Dünyadaki kültürel kaos ve Türk kanonu

Celal Fedai / Şair, Yazar
11.02.2022

Kur'an, Batı kanonunu oluşturan eserlere kaynaklık eden Tevrat ve İncil gibi sadece literal bir kaynaklık etmez. Hayatın akışına karışmış olarak var olmaktadır. Öyle ki İslamî yaşantısı olmasa bile Türkiye'de insanların çok büyük bir çoğunluğu İslamî tefekkür dairesindedir. Yaşamın içindedir.


Dünyadaki kültürel kaos ve Türk kanonu

Celal Fedai / Şair, Yazar

ABD'de Donald Kuspit, aynı adı taşıyan kitabında "sanatın sonu"nu tartışıp da ülkesindeki "yeni eski ustalar" hareketinden söz açmasaydı bizde de yaşanan zamanda "neo klasik poetika"yı tartışmak mümkün olamayacaktı. Gerçi tartışabilmiş de değiliz ya olsun... Hiç olmazsa ABD'de resim sanatını enstelasyona indirgeyenlere karşı ressamın atölyesini savunanların olduğunu gördük. Bizde bunun vuku bulması bir yirmi yıl sürer. O vakte kadar ressamlarımız küratörlerin ağızlarına bakıp galerilerin temellük ettiği iğdiş edilmiş muhayyileleriyle ressam pozu verirler. Belki ondan sonra içlerinden nadir çıkan bağımsız sanatçıların atölyelerinden süpürdükleri sahici sanatın talaşlarındaki altın tozları fark edilir. O vakte kadar modern ve postmodern süreçler boyunca sermayeye ilk teslim olan sanat alanı olarak resim sanatı Türkiye'de Van Gogh'unu arayacaktır. Küresel kapitalizmin müzik yoluyla alıklaştırdığı kitleler, resim sanatına müziğe gösterdikleri gibi bir ilgi göstermedikleri için böyle birinin çıkmasını umabiliriz.

İçe dönük değil içe çökük

Romanın durumu, müzik ve resimden geri kalmadığı için söylediklerimize ne eklemeli bilmiyorum. Romandaki postmodern yönelimler en yenilikçiler için bile ilginçliğini kaybetti. İçine dönmüş değil içine çökmüş postmodern romancılar, benzerlerinden öyle çok yarattılar ki kendileri de okurlarından bezmiş olabilirler. Romanda insansızlık, Ortega Y Gasset'in yüz yıl önce modern sanatın insanı dışladığına dair tespitlerinin ötesine vardı çoktan: İnsansızlık. Hâsılı yaşanan zamanın sanatında insan ne fâil ne de mefûl olarak yok. Kendini tekrara almış bir üretim bandı, alıklar üretiyor. Romancısından ressamına sanatçılar da bu üretimin içinde türlü şekillerde istihdam ediliyor. Şairlerin durumu Türk kanonunun asıl taşıyıcıları olmalarından ötürü ayrıca ele alınmayı hak ediyor kanımca. Kıta Avrupa'sında değil de ABD'de, sanatın yaşanan zamanda kültürün ölümüne karşı durmayıp tabutunu güle oynaya taşır bir hal arz ettiği nasıl görülebildi? Matthew Arnold ve T. S. Eliot'ın, yüz yıldan fazla bir zaman önce, modern zamanlar henüz gemi azıya almamışken insanların alık olmadan önceki durakları olan yığınlaşma sürecinde "Batı Kanonu"nda ısrarlı olmalarının neticesi, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa Birliği'nin kültürel temeline işaret etmekteydi. Stefan Zwieg, onlardan sonra bu temeli, birleşik bir Avrupa yaratabilmek ülküsüyle hümanistler üzerine bilhassa eğilerek açığa çıkardı. Bu noktada Fransız romancı André Maurois'nın İngiliz romantik şairi Shelley üzerine yazdığı kitabına aldığı şu bahis anılmaya değerdir: "Bu seviyedeki gençler arasında meşhur şairlerden parçalar zikretme zevki o kadar tekâmül etmişti ki bir gün Pitt, parlamentoda Enéide'in bir mısraı ortasında durunca, bütün meclis, (Whig'ler ve Tory'ler) hep birden ayağa kalkıp mısraı ikmal etmişlerdi. İşte mütecanis kültüre güzel bir misal." Mütecanis kültür, birleşmeye çalışan Avrupa'nın laik, seküler dönemindeki dini oldu, desek yeridir. Bu kültür, Avrupa'yı birleştirmekteydi. Yabancı unsurlar içine girse de sorun yoktu. Orada eritilmekteydiler. Avrupa'nın "poetik"i, "politik"ini belirliyor, yön veriyordu. İçerde ve çıkarları için kıta dışında çatışsalar da "poetik", onları birleştirmekteydi. Bugün ise durum farklı. Küresel kapitalizmin kültürü, insanları yeryüzün her yerinde alık kıldığı gibi Avrupa'da da alık kılıyor Amerika'da da. İşte bu yüzden Amerikalı ünlü eleştirmen Harold Bloom, Arnold ve Eliot'un refleksiyle hareket ediyor ve diyor ki: "Bu kitapta yirmi altı yazar belli bir nostalji duygusuyla incelenmektedir çünkü ben bu çalışmada bu yazarları kültürümüzde kanun ya da otorite yapan özellikleri ayırt etmeye çalışıyorum. (...) Bununla birlikte her şeyin parçalandığı merkezin tutmaz hale geldiği ve bir zamanlar "eğitimli dünya" denilen şeyin üzerine tam bir anarşinin hâkim olduğu süreç başlamıştır. Sahte kültürel savaşlar beni ilgilendirmez. (...) Büyük üniversitelerimizden birinde bütün hayatımı edebiyat öğretmek için harcadıktan sonra bir edebiyat eğitiminin şu anda içinde bulunduğu hastalığı anlatabileceği konusunda pek inancım yok. Eğitimcilik kariyerime 40 yıl önce T.S. Eliot'ın fikirlerinin baskın olduğu bir akademik bağlamda başladım; bunlara karşı elimden geldiğince savaştım. Şimdi etrafındaki hip-hop profesörlerini, Gallik Germanik teorilerin klonlarını, toplumsal cinsiyetin ve her çeşit cinsel tercihin ideologlarını, sınırsız çokkültürcüleri gördükçe edebi çalışmaların Balkanlaşmasını geri çevirmenin mümkün olmadığını anlıyorum. (...) şimdilerde Yale Üniversitesi'ne sadece bir avuç öğrenci gerçek bir okumak tutkusu ile gelir. Böyle bir aşk içlerinde yoksa kimseye şiiri sevmeyi öğretemezsiniz. Yalnızlığı nasıl öğretebilirsiniz?"

