Ebed müddet ‘kötü’ devlet!

Ahmet Demirhan - Yazar
14.12.2013

Önce devlet algıları normalleşmeli ve sivil toplumdan konuşuluyorsa ya da haklardan bahsediliyorsa, bunun ‘devlet’ parantezinde değil, ‘siyaset’ parantezinde tartışılması sağlanmalı! ‘Siyaset yapmadığınız zaman’ dahi!


Ebed müddet ‘kötü’ devlet!

Son günlerde gündemdeki tartışmaların önemli bir ayağını, ‘devlet’e sızılması ya da onun bir kesim tarafından sahiplenilmesi, ‘devlet’e itiraz edenlerin cezalandırılmaya çalışılması veya ‘devlet’ öncelikli bir hükümet tarzının uygulanması gibi iddialar oluşturuyor. ‘Sivil’ olduğu iddia edilen taleplerin önünün kesildiği itirazlarıyla birlikte gelişen bu yöndeki tezlerde ‘devlet’in topluma yeni bir tasallatuyla karşı karşıya olduğumuz ileri sürülüyor. Kendi içinde çok fazla çeşitlilik taşımasa da ve hep aynı eksende gelişen bir hattı olsa da, son günlerdeki tartışma bağlamında kalındığında, bu yöndeki tezleri iki kısımda tasnif etmek mümkün.

Birincisinde, daha soyutlama düzeyinde kalan bir ‘devlet’ tanımından hareketle, aslında ‘devlet’in, ebed müddet tasallutçu olduğunu; toplumu, kendi kafasındaki bir modele göre biçimlendirmeye çalıştığını; ‘devlet’ dışında “bir şey” ol(un)masına müsaade etmediğini iddia eden bir okumaya başvurulur. Kutsaldır bu devlet, aşkındır, kendisine soru sorulmasını ya da itiraz edilmesini değil itaat edilmesini bekler. Sıfatlarını alabildiğine uzatabileceğimiz ve sınırsız sayıda adlandırmayla tanımlayabileceğimiz bu ‘devlet’, aslında soyutlamaya dayalı olduğu için; arkasında liberal bir gelenek olduğu halde, bu liberal görüşü taşıyamayacak bir entelektüel pespayelikle de takdim edildiği için; popülist algıda kendisini pazarlayabileceği bir dili kullandığından, ‘popülist liberallik’ diye tarif edebileceğimiz bir yola başvurduğu için, hedefine koyduğu ‘devlet’i, soyutlamanın kendisine verdiği enerjiyle, ne kadar negatif bir tarife başvurursa başvursun, olabildiğince coşkulu bir şekilde tanımlar.

Örneğin, bu ‘devlet’in “iştahı kabarır”; “kıskançlaşır”, “hırçınlaşır”, onun modeline uymayanları kendisine “şirk koşul”muş addeder. Bu öyle bir devlettir ki “varlığın da yokluğun da kaynağı” odur. Ona karşı çıkılırsa “sadakatsizlik” edilmiş olur; oysa kendisine “kulluk” edilmesini bekler. Örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz bu ifadelerde ilk dikkat çekilmesi gereken husus, bazılarında ‘insani’ sıfatların kullanılması ve bazılarında da hayli teolojik çağrışımlarla yüklü olmasıdır. Örneğin, “iktidara ‘erdiğinizde’” gibi ifadelerde aslında bir ‘iktidar’ tanımı mı yapılıyor yoksa aslında ‘iktidar’ı tanımlamaktan imtina mı ediliyor? Ya da ‘devlet’in “varlığın da yokluğun da kaynağı” olması ne anlama gelir? Vecde kapılmış ya da ‘ermiş’ bir dilin kendinden geçmiş sınırsızlığı dışında?

Özneliği devlette kaybetmek!

