatleri, bir araya gelmeleri Gezi olayları ve Hendek operasyonları neticesinde vuku buldu… Cumhur İttifakı’nın meşruiyetini ve değerler dizgesini ise genel manada 15 Temmuz belirledi. Gezi olayları ve Hendek operasyonları marjinalleri CHP ve Millet İttifakı’na mecbur kılarken 15 Temmuz çevredeki dindar-milliyetçileri de Cumhur İttifakı etrafına toparladı.

Gelinen süreçte muhafazakarlık farklı tonları, içerikleri, metotlarıyla siyasal alanın en geçerli ideolojisi, düşüncesi, ortalaması halini aldı. Osmanlı’ya evrilen Türkiye’nin Nomosu İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgası uzun Cumhuriyet döneminde tavsasa da Gezi ile başlayan darbe fırtınasında yeniden canlandı.

Gezi olayları ve İran yayılmacılığı ehli sünnet başlığını mutlaklaştırdı. Suriye’de, Irak’ta, Doğu Akdeniz’de “müttefiklerimizle” yaptığımız savaş, terör ve 15 Temmuz gazayı, İslam ve gazayla var olan Türk kimliğini hatırlattı… Burada tek farkı İslam yerine muhafazakarlığın ikamesi oldu. Genel manada milletimizin geleneği muhafaza etme gayreti etrafında Cumhuriyet döneminde gelişen reflekslerin yeniden canlanmasına, rehabilitasyonuna dayanan muhafazakarlık Türkiye’yi çok kutuplu dünyada beklediği yere taşır mı, tartışılır. Öyle ki CHP’nin son zamanlarda muhafazakarlığa yöneleceğini bizzat genel başkanlarının söylemesi, algılanan muhafazakarlığın ne olduğunu merak ettiriyor. Fakat aynı CHP, Eğitim Çalıştayı’nda uzun zamandır telaffuz etmediği laikliği ve Köy Enstitüleri nostaljisini de gündeme getirmekten kaçınmıyor. Muhafazakâr kavramına sol liberaller gibi bir anlam yüklese de CHP elitleri yerlileşme ve yeni bir sol popülizm üretme sürecinde ahaliye açılma siyasetini öne çıkarmış durumda. İslam kültürünün yanında İslami olanın siyasi, hukuki, eğitim gibi sahalardaki uygulama biçimlerini gözden uzak tutarak ikame edilen kültürel boyut Suudi Prensi Selman’ın modernleşme çabalarıyla uzlaşmaya götürür ancak.

Dünyada İslami düzen fikri zihinlerden çıktı, sekülerlik yaşam tarzına dönüştü; muhafazakarlık da bu evrede kapitalist Batı düzenine Müslüman kimliğiyle var olmayı içerdi. Referans kaynaklarını hala Batı merkezli değerlerden, ilkelerden, moderniteden, en önemlisi muhafazakarlığın içeriği 27 Mayıs sonrasındaki eğilimlerden aldıktan sonra çok kutuplu dünyada İslam ülkelerinin önüne düşmek çok da mümkün görünmüyor. Velev ki hem çok kutupluluk hem popülist rejimler hem AB’nin dağılmasıyla ulus devlet formlarının çatışmaları artırıp, yatay ve dikey yönde açmasıyla kapitalizmi taşıyamayacak boyuta evrildiğinde daha da canlanır Osmanlı hayaleti…

[email protected]