Politize yığınlar

Amerika'da edebiyat hayatının ve üniversitelerin geldiği bu durum, küresel kapitalizmin kalbinde bile böylesi bir zaafiyeti yaratmışken, "poetik"i ile "politik"i irtibatını bütünüyle yitirsin, diye bunca uğraş verilen Türkiye'nin durumu ne olacak? Türkiye, Selçuklu'dan Osmanlı'ya aktarılan bin yıllık kültürünü, yüz yıllık laikleşme, sekülerleşme süreci boyunca unutmak için elinden geleni yaptı eğitim kurumları aracılığıyla. Batılılaşmış aydınları bu işin yüklenicisi olmaya can attılar. Bu uğurda yüz yıldır ne gerekiyorsa yapıldı. Yüz yıl önce millet olma aşamasındaki insanlar, önce halk sonra kitle haline getirildi. Dünyadaki gelişmelere paralel işleyen bir süreçti bu. Politize olarak yığınlaşan insanlar, Doğu Bloku'nun dağılmasıyla oluşan popüler kültür dalgasıyla avam haline geldiler. Milenyum sonrasının alıkları işte bu avamların yanında, pozitivist Batıcılardan ve neoliberalist muhafazakarlardan doğdu. Birbirleriyle zıtlaşan bu grupların alıklaşma süreçleri onları birbirine akraba kılmaktaydı. Harold Bloom, Amerika'nın geleceğini, yüksek Batı kültürü dininin zındıkları olarak algıladığı popülizmin üretim bandından çıkmışların eline düşmüş görüp aynı adlı eseriyle "Batı Kanonu"na ağıt yaktı. Allah'tan Harold Bloom, Batı kanonuna bu ağıtı yaktı yoksa dünya kültürel bir kaosa doğru sürüklenirken bizim sözü kendi kanonumuza getirmemiz hiç mümkün olamayacaktı. Muhafazakârlar, "gelenekten yararlanma" pragmatizmi için geçmişi biblolaştırıp durmaktaydılar. Batıcılar için söz konusu geçmiş çoktan çöpe atılmıştı. Dolayısıyla bizim bir kanonumuz yoktu varsa bile canlı değildi. Kaosa en kolay ve hızlı biz sürüklenebilirdik.