Dilindeki bazı teolojik çağrışımların anlamlarını bilemeyecek kadar cahilane (ya da halihazırdaki gündemde, toplumsal kesret içindeki tikel grupların ‘vahdet’ci iddialarını cihanşümul addetmemizi isteyecek kadar ceberut) bu ‘devlet’ tanımlamalarında aslında tartışılması gereken (mesela insanların mahremiyeti; özel hayat; özel girişimciliğin ne olduğu, ne olmadığı; dershanelere dair düzenlemelerin demokratik olarak da, özel girişim olarak da ne anlama geldiği gibi) meselelerde, bırakınız ‘liberal’ini, herhangi bir argüman bile yoktur aslında. ‘Siyaset’in işlevinin sınırlandırıldığı; siyasal öznelik pozisyonlarının tamamıyla yok kabul edildiği böyle bir dilin açabileceği tek alan, rayici yüksek bir takım kavramların arkasına saklanarak kazandığın muğlak mevkiden, muhatabından ‘hak’ talep etmektir; ama o muğlak mevkiin ister istemez kazandığı siyasal özneliğin sorumluluklarını hiç paylaşmaya bile kalkışmadan. Böyle olunca talep edilen ‘hak’kın ne olduğunu da bilemeyiz; vecde kapılmış bir ‘hak’ iddiasından başka bir şey yoktur çünkü ortada. (‘Evrensel’ normlar ya da haklar gibi bir iddia burada geçersizdir; çünkü o ‘evrensel’ normlara, AB ülkeleri arasında bile farklı farklı, bir form vermemiş tek bir ‘devlet’ bile gösteremezsiniz.) 

Dolayısıyla, bu soyutlanmış ‘devlet’ anlayışında, her bir şey sınırsız ve her koşulda plastik özelliklere sahip ‘devlet’in coşkun tanımına baştan yedirilmiştir. Sivil olduğu iddiasındaki talepler bile ‘devlet’in bu sınırsız coşkunluğu içinde ‘fena’ bulur. Açıkçası, ‘devlet’teki değişim ve dönüşümler ancak plastik giydirmelerle ifade bulan bir dille izah edilmeye çalışılır. Ancak, tarihsel ve toplumsal şartlara tebarüz eden bir değişim veya dönüşümün izlerini bulamayacağımız; dolayısıyla hangi meseleyi tartışıyorsak, onu, sağlıklı bir ortam üzerinden müzakere edebileceğimiz bir zemini daha baştan ‘devlet’te kaybetmiş bu tavır, hiçbir siyasal öznelik ve hiçbir siyasal sorumluluk taşımak istemediğinden, mefhum-u muhalifiyle, aslında ‘her şey devlette çözülür’ anlayışıyla neticelenmekten başka bir sonuç içermez. Bu haliyle, aslında, ‘devletçi’dir. Siyasi ortama dahil olma çabası ise, coşkun bir kendinden geçmişlik içermesinden dolayı, plastisitesine uygun her siyasi dile eklemlenmesine rağmen, uzlaşmaz ve ufuksuzdur. (Meraklısı için bir not: Buradaki çift tırnak içi alıntılar, İhsan Dağı’nın yazılarından derlenmiştir, ancak Dağı burada, ‘şahsen’ değil, toplum bilimleri literatüründeki adlandırmayla, bir ‘figür’ olarak yer almaktadır; yani, bir pozisyonun ‘temsili figürü’ anlamında.)

Son durak devlet mi?

Devletin topluma tasallut ettiğini savunan ikinci çizgi, ‘devlet’i tanımlama konusunda daha nettir: bu tanımda ‘devlet’, ebed müddet “zorunlu olarak kötü”dür, hatta “put”tur; o kadar kötüdür ki örneğin “nükleer bir tesis”, “nefs-i emmare” ya da “para” ne kadar kötüyse o kadar kötüdür; ‘gelecekten’ bir ‘devlet’in geleceğine dair kendinden emin bilgiyle (isteyen google’da “Son durağın devlet-i ebed müddet...” diye bir şiiri arayıp bulabilir) “kötü”dür. Nizam içinde yaşayan bir topluma sahip olmak için, “şimdilik başka seçeneğimiz olmadığından”, birlikte yaşamaya zorunlu olduğumuz bir ‘devlet’tir bu. Nasıl ki “nefsi emmare” bir nefs tezkiyesi vasıtasıyla ‘kamillik’ aşamasına ulaşabiliyorsa, ‘devlet’ de kendisini tezkiye ederek asıl ‘ebed müddet’ iyi ‘devlet’e dönüştürülmelidir.