Türkiye'de, Amerika'daki Batı kanonu tartışmasına öykünüp yapılan tartışmaların dönüp durduğu yer burası olabildi kanımca. Sözgelimi Besim Dellaloğlu şöyle yazdı: "Meseleye Türkiye'nin inşasının kanonik olmadığını fark ederek başlamak anlamlı olurdu. Bu anlamda Türkiye'de Kur'an-ı Kerim kanon mudur? Kur'an-ı Kerim Türkiye'de hâlâ kanon değildir. Bunun inanıp inanmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bir Kutsal Kitap'ın kanon olabilmesi için çok yaygın olarak okunabilmesi gerekir. Bu da yetmez! O kitabı okuyanların hayatlarında o kitabın izlerini görebilmek de gerekir. Bu bakımdan İncil, Batı'da kanondur ama Kur'an-ı Kerim Türkiye'de kanon değildir. İncil'in kanonlaşması sadece teolojik bir mesele değildir. Aynı zamanda kültürel, medeniyetsel bir meseledir. İnandığı kutsal kitabı okumamak, okuyamamak nasıl bir şeydir? Neye inanıyorsun o zaman? İşte dilsel mesafe! Kur'an-ı Kerim'i Türkçe mealinden okumak bir laiklik / sekülerlik işareti olarak algılanıyor da ondan."

Hata şablonda

Dellaloğlu'nun, Bloom'dan alıp Türkiye'ye uyarladığı, uymayınca da şablonda ya da kendinde hata görmeyip Türk kanonunu "sorun"lu gördüğü aşikâr. Oysa biraz durup kendi metnini birine okutup dinlese yazısına yayılan bakış açısı hatalarını görebilecek. Metnini okuyan, Harold Bloom'un Türk kanonu üzerine bir yazısı var ve Dellaloğlu onu aktarıyor sanabilir. "Ansiklopedi" başlığına sığınılamayacak denli sorunlu bir metinle karşı karşıyayız. Lakin beni ilgilendiren şimdilik burası değil. Alıntıladığım metinde ileri sürülen görüşler, Türk kanonuna dair elementer bilgilerden dahi haberdar olunmadığını gösteriyor. Öncelikle Türk kanonu, dünya kanonu içinde nevi şahsına münhasır bir yapı arz eder. İslam öncesi dönemdeki eserler İslam sonrasına gelişerek aktarılır. Koşuklar koşma olur. Destanlar, Hz. Ali Cenklerine evrilir. Benzer şekilde bin yıl süren İslamî dönem laikleşme, sekülerleşme dönemleri boyunca yaşanan zamanda mahiyetini koruyarak değişip gelişir. Bu üç dönemde de bir kopma olmaz. Çünkü bu dönemler, Batı kanonunda Bloom'un yetkinlikle izah ettiği gibi bir ya da birden çok isme kayıtlanmamıştır. Yani Türk kanonunun merkezinde Dante, Shakespeare gibi dindar ya da laik, seküler bir figür yoktur. Doğası gereği olamaz da. Çünkü Türk kanonunun merkezinde, Kur'an-ı Kerîm ve onun vücut bulmuş hali Hz. Muhammed vardır. Kur'an ve hadisler, kanonun merkezidir. Oradan açılan bir "yörünge" söz konusudur. Sanatçıların içinden dinî bir duyuş, düşünüşe sahip olanlar benliklerinden çıktıkları sanat arayışlarını bu "yörüngede ararlar". Hz. Mevlâna, Yunus Emre, Sazai Karakoç gibi isimler böyledir. Dünyadaki arayışını dini bir duyuş ve düşünüşle sürdürmek konusunda diğerleri gibi olmayanlar ise, benliklerinde yürüttükleri sanat arayışlarını "yörüngenin içinde kalarak" sürdürürler. Nedim, Baki, Nâzım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Attila İlhan, Can Yücel böyledir. Bunlar ve bunlara benzeyen, ayrışan yanlarıyla laik, seküler dönemdeki tüm şair, yazarların durumu da aynıdır. Kur'an-ı Kerîm ve hadislerin oluşturduğu dünya tefekkür ve tahayyülünü şöyle ya da böyle benimsemeseler de onların oluşturduğu yörüngenin içinden, o yörüngeye konuşurlar. Arayışları kendileri aksini açıkça beyan etmedikçe böyle cereyan eder. Kaçınılmaz bir durumdur bu. Bu iki gruptan başla bir üçüncü grup daha vardır. Onlar, söz konusu "yörüngeyi inkâr" ettiklerini açıkça beyan edenlerdir. Tevfik Fikret ve Küçük İskender sözgelimi. İkisi de Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Muhammed kişiliğinin seyrüseferini belirlediği yörüngeyi inkâr etmişlerdir. Fakat bu tutumları bile onları Türk kanonu içinde "yörünge"ye göre konumları bakımından ele almamızı zorunlu kılar. Türk kanonu bu üç grubun içinden hiç kimseyi merkezi figür haline getirmez. Çünkü aydınlar laikleşip geniş halk kesimleri sekülerleşirken bile Batılılaşmış okumuşlar ne kadar itiraz ederlerse etsinler Türkiye'de "poetik yörünge" sabit kalmaktadır. Dellaloğlu'nun düşündüğü gibi Kur'an-ı Kerîm'in az okunmasının, aslından okunamamasının ya da Türkiye'nin kuruluşunda hesaba katılmamasının süreçteki payı belirleyici bir etki bırakamaz. Türkiye'nin kuruluşundaki kurguya rağmen var olan kültürel süreklilik görmezden gelinemez. Kur'an, Batı kanonunu oluşturan eserlere kaynaklık eden Tevrat ve İncil gibi sadece literal bir kaynaklık etmez. Hayatın akışına karışmış olarak var olmaktadır. Öyle ki İslamî yaşantısı olmasa bile Türkiye'de insanların çok büyük bir çoğunluğu İslamî tefekkür dairesindedir. Yaşamın içindedir. Nasreddin Hoca fıkralarındadır. "İyilik ve kötülük" fikirlerine sinmiştir. Yazılan, konuşulan dili, yörüngeyi inkâr edenlerin bile kaçamayacağı ve bu yüzden de nefretleri tarafından ele geçirilecekleri bir hale getirir. Tevfik Fikret'e Tarih-i Kadim'i ve Küçük İskender'e Haşarat Uygarlığı'nı yazdıran şeyde bu nefret vardır. Çıkmak da isteseler yörünge içindedirler. Sosyalizm ideali için Şeyh Bedredddin'e giden Nâzım Hikmet, klasik Türk şiiri ve müziğine meyille sesini arayan Attila İlhan, argoda şiir dilini ararken Mernûş'a varan Can Yücel'i hiç saymayalım. Harold Bloom'unkine benzer bir nazarla Türk kanonuna bakan biri ondaki fikri alıp şablonu almayarak yaklaşsa da aslında bana kalırsa benzer bir planı çıkaracaktır. Dellaloğlu ve benzerlerinin çıkaramaması şaşırtıcıdır.