İyi de ‘tezkiye’nin meşruiyeti nasıl sağlanacak, bu ‘tezkiye’ işlemi için ne tür mekanizmalar devreye sokulacak, ‘anything goes’ der gibi her bir durum meşru mu görülecek bunun için? Dahası, bu soruları kime sorabiliriz ve kim cevaplandırabilir onları? Ayrıca, ‘AB formatına sokulmuş bir devlete kavuşmak’tan bahsediliyorsa eğer kim istemez bunu? Ama; birincisi, AB formatına sokulmuş ‘devlet’te ‘devlet’ ne? (Bu soruya, öyle ‘küçültülmüş devlet’ gibi boş kavramlarla ifade eden cevaplar kabul edilmez!) İkincisi, ‘AB formatına sokulmuş devlet’ diyenler, bu formatta somut bir ‘devlet’in ne olduğunu hiç bilmediğimizi mi varsayıyorlar? Aslında böyle meselelerle pek fazla uğraşmaya da gerek yok; AB Anayasası’nın niye rafa kaldırıldığına ‘devlet teorileri’ açısından bakmak bile kendi başına yeter de artar bile, ama kâr eder mi?

‘Gelecekten gelecek’ bir ‘devlet’ varken, bu soruları sormak bir bakıma anlamsızdır. Yine de iddia edilir ki, özellikle şu gariban Müslümanlar devletin “zorunlu olarak kötü” olduğu gerçeğinin farkına varmalı; tarih boyunca bir çok “dindarın, filozofun, peygamberin, ulemanın, kanaat önderinin”, zalim yöneticiler tarafından baskı gördüğünü hatırlamalı; özellikle de bu gariban Müslümanlar içindeki İslamcılar, “bir gün yeryüzünde semavi bir ‘Tanrı Kenti’ kurmaya dayalı ütopik fikirlerinden” vazgeçmelidir. (Buna, ‘Hıristiyani bir politik teoloji’ aracılığıyla Müslüman dövmeye çalışmak denir ya, neyse!)

Peki bu ‘gelecekten gelecek’ devlet gelene kadar ne yapılmalı? “İslamo-Kemalist”lerin de olsa, dışlayıcı; müzakereye, uzlaşmaya veya çoğulcu bakış açılarına kapalı; sivil topluma fazla kulak vermeyen; devrimle ya da demokratik yollarla devleti ele geçirmeye çalışan “zorunlu olarak kötü” olan ‘devlet’ teşekküllerinin ceberutluğuna aldırmadan adaletin, dürüstlüğün, samimiyetin, mütevazılığın, sabrın, sağduyunun ve benzeri bütün iyi sıfatların taşıyıcıları olanların cemaatini artırıp “mesihçi soluklar” olacak bir görev duygusuyla hareket edilmelidir. Zaten bu duyguyla hareket edenler, ortada ne kadar sistem varsa, bir ülke hangi rejimle idare ediliyor olursa olsun; ister teokrasi, ister monarşi, ister krallık, ister diktatörlük, ister cumhuriyet, isterse de İran yanında İsrail gibi ‘mesihçi bir devlet’, her koşulda o sistemleri ya da rejimleri, “İslami sistemler” kılacak kadar ‘şahsi manevi’ sahibi olurlar (buna yazarımız, cafcaflı bir tanımlamayla, “devletsiz kozmopolitan İslam” adını bile verir). Tıpkı “azamî takva, azamî zühd, azamî vilâyetle, sevgi, şefkat, merhamet ve muhteşem bir sebat, sabır ve fedakârlıkla tarihin belki en kudretli imparatorluğu olan Roma’nın içine dağılmış ve kuvvetle mağlûp edilmeyen Roma’yı tek bir çakı bile kullanmadan mağlûp” etmiş olanlar gibidir bunlar. (Tabii, Hz. İsa’nın ya da İseviliğin değil, onu ‘mesihçi’ bir çizgiye uygun olarak yorumlayan Pavlus’un, Roma’ya açtığı ‘savaş’taki taktiklerinin son zamanlarda Batılı düşünür ve filozoflar arasındaki ‘mesihçi politika var mı, yok mu?’ türünden tartışmalarda başat konulardan biri olduğunu hatırlatmak ne kadar kâr eder, şüpheli!)

Muğlaklık siyaseti

Doğal olarak bu dilde, ona arada bir kaynak yapsa da, ‘popülist’ ya da değil, ‘liberal’ bir damar bile olmadığından, ‘devlet’ (ya da ‘sivil toplum’) konusundaki iddiaların nasıl konumlandırılacağını kolayca tespit etmek güçtür. Diyelim ki Hollanda Krallığı (‘devlet’i değil, ‘krallığı’), size ‘adalet’li davranırken “İslami sistem” olacak kadar makbul olabilirken, Yunus Vakası’nın yaşandığı dönemde sizi hedef alan tartışmalarla birlikte birden ‘ceberrut krallığa’ mı dönüşecek? Ya da, “nükleer tesis” denilirken sahiden bildiğimiz nükleer tesisin mi yoksa bütün o velayet sistemiyle ‘mesihçi bir devlet’ olan İran’ın mı kastedildiğinden nasıl emin olabiliriz? (Aynı şey, Arap Baharı’nı değerlendirirken ‘Türkçe olimpiyatları’na verilen özel ‘mana’yla ‘Mesihi Soluklar’ veya ‘açılım’a verilen özel ‘mana’yla ‘Tarihte İki Büyük ‘Açılım’’ adlı yazılarda karşımıza çıkar.)

Her bir ‘siyasal’ ifadeyi, başka bir zemine taşıyarak kendince yeniden tanımlayan böylesi bir dil, ele avuca gelmez, tarife sığmaz ve nereye kadar uzanacağı bilinemez. Ancak ‘devlet’i bu kadar tartışamaya çabalamak da ‘devlet’ odaklı olmak anlamına gelir. Dolayısıyla, bir yandan sadece İslamcılığı değil Türkiye’nin siyasal kültürünü değiştirecek bir “partiler-arası” ya da “partiler üstü” varlık olarak son yıllardaki her türlü “iyi” gelişmeyi kendi hanesine yazmaya; bu yolla da “yeni Türkiye’nin arkasındaki kaynak” olarak kendini sunmaya çalışmasıyla, diğer yandan da bu gelişmelerdeki ‘sosyal kapital’i kendi bünyesinde içkin olarak barındırdığını ifade etmesiyle aslında bir tür ‘siyasallık’ içeren bir özneliğin, ‘önce devlet normalleşmeli!’ çağrıları bir de bu gözle okunmayı hakediyor. (Meraklısı için ikinci not: Mücahit Bilici’ye ait olan “put” ifadesi dışındaki diğer çift tırnak içindeki ifadeler, İhsan Yılmaz ile Ali Ünal’a aittir ve İhsan Dağı için sözü edilen kural burada da geçerlidir.)

Kısacası, ‘önce devlet algıları normalleşmeli’ ve ‘sivil toplum’dan konuşuluyorsa ya da ‘hak’lardan bahsediliyorsa, bunun ‘devlet’ parantezinde değil, ‘siyaset’ parantezinde tartışılması sağlanmalı! ‘Siyaset yapmadığınız zaman’ dahi! ‘Devlet’i ‘dokunulabilir’ kılmanın yolu bu çünkü.

[email protected]