Birikim kaosa feda edilmemeli

Yaşamaya zorlandığımız dünyada insanlığın bugüne kadar getirdiği tüm kültürel birikim bir kaosa feda edilmek isteniyor şimdi. Bloom, buna Batı kanonunu savunarak karşı çıkmakta. Onlar şanslı. Çünkü ABD'de poetik sorun yaşandığı zaman onu kendine getirecek bir politik var. Jale Parla'dan Laurent Mignon'a kadar pek çok isim, Türkiye'de böyle bir durumun olmadığı bilgisiyle hareket edip ya Türkiye'nin bir kanonu olmadığına ya da olsa bile bunun canlandırılamayacağına hükmediyor. Bu tür görüşler fikirden çok temenni olarak görünüyor bana. Türkiye'de Batı'ya bir şekilde hayran olan laik, pozitist, materyalist, nihilist, anarşist okumuşlar, kültürün yok olarak alıklığın yükselişini alkışlıyor. Bunun sonucunda Türk kanonunun yörüngesinin bozulacağını umuyorlar. Türkçe okuyup yazıp da bu denli yabancı olmalarını başka türlü izah etmek mümkün görünmüyor. Oysa o çok hayran oldukları Batı dünyasına (kaldı ki orası da kendi ürettikleri popülizm ile sarsılmaktadır) entelektüel ilgileriyle gitseler de vicdanları onları Türkiye'ye getirmeliydi. Batı'nın entelektüel olanı da dahil her türlü keyif hayatında zayıfların kanının olduğuna tarih şahittir.

[email protected]